Mevlüt Uyanık

Tarih: 03.05.2023 09:27

DÜŞÜNCE-YURTLUK İLİŞKİSİ KURMAK

Facebook Twitter Linked-in

“Milli bayramları kutlamayan dini bayramları kutlayacak bir vatan bulamaz.” yazısı çıkıyor sosyal medyada karşıma. 21 Nisan tarihli yazıda Ramazan Bayramı’nı kutlamış ve  “Medeniyetler Beşiği Olan Anadolu’yu Jeo Felsefi Olarak Okuma” ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini anlama çabamızdan bahsetmiştim. Şimdi de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile TBMM’nin yeni devlet için kut aldığı günün 103. yılının ülkemize esenlik getirmeye devam etmesi dileğimi ileteyim. Monarşi yönetiminden cumhuriyete geçildiği için Meclis’in toplanması onun Batı-Oğuz Türkleri adına kut almasının simgesi bana göre. 

19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin o zamanki dünya tarihi konjonktürü ve buna uyum sağlamak için geliştirdiği Üç Tarz-ı Siyaset üzerinde sonra duracağız. Ama burada Osmanlı bürokratlarının dünya siyasal gelişmelerini iyi okuyup kurucu unsur olan Kayı Boyu’nun Anadolu’yu “Türklerin Özyurdu” olarak gördüğünü ve yeniden burada konuşlanarak yeni devleti kurduğunu söylüyoruz.

 Osmanlı Cihan Devleti’nin toprak kaybını takiben, "Türkerin Özyurdu" vurgusuyla yeniden Anadolu’nun önem kazanmaya başladığını belirtiyoruz. Selim Deringil’in ifadesiyle “İmparatorluğun ‘Altın Çağı’ olarak bilinen 16. ve 17. yüzy1llarda bile yönetici elit, Orta Asya'ya uzanan Türk kökenlerinin açıkça farkındaydı ve bundan da oldukça gurur duyuyordu.” Aslında bu seçimin tarihi 1822 yılında Osmanlı Devleti’ni tehdit eden tehlikelerden kaçınmak için üç seçenekli bir çözüm önerisini içeren bir tezkireye kadar gider:  

“Müslümanlar üç karardan birini seçmelidirler: Ya Allah’ın emrine ve Muhammed’in kanununa bağlı olarak, mülk ve hayatımıza önem vermeksizin, hâlâ elimizde bulunan eyaletleri sonuna kadar savunmalıyız ya onları terk edip Anadolu’ya çekilmeliyiz ya da sonuncu olarak –ki Allah bunu yasaklar- Kırım, Hindistan ve Kazan halklarının örneğini izleyip kölelik menziline inmeliyiz.” 

Farabi’nin küçük mille tasavvuru bağlamında değerlendirdiğimiz Oğuz-Kayı Boyu’nun Anadolu’da kurduğu küçük ölçekli siyasal yapının Yavuz Sultan Selim ile orta ölçekli devlet (mille), Fatih Sultan Mehmed ile büyük ölçekli devlete (mille) dönüştüğünü, adı üstünde Kanuni ile muhteşem dönemini yaşadığını belirtiyoruz. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmedi, Osmanlı birikimi üzerine kuruldu. TBMM “hukukun üstünlüğü” fikrini ve milk/mülkün temeli olarak adaleti merkeze alarak “kut”un yeni temsilcisi oldu. 

Kısacası, Osmanlı bürokratları Fransız İhtilali ile değişen yeni dünya düzenine Üç Tarz-ı Siyaset ile uyum sağlamaya çalışan bir sistem arayışındaydılar. Büyük bir çoğunluğu İttihad ve Terakki Cemiyeti üyesi olan bu askeri ve sivil bürokratlar Mustafa Kemal önderliğinde Türklük ve Anadolu kavramlarını merkeze alan 1920-1923 yılları arasında  "Hakimiyet kay1tsız şartsız milletindir.” Sözü ile Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu bütün dünyaya ilan etmişlerdir. Özetle, Selçuklu ile başlayan, Osmanlı ile devam eden Anadolu merkezli yurtlaşma Türkiye Cumhuriyeti ile devam etmiştir. 

Yeniden yurtlandırmak” ifadesini Fârâbî’nin “Felsefeyi aslî yurduna geri getirme” tespitinden hareketle yapıyoruz.  Çünkü Ona göre, felsefe, dönemlerinde imar faaliyetleriyle öne çıkan Kaldeliler (M.Ö 2000- Eski Babil- Yeni Babil Krallığı ve Asur) üzerinden Mısır’a, oradan da Antik Yunan’a geçmiştir. Diğer bir ifadeyle  felsefe/hikmet’i ilkin Kaldeliler bulmuş, onlardan Mısırlılara, Yunanlılara, Süryaniler ve İslâm âlemine geçmiştir.  Çerçeve disiplinimiz olan İslam felsefesi bağlamındaMuallim-i evvel Aristoteles’ten sonra Muallim-i Sani diye nitelendirilen Fârâbî’nin kurduğu sistem üzerinden Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırma okumalarını başlatıyoruz. İlimlerin Sayımı adlı eserini felsefeye giriş ve yeniden yurtlandırma çabasının ilk klasik kaynağı olarak görüyoruz. 

Müslüman âlimlerin görüşlerine geçmeden önce konuyla ilgili tarihsel bilgilerimizi yenileyelim:Atlâlü Bâbil (Bâbil harabeleri) denilen yerin Bağdat’ın 88 km güneyindeki Hille kasabası yakınlarında, Fırat’ın doğu kıyısında yer alan ve Bâbil, Kasr, ‘Amran İbn Ali, İsnü’l-Esved, Cümcüme, Hümeyra ve Merkez adlı yedi tepe üzerine yayıldığı bilinmektedir. 

Mezopotamya’nın en büyük ticaret merkezi ve kozmopolit şehrinde bulunan Bâbil Kulesi’nin yetmiş iki dilin, yani bütün dünya dillerinin bir tek ana dilden türemiş olduğu yolundaki görüşün sembolü olarak görülmesini de bir kenara not edelim. Hz. İbrâhim’in Nemrut tarafından Bâbil’de ateşe atıldığı tezinin tarih kitaplarında olduğunu hatırlayınca, bölgenin ülkemiz ve düşünce tarihi açısından önemi de iyice belirginleşir.  

 Firavun’u yenen lider olan Nebukadnezzar’ın  Keldânî hükümdarı olduğunu (605 – 562); Babil bölgesinin Büyük İskender tarafından (332-323) ele geçirildiğini, dilleri olan Aramicenin Hz. İsa’nın konuştuğu lisan olduğunu da hatırlayın lütfen. Hammurabi’nin Eski Babil Krallığı olan Amurlular Dönemi’nde yaşadığını ve ilk yazılı anayasa diye belirlenen ilkelerin onun yönetimi altında belirlenen kurallar olduğunu da hatırlayınız. Günümüz Kastamonu civarında yaşayan Gaşka (Gas) Türklerinin M.Ö. 2000-1300 yılları arasında hüküm süren Gaslar (Gaşkalar)’ın devamlı olarak Mısırlılar, Suriyeliler ve Kaldelilerle siyasi, ticari ve kültürel münasebetlerde bulundukları tezini de unutmayınız lütfen. 

İskenderiye hattı üzerinden Musevî ve İsevî gelenek üzerinden Atina ve Ege şehirlerine taşınan İyonya felsefesini Büyük İskender’in Doğu seferiyle birlikte edinilen birikim Helenistik felsefe adıyla temalaşmıştır. Hz. Muhammed’in getirdiği sistemin verileriyle okuyan Fârâbî, felsefeyi asli yurduna getirdiğini söyler. Nitekim Hilmi Ziya Ülken de,  Âsur-Keldan kitabelerine bakıldığı zaman Yunan ilminin köklerinin Sümer ve Hititlerden geldiğini belirtir. Ona göre de artık fikir tarihine Yunanlılardan başlamanın büyük bir hata olduğunu ve onun kaynaklarını mutlaka Keldânîler hatta Sümerlerde aramak lazım gelir.

İslâm düşüncesinin ilk dönem metinlerinden olan el-Fihrist adlı eserin yazarı İbn Nedim’den (v.380) hareketle bunun gerekçesini bulmak mümkün.  İslam felsefesinin teşekkülünde mihenk taşı konumunda olan Kindî, Kaldeliler üzerinde durur. Okuduğu bir kitabı incelediğini bunun Hermes’in Tevhit ile ilgili Makaleleri” olduğunu, oğlu için yazdığı bu eserde tevhid konusunda gayet arı/duru olduğunu belirtir. İbn Nedim’e göre, Harnaniye diye bilinen kavmin Sabii diye isimlendirmesi bu noktada önemlidir, çünkü Halife Memun’un baskısı sonucunda ara çözüm olarak bu isimlendirme yapılır. Nitekim Biruni’ye göre de Harnaniye hakiki Sabie’den değildir. Bunlar kitaplarda Hunefa (hanifler) ve Veseniyye (putperesler) diye söz konusu edilenlerdir. Kindî’nin öğrencisi Ebu’l Abbas Ahmed b. Tayyip b. Mervan es-Serhas’den hareketle sabie diye bilinen Harnaniya (Keldânî) akımından şöyle bahseder: 

“Düşünen herkes evrenin bir sebebinin olduğunu, bunun yegâne bir varlık olduğunu, birden çok olmayacağını,  mahlûkattan hiçbir şeyin sıfatlarına erişemeyeceğinde söz birliği eder. O yarattığı varlıklar içinde akıl sahibi kişilere kendi rububiyetini ikrar etme yükümlülüğünü vermiştir. Bunun nasıl olacağını da açıklamıştır. Yolunu göstermek için ve delilini sağlamlaştırmak için resuller göndermiştir. Peygamberlerine kullarını razı olduğu şeylere çağırmalarını, gazabına yol açacak şeylerden sakındırmalarını emretmiştir. Böylece onlar Allah’ın emrine bağlı kalanların daimi nimetlere kavuşacaklarını vadetmişlerdir. Karşı gelenlerin ise azaba uğrayacaklarını ve hak ettikleri kadarıyla ceza çekeceklerini bildirmişlerdir. Allah’a ve kendilerine isim olarak verdikleri Hanifliğe davet eden bu topluluk orada Allah’ın has kulları arasında yer alır. Bunların en meşhurları ve bayraktarları Erani, Egsazeymun ve Hermes’tir. (…) Bunların hepsinin çağrısı birdir. Sünnetleri ve şeriatleri de birbirinden farklı değildir. Onlar kıblelerini bir yapmışlardır. Fıtrat ile çelişen şeyleri bertaraf etmişlerdir.”

            Kaldelilerin temel öğretilerine bakıldığı zaman Fârâbî’nin felsefeyi tekrar asli yurduna getirmekle ne kast ettiği anlaşılır. Hanif öğretinin son temsilcisi olan Hz. Muhammed’e verilen İlahi Mesajı (şeriat-yöntem) merkeze alarak Helenistik kültürü ve diğer doğu geleneklerini yeniden yorumlamaktır. Fârâbî, Meşşaî öğreti bağlamında İslâm düşüncesini Doğu-Batı’yı kapsayacak şekilde, teorik (Hakk’ı Bilmek) ve pratik boyutunu (Hayrı bilip ona göre davranmak) bütüncül bir şekilde sunmuştur. O, felsefenin İslâm dünyasına Yunanlılardan, Eflatun ve Aristoteles’ten gelmesini önemser. Çünkü Müslümanlara hem felsefelerinin sonuçlarını öğretmişler;  hem de bu sonuçlara ulaşılmasını sağlayan esaslara dikkat çekmişlerdir. Eğer bu ilkelerde eksilme görülürse, ya da bu esasların kaybolması halinde felsefeyi yeniden canlandırma yolunun nasıl olacağını da göstermişlerdir. Bu yeni sistematik sunumu yapan da Fârâbî’dir. Onun kurduğu sistemle Felsefe/Hikmet aslî vatanına döndürülmüştür. Artık felsefe İslâm dünyasında yeni bir vatan ve yeni bir yaşam bulmuştur. 

Biz de Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmaya katkıda bulunmak için İskenderiye hattı üzerinden Musevî ve İsevî öğretileri içerip Atina ve Ege şehirlerine taşınan felsefeyi, Büyük İskender’in Doğu seferiyle birlikte edinilen katkıyı harmonize eden “Helenistik felsefe”yi okuyoruz. 

Buna bir de Türkistan üzerinden getirdiğimiz Çin, Hind, Sasanî, Sabiî geleneklerinin farkında ve etkisinde olarak oluşturduğumuz Türkistan Müslümanlığı tasavvuru var. Bu noktada asabiyetimizi yani birey, aile ve toplumsal varoluşumuzu, medenî/siyâsî aidiyetimizi, İbn Haldun’un sebep/ırk ve nesep/din tasavvurlarını merkeze alarak temellendiriyoruz. Böylece Türkistan-Türkiye irtibatının felsefi temellerini araştırarak, Arap-Fars iktidar çatışmasına meşruiyet arayan felsefî, kelamî müzakereler dışında gelişen süreci önceleyerek  jeo-felsefe yapmayı deniyoruz. 

Bu,  Atayurt’tan getirdiğimiz düşünce birikimiyle, Anadolu’da bulduğumuz kültürel yapıya dikkat ederek, düşünce-yurtluk ilişkisini yeniden kurma çabasıdır. Burada felsefenin kavramlar oluşturmak, keşfetmek ve üretmek sanatı olmasına gönderme vardır. Tarihin belirli bir zaman diliminde, belirli bir yerde ve belirli bir topluluk tarafından gerçekleştirilmiş olan düşünce faaliyetini özne-nesne ilişkisinin ötesine geçerek, bir yurtluk/yurtlandırma etkinliği olarak görüyoruz.  Çünkü felsefî düşünceyi delillendirme, tarihsel bir ortama bağlı olarak yapılır. 

Bunu gerçekleştirmek,  felsefenin medeniyet ve kültür ile ilişkisini incelemek olup Türk tarihi ve coğrafyasında devamlılık halindeki Türk düşüncesi ve Türk kültürünü, dünyaya evrensel mesajlar verebilecek bir güçte, felsefenin diliyle anlatmaktır.  

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi olan Türk Felsefesi’nin mahiyet ve hüviyet açısından tahlilini de bir diğer yazı da yapalım. 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —