Selim Gürbüzer


FAZIL ŞEHİRLER VE VÜCUT SARAYI

Eskiden şehir denince halktan kopuk insanlar veya kelli felli adamların, kısaca elitlerin mesken edindikleri yerler akla gelirdi. Kentin arka mahallelerinde yerleşip geleneksel kimliğini koruyan toplulukları ise varoş sakinleri bilirdik. Ancak şimdilerde şehir profili değişikliğe uğrayınca günümüz şehirlerinde tek tip insan yerine çok tip insan görünümü vermekte.


       Eskiden şehir denince halktan kopuk insanlar veya kelli felli adamların, kısaca elitlerin mesken edindikleri yerler akla gelirdi. Kentin arka mahallelerinde yerleşip geleneksel kimliğini koruyan toplulukları ise varoş sakinleri bilirdik. Ancak şimdilerde şehir profili değişikliğe uğrayınca günümüz şehirlerinde tek tip insan yerine çok tip insan görünümü vermekte. Şehirlerimiz tek boyutlu bir resim değil artık. Kentlerin çehresi değişince, ister istemez şehirlerde tek tip halk, tek tip akademisyen ve tek tip siyasi görüşe rastlanılmıyor. Belli ki kırsal bölgelerden gelen insanlar kentin göbeklerine yerleşince çoğulculuğun hâkim olduğu çok renkli bir şehir hüviyetinin doğması kaçınılmaz kılıyor. Derken kentin yeni sahipleri yerel kimliklerini de buralara taşımış oluyorlar. Hatta kentin yeni sahipleri buralarda kariyer edinmiş durumdalar. Bu durum ister istemez yeni bir şehir prototipini gözler önüne seriyor. Her ne kadar kimileri sırça köşklerinde bu gelişmelerden pek hoşnut olmasa da değişim kaçınılmaz. Hele hele her şeyin hızla değiştiği günümüzde İslami dünya görüşüne sahip insanların kentin görünümünü değiştirdiği bir sır değil artık, üstelik bu görünüm şehrin toprağına, taşına yeni bir ruh işliyor da. Bakalım bu yeni ruh kendini elit sanan çevrelerce nasıl karşılanacak. Onlar bu durumu düşüne dursun her iki taraf içinde karşılıklı değişimin yaşandığı bir süreci yaşıyoruz. Şayet gelenek ve modernleşme çatışmaya dönüşmeden bir arada farklılıklarımızla birlikte yaşayabiliyorsak gelecekte fazıl şehirlerin boy vereceğinden söz edebiliriz. Bir başka ifadeyle yaşadığımız şehirler ruhumuzu çalmadıkça, yaşamak asla işkence olmayacak,  bilakis o şehir insana canan olacaktır. Yeter ki; fazıl şehirlerin oluşumu için kültürel faaliyetlere hız verilsin bak o zaman bir zaman atalarımızın yaşadığı medeni hayat neymiş o zaman idrakine varmış olacağız.

       Bir zamanlar kentin varoşlarındaki Fatma ninenin eşarbı, ya da Ayşe bacımızın çarşafı mesele olmuyordu. Ne zaman ki yerel giysiler üniversite alanlarında görülmeye başlandı, işte o zaman kızılca kıyamet kopmaya başladı diyebiliriz. Bir kısım zinde güçler amansız bir takiple mazlumların peşinde gölge ağlar oluşturup habire şehirleri zindan şehirlere çeviriyorlardı. Oysa bu şehirlerde bir yabancı gibi yaşamak istemiyorduk, kendi öz yurdumuzda kovulmuşluk hissi kanımıza dokunuyordu. Şehrin kaldırımlarında ve caddelerinden akan onca yığınlar arasında öteki görülüp kendi öz yurdumuzda parya durumuna düşürülmek bize ölümden beter geliyordu. Nasıl ölümden beter gelmesin ki; ön yargıların tutsağından kurtulmak adına insan hakları çerçevesinde meseleyi dış platforma taşıma ihtiyacı hâsıl olmuştu çünkü. Maalesef iç hukuk kuralları ihlal edilince çareyi dış hukuk kanallarında aramaya koyulundu.  Olur ya insan haklarından sıkça bahsedildiği dünyamızda başörtü bir özgürlük ve bir insan hakkı olarak yankı bulur diye bu yönteme başvuruldu. Düşünsenize bir zamanlar 28 Şubat kasırgası bu ülke semalarına kara bulut gibi çökmüştü. Anadolu kadınının tarlada tumbda yetiştirdiği biricik kız evladını gönderdiği şehrin üniversite kapısında azarlanıp paylanması içler acısı utanç bir tabloydu. Onlar kendi öz yurdunda parya durumuna düşürülse de vermiş oldukları o müthiş özgürlük mücadelesi belki de Cumhuriyet tarihinde bir ilk adım atmanın ötesinde ilerisinde büyük bir dönüşümün yaşanacağının muştusunu veren ilk miladi tarihti.  Malum bir zamanlar kimi çevrelerin diz boyu ihanetleri karşısında o günkü şehirler başörtü mağduru kızların gözyaşına sahne olmuştu. Genç kızların üniversite kapılarında veya ikna odalarında direnmesi yüreklerinde hissettikleri inancın gereği bir direnişti. Nasıl direnmesinler ki, başörtüsüne uzanan el hürriyeti zindana atıyordu. Adeta hürriyet bu mazlumlar için boyunlarında asılı bir halkaydı. Bu yüzden sivil inisiyatiflerini ortaya koyup yılmadan, usanmadan ve pes etmeden iç ve dış dünyada hak arama sonucu vicdanlarda ‘yeni yerliler’ olmaya çoktan hak kazandılar da. 

         Neyse ki onca yapılan özgürlük mücadelelerin neticesinde nihayet 2013 itibariyle artık bildik o malum eski yerliler yeni tabloya alışmış olsalar gerek onları öcü görmüyor, eskisi gibi garipsemiyorlar. İnşallah Yeni Türkiye Yüzyılında da başörtü meselesinin tamamen gündemden düşeceğini umuyoruz, bu konuda ümit varız da. Kelimenin tam anlamıyla başörtülü kadının bu çağda gösterdiği bu mücadele azmi kültürel alanda yapılan en büyük modern hareket olarak tarihe geçmiştir. Anadolu kadınının eşarbı şehre yeni renk katmanın yanı sıra kariyerde edinip, çağın en büyük değişimi gerçekleşmiştir. Böylece Anadolu insanı profili ile şehrin yeni profil tipi birleşip aksiyon doğmuştur. Hakeza Milli Mücadelede cepheden cepheye lojistik destekte bulunup adeta yedi düvele karşı destan yazan kadınlarımız,  günümüzde aynı ruh ve heyecanla şehir merkezlerimize renk katıp bir başka değişim destanı yazmışlardır. İşte sosyal hayata müspet yönde tesir eden böyle bir dönüşüme can kurban dersek yeridir. Bundan da öte içtimai dönüşümde en önemli dinamik rolü ifa eden  ‘bu şehrin yeni yerlileri’ adından çokça söz ettirip tarihe not düşmüşlerdir. 

        Artık kent merkezlerinin o donuk yüzü  ‘Yeni yerliler’ sayesinde daha önce görülmeyen sosyal dayanışma selam alıp verme meselesinde bile fark edilmeye başlandı diyebiliriz. Kentin o alışılagelmiş donukluğu yerini sıcak ilişkilere terk ediyor sanki. Bu sıcakkanlılık devam ederse şehir insanın ruhunda yeni bir iklim doğacağı muştusunu veriyor. Belki de Farabi’nin çok önceden seslendirdiği o özlenen ‘Fazıl şehirler’  artık bir rüya değil hakikat olacaktır. Köyden şehre göç eden insanların kent merkezlerinde kendilerini yalnız hissetmemeleri sıradan bir hadise olmayıp, müsbet manada değişim demektir. Zaten aksi bir durumda çatışma şehrin en belirgin vasfı olacaktır. 

      Kültürel alanlarda ikili çatışmaların diyaloğa dönüşmesi için gösterilen çabalar meyve vermeye başlasa da, statükocu zihniyet yine de her köşe başında kolluk görevi yapmaktan geri durmayacak gibi. Hakeza farklı kimliğe sahip insanların bir araya gelip karşılıklı demokratik planda tartışma yapmaları ve birbirlerini tanımaya yönelik girişimleri sevindirici olsa da, diğer yandan bu girişimleri bozmaya çalışan devriye muhafızlarını temsilen işbaşında bulunan statükocu zaptiyeler yarınlarımızı karartmaktan vazgeçmeyecek gibi görünüyor. Maalesef farklı fikirlerin konuşulmasından, farklılıkların bir arada yaşanmasından hoşnut olmayan statükocu çevreler, çağın bu büyük buluşmasını sabote etmek için fırsat kolluyorlar. Zihinlerinde oluşturdukları ak ve kara ikileminin verdiği yansımanın bir neticesi olarak çoğulcu anlayışın baskın hale dönüşmesini istemiyorlar. Bu yüzden habire çoğulculuğa sırt çevirmekteler. Onlar sırt çevirseler de kültürel çoğulculuktan korkmamalı, kaldı ki her ferdin meşrebi ve tarzı farklıdır. Önemli olan çoğulculuğu narsisizme dönüştürmeden diyalog kapısını devamlı açık tutabilmektir. Dahası birlikte soluduğumuz aynı coğrafyayı esir kampına dönüştürmeden kardeşçe yaşamak esas olmalıdır. Şurası muhakkak; farklılıkların kaynaşmasında insanlığın elde edeceği sonsuz fayda var. Bu büyük buluşmada karanlık güçler endişe duysalar da çoğulcu anlayışın tersine kürek sallamak boşa çaba olacaktır. Değişimin önüne ne kadar barikat konulursa konulsun eninde sonunda değişim bir şekilde kendine kanal bulup yatağında akabiliyor.  İşte bu yönüyle değişim hayata tutunmamızda umut ışığı olmaktadır.

        Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki, dış dünyada cereyan eden bir takım değişmelere paralel olarak iç dünyamızı da değiştirmememiz gerekiyor. Hatta asıl değişikliği içte başlatmalı.  Bakınız Resulullah (s.a.v); “Nefsini (kendini) bilen Rabbini bilir” buyurmakta. Dolayısıyla iç âlemimizi de nizama tabi tutmalı ki, değişim konusunda samimiyetimizi ispatlamış olalım. Şehirlerde yaşanan kültür çatışmalarına benzer durum vaziyet insanın iç dinamiklerinde de mevcut.  Nasıl mı? İslam âlimleri iç âlemde nefse ait bir iksirin varlığından bahsedip,  bu etken gücün şuur altını istila edebileceğini belirtmekteler. İşte bütün benliğimizi sarabilecek bu istilacı etken güç ‘Nefsi emmare’ diye ifade edilir. Bu söz konusu nefsi emmare nefis tabakalarının en alt dilimini oluşturması hasebiyle sürekli kötülüğü veya şehveti telkin edip insanı hayvandan aşağı konuma da götürebiliyor. Ancak Nefs-i emmareye karşı vicdanımızın telkiniyle karşı koyulabileceği gibi ruhi kuvvetlerin yardımıyla da nefsi ıslah etmek pekâlâ mümkün. Madem öyle bizi her an hayvandan da aşağıya düşüren nitelikte ki Nefs-i emmarenin şerrinden sıyrılıp ruhumuzu beden sarayında galip kılmalı. Zaten özgür irade ancak ruhun dirilişe geçmesiyle kendini gösterir.  Anlaşılan insan iki yol ayrımında olduğundan ister ruhuna kuvvet vererek özgür olur, ister nefsine hizmet vererek köle olur. Dahası iki zıt kutup arasında dengeyi sağlamak insanın gayretine bağlı bir durumdur. Nefse savaş ilan ederken, tabiî ki onu yok etmeyi kastetmiyoruz. Sadece onu başıboş bırakmaksızın dizginleri ele almayı kastediyoruz. Nefsin emrine girmek yerine nefsi emrimizin altına almayı başardığımızda biliniz ki vücut şehrimizde gerçek manada sessiz bir değişim gerçekleşecek demektir. Buna inancımız tamdır. Nefsi ıslah etmekte nasıl olur derseniz, cevaben deriz ki; ruha kuvvet veren nurani melekelerin sesine kulak verip Allah’a kul olmakla elbet. Ya da vücut şehrimizde Allah’ı çokça anıp iç âlemimizde cereyan eden çatışmalara son vermekledir. Bir başka ifadeyle Yüce Allah’ın  “Kalpler ancak Allah’ı zikrederek huzura erer” (Ra’d, 28) beyan buyurduğundan hareketle Allah Resulünün (s.a.v); “İnsanda bir et parçası (kalp) var ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur” hadis-i şerifin gereğini yapıp vücut şehrini nizama kavuşturmakladır. Kelimenin tam anlamıyla Ehli tasavvuf erbabının beyanlarında geçen nefsin yetmiş şubesi olduğunu, bu şubelerin vücudu istila etmemesi için Allah’ı çokça anmakla mümkün olacağını anlıyoruz. İyi ki de Allah dostları var. Nitekim gönül sultanları Yaratıcı ile kul arasında yetmiş bin hicap perdesinin varlığından bahisle, her bir perdeyi aşmanın pratik yolunun ilk önce nefsin tepesine basıp sonra Lafza-i Celal zikrini (Allah adını) sırasıyla kalp (vücudun başkenti), letaifler  (vücudun semtleri) ve tüm vücuda (şehre) dağılacağı yönünde telkinlerde bulunup tatbikini sunuyorlar. Hatta hadis-i şerifin mana ve ruhuna uygun olarak uyguluyorlar da. Böylece adil idareciler ile fazıl şehirler inşa edilebileceğini, fazıl insanlar ile de (Kutb’ul Aktab, Gavs, üçler, yediler, kırklar vs.) fazıl nesiller yetiştirilebileceği gerçeğiyle yüzleşmiş oluruz. Anlaşılan o ki,  dış dünyada yaşanan gerçekler insanın iç sarayında aynen yaşanıyor. Yeter ki; bunu idrak edebilelim. Vücut sarayımız küçük âlem, hatta büyük âlem diyen âlimlerimiz de var. Gerçekten de insan kendi vücut şehrinin analizini yapabiliyorsa, dış dünyanın o karmaşık gibi görünen meselelerin üstesinde de gelebilir pekâlâ

         Demek oluyor ki, değişim sadece köyde, kasabada kentte yaşanmıyor,  dünyanın hemen her tarafında yaşanıyor. Dış dünyada yaşanır da vücut dünyamızda yaşanmaz mı? Elbette ki yaşanır. Her ne kadar içten kopan fırtına görünmese de dıştakinden daha çok dalgalı seyrettiği muhakkak. Üstelik içten kopan fırtına toplumu, hatta tüm insanlığı etkileyecek cinsten bir değişime yol açabiliyor da. Tabii bu değişim olgusu kimilerinde yavaş, kimilerinde hızlı olabilirken kimilerinde de hiç olmayabiliyor. Zaten değişimi gerçekleştirmeyen insanlara statükocu denmesinin sebebi kendi hür iradelerini ortaya koyamamaları ve tercihlerini buz aküsüyle desteklemelerinden ötürüdür. Dedik ya, insan kalbini iki emdiren kuvvet vardır, bunlardan biri meleki kuvvet, diğeri ise şeytani kuvvettir. Şayet insan bu iki çatışma arasında şeytani yöne kayarsa gayya çukuruna düşer, ama meleki kuvvet yönüne meyil gösterirse müspet manada değişime uğrar. Belli ki; iç âlemde nizam tesis etmenin sırrı Allah'a abd olmaktan geçiyor. Madem öyle bütün sahte mabutlara rest çekip hürriyeti Allah'a kul olmakta aramalı ki kurtuluşa erebilelim. İşte gerçek kurtuluş;  vücudumuzda kodlanmış nurani letaifleri aslına kavuşturma iksirinde gizlidir.

         Şehirlerarası birtakım gezinme yerleri vardır elbet. Buralarda otomobille gezinme söz konusu olduğu gibi trenle,  uçakla, vapurla da gezinmek mümkün. Ancak insanın kesesine koyduğu parası ölçüsünce turlama vasıtaları da değişebiliyor. Kimi toplu taşım vasıtalarıyla kimi de özel arabasıyla turluyor. Aynı dunum iç dünyamız içinde geçerli. Manevi sermayesi güçlü olanlar İmamı Rabbani (k.s)’in beyan buyurduğu veçhiyle şu manevi yolculuk diyebileceğimiz turlamalardan geçerek Hakk’a vasıl olunabiliyor:

       -Seyr-i afakî (objektif seyahat).

       -Seyr-i enfüsi (Sübjektif seyahat).

       -Seyr-i mutlak (Hakk’a yürümek).

         Evet, nasıl ki bir ülkenin nizamı için cumhurbaşkanının ya da başbakanın rehberliğine ihtiyaç varsa iç dünyamızın da nizama girmesi için Gönül Sultanlarının rehberliğine ihtiyaç vardır. Zaten beşeri ilişkilerde göze çarpan hiyerarşi örgütlenmeye benzer durum, Allah'ın sevgili kulları arasında makam ve derecilerine göre vazife taksimi de söz konusudur.         Öyle ya mademki Allah Resulünün âlemlere rahmet peygamberi olarak gelmesiyle birlikte peygamberlik kapısı kapandı, o halde bu demektir ki Allah Resulünden sonrada onun izini iz sürecek varisi hükmünde beşeriyeti ıslah için irşat edicilerin kıyamete dek devam edecek demektir.  Öyle ki rabbani âlimlerin kanaati de odur ki sübjektif dünyanın nizamına yönelik manevi âlemde seyr-u suluk yolcularına rehber olacak kaptanlar sırasıyla Kutb’ul Aktab (Kutuplar kutbu), Gavs-ül Azam, Kutb-ul Ulema (İlk kutup) gibi manevi kutuplar bu iş için vardır. Ki, bu söz konusu Gönül Sultanı kaptanlarının her biri kendi çapında manevi halka oluşturarak irşat yapmaktalar. Derken halk dilinde üçler, yediler ve kırklar diye karşılık bulan bu irşad ediciler sayesinde insanların ‘manevi antro-sosyal çevreleri’ nizama alınmaya çalışılır da. Zira Allah Resulü (s.a.v); “Benim ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail peygamberleri gibidir” hadis-i şerifi sırrınca bu söz konusu ilmi ile amil olmuş rabbani âlimlerin varlığına işaret edilir. Hem nasıl işaret edilmesin ki, bikere her şeyden önce âlimler peygamberlerin varisleri olarak müjdelenmişlerdir. İşte bu varisler sayesinde beşeriyet nizam bulmakta. Böylece kâmil insanlar vasıtasıyla iç dünyamızda cereyan edecek değişim ve dönüşümlerin şeytani mi, yoksa rahmani mi olduğunu öğrenebiliyoruz. Elbette ki her şeyde uzman gerektirdiği gibi, iç dünyamızın güzelleşmesi içinde gönül sultanlarının rehberliğine muhtacız. Rehbere ihtiyaç duymayanlar herhangi bir engelle karşılaştıklarında dona kalıp haramilerce avlanacakları malum. Keza yine adil idareciye ihtiyaç duymayanlar içinde zindan şehirlerin doğması kaçınılmazdır. Besbelli ki, adil idarecilerin yönetiminde fazıl şehirler doğabiliyorken Gönül Sultanlarının halkasında ise Yunuslar, Mevlanalar çıkabiliyor. Aksi durumda ülkeler idaresizlikten viraneye dönüşüp irşattan yoksun insanlar ruhi bunalıma sürüklenecektir. O halde siz siz olun sakın ola ki vücut şehrini haramilerin rehberliğinde ahıra (havyaların yemlendiği mahal) çevirmeyesiniz, ilmiyle amil olmuş âlimlerin önderliğinde saraya çevirmek en doğrusudur. 

        Tercih noktasında dış dünyamızın idaresi için iyi ve kötü idareciler seçme noktasında dâhilimiz olduğu gibi vücut şehrin idaresi içinde ya gönül sultanlarını ya da hırsız fenerlerini rehber edinebiliyoruz. Tabii ki birincisi saadet, ikincisi ise felakettir. Anlaşılan hem dış dünyaya hem de iç dünyamıza ait zaaflarımız diz boyudur. Zaaflarımızın üstesinden gelmek için hem dış hem de iç şehrimizi nizama kavuşturmak gerekir. 

       Velhasıl-ı kelam; Peygamberimiz (s.a.v); “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” beyanından hareketle bilenlerin kılavuzluğuna başvurup dünyevi şehirlerimiz ile iç ve dış vücut şehrimizi aydınlatabiliriz pekâlâ.

        Vesselam.