Selim Gürbüzer

Tarih: 24.01.2025 10:01

FRANSIZ İHTİLALİ

Facebook Twitter Linked-in

XIX. yüzyıl çalkantılarla geçen ihtilal yıllarıdır. Tahmin etmişsinizdir, yani her şeyin ilk kıvılcım aldığı çağdan söz ediyoruz. Malumunuz XVIII. yüzyılın sanayi inkılâbı XIX. yüzyılda geçiş sancısına yol açmıştı. Nasıl yol açmasın ki; sanayileşmeyle birlikte sosyal çatışmalar hız kazanmıştı. Öyle ki; ortada ne tarım toplumunun köylüsü kalır ne de asiller. Varsa yoksa sahnede işçi ve işveren kaldı. Artık bundan böyle ücretli ve ücretsizlerin arasında derin uçurumların yaşanacağı günler çok yakındı. Hatta esnafın bile sanayileşme karşısında tutunması pek mümkün gözükmüyordu. Bu durumda onlar için işçi olmak mecburiyeti doğar,  başka çarelerde kalmaz zaten. Sadece esnaf mı, elbette ki köylüler de buna dahil olup tarımın yerini sanayileşmeye terk edecektir. Bu yüzden birçok toplum kesiminin proleterleşmesi kaçınılmaz gözüküyordu. Ne diyelim işte o yıllarda vahşi kapitalizm ideolojisinin ürettiği kaos ortamı budur, icabında insanı mesleğinden edip kepenk bile kapattırabiliyor. Dolayısıyla böylesi bir çağın ürettiği döküntüler karşısında proleterleşen esnafın mevcut sisteme düşman olması gayet tabii bir durumdur.

        Evet, XIX. asır bu temel gerçeklerden hareketle göz önüne alınarak değerlendirilmesi gereken bir çağdır. Hatta terör belası da bu çağın ürünü. Nitekim terör bu derin meselelerden beslenip bir yandan siyaseti alevlerken diğer taraftan toplumsal ihtilallere zemin hazırlıyordu. Bu yüzden yürüyüş, grev, lokavt gibi kavramlar bu çağla birlikte vitrine girmiştir.     

       İdeologlar da bu asrın ürettikleri rehberlerdir. Şöyle ki;  kendi yargılarından kopmuş kitlelere yön veren rehberlerin başında; Karl Marks, Saint Simon, Bakunin, Kropotkin ve Engels gibi ideologlar gelmektedir.  Tabii tabiat boşluk kabul etmez,  hiç kuşkusuz sen boş bırakırsan birileri fırsattan istifade kendi emelleri doğrultusunda kendi öğretisini enjekte ederek boşluğu dolduracağı muhakkak.  Nitekim Nefretle özlemin, ümitle ümitsizliğin bir arada yaşandığı bu çağda,  bu ideologların enjekte ettiği öğretilerin çok büyük payı vardır.   Zira söz konusu ideologların öğretileriyle kitleler kavgayı kendilerine meşru hak olarak görmüşlerdir bile.     

         Hızla yayılan vahşi kapitalizm dalgası başta Fransa olmak üzere tüm dünyayı etkisi altına almıştı. Öyle ki Fransa’da parasını değerlendirenler hızla zenginleşip yeni bir burjuva sınıfı oluşturuyordu. Derken bu ülkede servetin çoğu kral, asiller ve kiliseye değil burjuvaziye akıyordu. Tabii hal vaziyet durum böyle olunca ister istemez oluşan konjonktür asiller ve kilisenin aleyhine işliyordu, üstelik her geçen gün sırtını dayadıkları kurulu saltanatları güç kaybediyordu. Her geçen gün güç kaybına uğradıkça da elbette ki olan biteni balkondan seyretmek olmazdı, çözüm arayışlarına koyulacaklardır. Ancak çözüm arayışına girdiklerinde bula bula çözüm olarak ortaya yeni ilave vergi paketleri koyup ekonomik yükün tamamı yeni oluşan zengin sınıfın üzerine ve halkın sırtına bindirilmesi şeklinde bir paket devreye girecektir.  Oysa getirilen ilave ağır yük getiren vergiler daha da işi çıkmaza sürükleyecektir. Derken işler sarpa sarınca ekonomik sıkıntılara paralel bir şekilde Fransa içten içe kaynamaya başlar ve her alanda sıkıntı had safhaya ulaşır. Hatta oluşan bu konjonktür de laik düşünce;  kiliseye karşı açtığı mücadelede adından söz ettirir konuma gelir de.   Peki,  sırf laik düşünce mi adından söz ettirir, bu arada yükselen burjuvazi kesimi de ezilen, hor görülen büyük bir kitle ile birlikte tek değer ilan ettikleri eşitliğe vurgu yaparaktan adından söz ettirecek konuma gelir. Böylece hâkimiyetin kilise ve asillerin değil, kayıtsız şartsız tüm halkındır sloganı tüm kesimlerin ortak parolası haline gelir.  Gerçekten bu slogan ilerisinde meyvesini verir de.

         1789 Fransız ihtilali bildirisi incelendiğinde Amerikan yurttaşlık bildirisinin hemen hemen aynısı olduğu görülecektir.  Şöyle ki; Robespierre bu anlamda Fransa’nın tepeden inmeci akımının temsilcisi olarak tarihe adını yazdırırken Jefferson da Amerikan McCarthy anlayışın öncüsü olarak tarihe adını yazdırmış olur. Aslında Amerika ve İngiltere’nin Fransa’dan tek farkı bu değişimi şiddetsiz gerçekleştirmiş olmalarıdır. 

        Başlangıçta Yeni Fransa’yı sil baştan inşa etmek adına İngiltere örnek alındı alınmasına ama karşısında ‘Kral-kilise-asiller’ üçlüsüne dayanan koyu despot bir rejimin varlığı onları içten içe ürkütüyordu. Bu üçlü kumpas değişimin önünde adeta etten duvar örmüşlerdi. Olsun yinede bir çıkış yolu olmalıydı. İşte bu arayış içerisinde halkın zihnine acaba bu barikatları aşabilecek miyiz sorusu takılı verir. Bu duygulara tercüman olacak ses ise en nihayetinde Robespierre’den gelir.

        Robespierre evvela yerleşik düzeni aşağılayıp Cumhuriyetin meyvelerini birlikte paylaşacağız vaadini heryerde haykırmaya başlayarak işe koyulur. Öyle ki; artık kılıç kınından çıkacak derecede her gittiği yerde kralcı rejimi yerden yere vuraraktan halkın gözünde bir numaralı adam olmayı başarır da. Her geçen gün ününe ün katıp gözde adam oldukça Fransız halkın vazgeçilmez evladı olarak adından söz ettirir. Bir başka ifadeyle kabına sığmayan başkaldıran evladı sayılırdı bundan böyle. Onun üçlü sultaya bayrak açmış olması halkın gözünde ününün artmasına ziyadesiyle yetmişti. Ancak her geçen gün yıldızı parladıkça şımarıklığında doruğuna çıkıyordu. İşte bu noktadan sonra Robespierre gözü dönmüş zulmün önderi rolüne bürünür bile.

       Robespierre ve ekibi en sonunda patlayan volkan misali kitleleri peşine takıp cumhuriyet, özgürlük, eşitlik gibi hemen her insana cazip gelebilecek kavramlarla halkı harekete geçirecektir. Böylece halkı galeyana getirecek sloganik kavramlarla her türlü cinayetin işlenmesi görev telakki edilecektir. Fransa değişime adım atmaya karar vermişti bir kere. Asla değişim isteklerinden vazgeçemezlerdi. Ne var ki toplum değişime adım atarken yumuşak geçiş ya da demokratik yollardan geçiş yapamadı, ihtilal yoluyla ancak değişim ve dönüşümlerini gerçekleştirebildiler.

        Malum bir zamanlar Fransızlar köken olarak ataları Tuna boyunda Macaristan civarında yaşayan Frank adında Barbar kavimlerinden olup yaşadıkları tarihi süreç içerisinde Roma imparatorluğunca Akdeniz’e inmesi yasaklanıp uç beyliği konumunda kalmak şartıyla vergiden muaf tutularak yaşamalarına izin verilen bir millettiler. Zaten ‘Frank’ ibaresi de ismiyle müsemma vergiden muaf tutulan Fransız demektir. Ancak nereye kadar muaf tutulabilirlerdir ki, bir bakıyorsun Roma imparatorluğunun çökmesiyle birlikte ortada kendilerine sahip çıkacak sığınacak doğru dürüst bir liman devlet kalmayınca eski adıyla Galya, yeni adıyla bugünkü yerleştikleri Fransa’ya göçmek zorunda kalacaklardır. Derken tıpkı bizim Malazgirt zaferiyle Anadolu’yu Türk İslam kültürü ile kendimize vatan kıldığımız gibi Franklar da göç ettikleri Galya’yı Fransız kültürü ile kendilerine vatan kılacaklardır. Bu arada kurdukları mutlak monarşik düzenlerini ise 1789 yıllarına kadar bir şekilde devam ettirip Fransız ihtilalinin akabinde cumhuriyete geçiş yapmalarıyla birlikte tarihin sayfalarına gömüvereceklerdir. Artık bundan böyle 1790’ların sonunda imparator Napolyon’un yükselişine dek tarihin sahnesinde Yeni Fransa yer alacaktır. Öyle ki Yeni Fransa’nın değerlerinde sınıf hukuku yerine vatandaşlık hukuku, hatta bir zamanlar kutsal addedilen kral veya kilise sultaları değil tüm vatan sathında yaşayan insanlar kutsal sayılacaktır.

        Yeni oluşan Fransa’da Danton,  Fransız ihtilalinin ılımlı kanadının öncüsü olup aynı zamanda Robespierre’nin hem can arkadaşı hem de can yoldaşı olarak dikkat çeker. Ancak ne var ki ihtilalin 14 aylık süreci içerisinde her yer süt liman olduktan sonra o ara her ne oluyorsa bir bakıyorsun can yoldaş addettiği Danton’u ve arkadaşlarını acı bir sürpriz karşılayacaktır. Nitekim arkadaşlarının hemen hepsi bir anda hain ilan edilip böylece Danton ve arkadaşları tutuklanarak başlarını giyotine vermekten kurtulamayacaklardır. 

        İlginçtir,  Danton başını giyotine uzatırken ‘Benim ölümüm Robespierre’yi giyotine sürükleyecektir’ sözleri eşliğinde son nefesini tamamlarken bu arada gözü dönmüş kitlelerde kendinden geçmişçesine “Yaşasın Cumhuriyet!” diye haykıracaklardır. Bu demektir ki;  kanla beslenmek bir nevi toplumsal çılgınlık, ideolojik sarhoşluk ya da kan dökme töreniymiş meğer.

        Evet, ihtilaller hep kanla beslenip kanla neticelenir de. Öyle ki bu uğurda beraberce yola çıkılan devrimci arkadaşlar bile ihtilalden sonra düşman gözüyle bakılır. İhtilal kanununda yeni kurulu düzenin selameti için en yakın arkadaşında olsa ortadan kaldırılması gerektiğine inanılır. Örnek mi? İşte Robespierre’in Danton’u, Hitler’in SS. Şefi Roehm’i, Stalin’in kızıl ordu şefi Troçki’yi hain ilan ederek yoldaş oldukları arkadaşlarını bir bir yutmaları bunun tipik örneklerini teşkil eder. Düşünsenize aralarında en ufak görüş ayrılığının nüksetmesi ya da bir pürüz çıkması hayatlarına mal olmasına kılıf olabiliyor. Dahası ihtilallerin doğası gereği hem muhalifini,  hemde evladını yiyen birer kıyma makinesi görevi üstlenebiliyor. 

        Robespierre sadece rakiplerini değil,   jakoben olmayan tüm unsurları hain ilan ettikçe kendisine olan ilgi ve alaka da kesilmeye başlar. O böyle yaptıkça düşman sayısı daha da artmaya başlar, üstelik bu sayının artmasına neden olan ana etken unsur ise farkında olsa da olmasa da bizatihi kendisidir. Derler ya kendi düşen ağlamaz diye, aynen öyle de Danton’un ahı tutar da.  Hem nasıl ahı tutmasın ki, pek çok kişide artık sıranın kendilerine geleceği kanaati oluşmuştu. Zira Robespierre’nin kan akıtmaya hiç doyacağı yoktu. Adam kan akıttıkça daha da içesi geliyordu habire. Ancak o kana doymadıkça toplumu içten içe korku saracaktır. Hatta kader arkadaşları da kara kara düşünür hale gelirler.  Nitekim git gide artan bu endişeler Robespierre’in etrafının boşalmasını beraberinde getirip en nihayetinde yanlış uygulamaları yüzünden yalnızlaşır da.  Neyse ki bu elim vaziyette pek çok insanın kaygılarını dindirecek toplumun içerisinde gizli bir el diyebileceğimiz Joseph Fouche devreye girer de Robespierre’in sonunu getirmiş olur.   Nasıl mı?   Şöyle ki;

       Robespierre kendi başına baş başa kalınca ara sırada olsa derin düşüncelere dalar gibi oluyordu, bir şeyler sezer gibiydi sanki. Zamanla sezgileri şüpheye dönüşünce daha fazla yerinde duramaz kuşkucu halini üzerinden atma ihtiyacı duyar. Bunun için ilk işi İhtilal meclisine gelip kürsüye çıkıp bildik o ateşli konuşmasını yapmak olur. Ancak konuşmasının satır aralarında geçen:

      - “Hainler cezalandırılmalı, hizipler ezilmeli” cümleleri dilinden tane tane döküldükçe meclis sıralarında; 

        -“Madem öyle isim ver” diye bağrışmalarına muhatap kalır. 

        Tabii Robespierre isim veremez, vermemekte ısrar edince de daha öncesinden Fouche’nin kafasında planlayıp gizlice tertiplediği o ustaca planı devreye girer ve tepki sesleri daha da çoğalıp meclis duvarları yankılanır da. Bu durum karşısında Robespierre’nin dili tutulur adeta. Tekrar meclis sıralarında yeniden; 

       -‘Hadi isim ver!’  tepkileriyle yüzleşir. 

       İşte bu gürültüler eşliğinde Robespierre’nin rengi sararır. Tabii o’nun rengi sarardıkça meclis sıralarında sesler daha da yankı yapıp hep bir ağızdan nokta atışı diyebileceğimiz; 

      - “Danton’un kanı tuttu!” cümleleri Robespierre’yi can evinden vuracaktır. Oysa isim verse bağrışmalara son verecekti,  ama hala dili kekelemeye devam ediyordu. O an basireti kapanır da. 

       Derken en nihayetinde meclis cesaretle o ve arkadaşlarının suçlu olduğu kararını alır. Böylece kendisiyle birlikte 21 arkadaşı giyotine verilir. Bu noktadan sonra tüm Fransa halkı derin bir nefes alır. 

        Hani etme bulma dünyası denilir ya hep, aynen Robespierre için de ettiğini bulacak bir şey yaşanıp böylece evlatlarını yiyen ihtilalin kalbi durmuş olur. Malum Robespierre’in ardından ise sivil güçler birbirine kıymaya başlar. Artık dizginleri bu kez General Napolyon eline alır. Hatta Napolyon ordunun gücüne dayanarak Cumhuriyete son verip imparatorluğunu ilan eder.  Dolayısıyla cumhuriyet için yeni ümitler bir başka bahara kalır. 

        Velhasıl-ı kelam Fransa serüveni burada bitmeyecek gibi. Kim bilir tarihin sayfaları işledikçe bakalım Fransa’da daha nelere şahit olacağız. O halde bekleyelim görelim derim.

        Vesselam.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —