Efendi Barutçu


Ey Türkler!...*

Türkiye arka arkaya gelen şehit haberleriyle yangın yerine dönmüş durumdadır. Türkiye, “sıvasız evlerin çocukları”nın al bayraklara sarılmış tabutlarıyla adeta bir gelincik tarlasına dönmüş vaziyettedir.


 Türkiye arka arkaya gelen şehit haberleriyle yangın yerine dönmüş durumdadır.
Türkiye, “sıvasız evlerin çocukları”nın al bayraklara sarılmış tabutlarıyla adeta bir gelincik tarlasına dönmüş vaziyettedir. 
Bir kere daha sözün bittiği yerdeyiz… Her şehit haberinden sonra gelen “şu kadar terörist etkisiz hale getirildi, teröristlerin şu kadar barınakları, silah ve mühimmat depoları, mağaralardaki terör yuvaları imha edildi” haberlerine – kimse kusura bakmasın ama- karnımız tok artık. Bu çok sayıdaki teröristleri etkisiz hale getirmek için terör yuvalarını, barınaklarını, yığınaklarını yerle bir edip, ele başlarını yok etmek için her seferinde onlarca vatan evladını kara toprağa şehit mi vermemiz gerekiyor?!


Madem bu kadar istihbarat gücünüz var neden bunu saldırılardan önce yapmıyorsunuz?! İşin burasında rahmetli Başbuğ Türkeş’in “En iyi müdafaa hücumdur.” sözünü hatırlatmadan geçemiyorum.
Sözün bittiği yerdeyiz dedim. 14 sene önce ahiret yurduna yolcu edilen fikir adamı merhum Durmuş Hocaoğlu’nun kaleminden çıkmış bir yazısından da istifade ile sizlere, önce aydınlarımıza, sonra sivil toplum kuruluşlarına, sonra siyaset erbabına, sonra asker sivil bütün zevata ve milletime seslenmek istiyorum!

 

“Ey Türkler…  
  Aydın, bir cemiyetin düşünen beyni ve kanayan vicdânıdır. Düşünen beynidir ve bu sebeple de, Kant’ın büyük bir isâbetle belirtmiş olduğu gibi ⎯ ki O, henüz “entellektüel” ve “bilim adamı” kelimelerinin îcad edilmediği ve bu sebeple her iki mânâyı da tazammun eden (kapsayan) çağında “filozof” terimini kullanır ⎯ siyâsete girmemelidir; çünkü, der Kant, “iktidârın gücü, aklın muhâkeme kabiliyetini ifsâd eder”. 
  Yâni filozof da siyâsete girince, her siyâsetçi gibi, siyâsetin mülevves (kirli) çamuruna bulaşır ve “gerçeği” söyleme kabiliyetini -günümüzde yüzlerce örneğini gördüğümüz gibi- kaybeder. Hâlbuki, aydın, yine Kant’a göre, “gerçeğe ihânet edemeyen kişi”dir; halbuki siyâset umûmiyetle gerçeğin kaatili ve hâinidir.
  Ve yine bu sebeple, aydın, ancak siyâsette müşâvir, yâni danışman, hakkın ve hakîkatin yolunu gösteren ve fikirlerinin kaale alınmadığını görünce de tereddüt etmeden siyâsetçiyi terkeden şaşmaz prensip sâhibi er kişi olabilir; daha fazlası değil.
  Kezâ aydın vicdandır ve vicdan olduğu için de fizikî gücü yoktur, fizikî güç siyâsettedir, ancak onun da vicdânı yoktur; binâenaleyh, aydın ancak mânevî baskı gücüne sâhiptir ve onu kullanmalıdır, bu onun için bir tercîh mes’elesi değil, mecbûrî tek istikamettir. Ancak, bu da vicdânı olan bir cemiyette bir iş yapabilir. 

 Ey Türkler!  
 Vatanınıza ve devletinize sâhip çıkınız! 
Çünkü, Ey Türkler; vatanınız ve devletiniz elinizden çıkma çizgisinde; ağır-ağır, usul-usul, yavaş-yavaş, ceste-ceste!**  

 Ey Türkler!  
Vatanınızı ve devletinizi, bir yandan AB üyeliği safsatacılığı ile ülkenizin hâkimiyetini devretmek sûretiyle, bir milletler-üstü oluşumun sıradan ve parçalanmış bir eyâleti olarak ve diğer yandan da çoğu da sanal olarak îcad edilmiş anadilde eğitim, mahalli özerklik tasarılarıyla, alt-kimlikler yoluyla içten parçalanarak kaybetmek üzeresiniz. 

 Ey Türkler!  
Ben vicdânım; vazîfem ve vazîfem olduğu kadar da tek imkânım, îkaz ve ihtar etmektir; bunun için de durmadan, bıkıp usanmadan sizin vicdanlarınız üzerinde baskı yapmak mecbûriyetindeyim ve bu vazîfe bilinciyle haykırıyorum!  

 Ey Türkler!  
     Sizler ki, Asya’nın çocuklarısınız; Asya’nın, yâni bütün büyük dinlerin ana rahmi, hikmetin kaynağı ve ahlâkın menbâ’ı, Güneş’in doğduğu bu azametli kıt’anın en muhteşem çocukları! Sizler ki Asya’dan kopup Küçük-Asya’ya geldiniz, burada bütün tarihin tanıdığı en muhteşem imparatorluğu kurdunuz ve burada kendi tarihinizin de zirvesine çıktınız; geniş ve kudretli kanatlarınızın altında dinleri, dilleri, ırkları, renkleri sulh ile idâre ettiniz, sonra küçüldünüz ve tekrar Küçük-Asya’nıza ric’at ettiniz; Edirne ile Ardahan arasına, bu gayri tabiî hudutlara sıkıştınız. 

 Ey Türkler!  
 Ya İkinci Endülüs, ya da İkinci Ergenekon olma çizgisindesiniz. 

 Ey Türkler!  
Anadolu, Küçük-Asya, dikkatli olmazsanız sizi boğacak bir tuzağa, İkinci Endülüs’e dönüşmek üzeredir.  
Çünkü Ey Türkler! Millletlerin yükseldiği yerden düştüğünü unutmayınız! Sizler ki Asya’nın bağrından kopup gelerek tarihinizin zirvesine burada çıktınız, ammâ, burada düşmek üzeresiniz; burada “efendi” oldunuz, ammâ, burada “kul” olmak üzeresiniz.  

 Ey Türkler!  
Tarih’te bir kazananlar vardır ve bir de kaybedenler ve dahi, Tarih, kaybedenleri değil kazananları baş tâcı yapar. İmdi Sizler, kaybedenleri oynuyorsunuz; ikbâl yıldızınız sönmek üzere.  

 Ey Türkler!  
Kezâ Tarih, merhametsizdir; yere düşenlerin üstüne basarak ilerler. İmdi Sizler, yere düşmek üzeresiniz. Yere düşmeyiniz! Aksi takdirde, Tarih, ağır gövdesiyle sizi de ezer geçer ve çöplüğüne atar. 

 Ey Türkler!  
    Gökler’i veYerler’i yaratan ve onları direksiz ayakta tutan Rabbim, ki âmennâ ve saddaknâ, her şeye gücü yeter, ammâ, kendisini değiştirmeyenleri kendisi değiştirmez; ol sebebe binâen kendinizi değiştiriniz, değiştiriniz de elinizi kolunuzu bağlayarak boş yere duâ etmeyiniz; burası duânın hükmünün bâtıl olduğu noktadır.  

 Ey Türkler!  
     Ve dahi yine O, Hâlık-ı Zü’lcelâl, devirleri insanlar arasında döndürür, bâzan birini yükseltir, bâzan da diğerini; liyâkatini kaybeden, uyuşan kavimleri yere indirir, genç ve dinamik olanları tepeye çıkarır.  

 Onun için, vicdânınız olarak haykırıyorum: 
 Ey Türkler!  
 Liyâkatinizi kaybetmek ve uyuşmak üzeresiniz. Sakın ha! 

 Ey Türkler!  
 Bu da geçer” demeyiniz! Sakın ha! 
Aksi takdirde, elbet de geçer; lâkin unutmayınız ki, “geçer ammâ deler de geçer” ve ölüyü diriye, geceyi gündüze dönüştüren Rabbim, efendileri kula, kulları da efendiye dönüştürür; sizi indirir, ve hattâ yere çakar, çakar da dün yönettiklerinizi başınıza geçirir.  

 Ey Türkler!  
 Milletler yükseldiği yerden düşer; ammâ, düştüğü yerden de yükselir. Onun içindir ki “yiğit düştüğü yerden kalkar” denilmiştir. 

Ey Türkler! 
Sizlerde yükselecek güç var; sizde her şey var. Yeter ki gerçek ile sahteyi, gerçek aydın ile propagandistleri ve lobicileri, gerçek lider ile fareli köyün kavalcılarını ayırdedebilecek bir bilinç ve ferâsete kavuşunuz; gücünüzü keşfediniz ve irâdenizi hareket geçiriniz. 

 Ey Türkler!  
 Bu çağrı izzet ve şerefi -Allah korusun- yerlerde sürünmeye ramak kalmış bir milletin evladının canhıraş feryadıdır. Bu feryadımıza kulak veriniz.
 Sizi, kanayan vicdânınız olarak, hiç rahat bırakmayacağım.”

*Durmuş Hocaoğlu, Yeniçağ., “Analiz”., 29 Kasım 2005, Salı., s.12 “Analiz” Sıra No: 336; 2005-134; Kasım-13

**Azar-azar