Geçmişi aramak şimdiki zamandan memnun olmamayı ifade eder. Benim ki öyle değil, insan kendi zamanında kalmalı, ne geçmişe saplanmalı ne de onu büsbütün yok saymalı.
Bazen geçmişe ders almak, nereden nereye geldiğimizi görmek için döneriz. Dünle bugünümüz arasındaki uçurum bizim dönüşme seyrimizi gösterir. Bazılarımız dünde kalır, bazılarımız ise şimdiki zamanla birlikte yürür.
Bu yazıyı Ramazan'da yazmayı planlamıştım. Ama seçimler, kendinden başka şey yazmaya imkan vermedi, siyasete gömüldük kaldık.Demek ki zamanı şimdiymiş...
Teravih namazlarının çocukluğumda büyük yeri vardır.Çünkü bize akşam akşam evden çıkma/kaçma imkanı verirdi. Söz konusu namaz olunca da rahmetli babamın izin toleransı sonuna kadar açılırdı. Yaşları 12-15 arasında değişen 8-10 arkadaş her gün bir camiye gider namazımızı kılar, sonra da bir çay ocağında çayımızı içer, manevileştiğimizi, içimizin yıkandığını hissederek eve dönerdik.
Teravih dediysem bizim için sadece namaz değildi, biraz da eğlenceydi. Genellikle grup olarak camilerin üst katına çıkar birlikte namaz kılardık. Tabi secdedeyken birbirimize tokat atmak, güldürmek için ıhlama sesi çıkarmak gibi yaramaz yanlarımız da vardı. Biri gülmeye başlayınca neredeyse bu bütün safa yayılır, üst katta namaz kılan vatandaşın namazı ifsat olacak duruma gelirdi. Selam verilir verilmez -suçlu ben değilim- gibilerden ciddileşir ama çoğu zaman yanımızdaki büyüklerden enseye hafif bir tokat yemekten kurtulamazdık. O da bir nevi ödül olurdu. Bazen de selamdan sonra imam aşağıdan bağırır," çocuklar uslu durun beni oraya getirmeyin" der, sonra "Selattin o çocuklara sahip ol"diye uyarırdı. Selattin caminin müezziniydi ve o da namazı üst katta bizim önümüzde kılardı.İmam Selahattin diyemediği için Selattin derdi, bunu bile komik bulur bir eğlence vesilesi yapardık.
Dile kolay, bir teravi namazı normal kılışla 45-50 dakika sürer, kanı kaynayan bizim gibi çocuklar için bu çok uzun bir süreydi. Bir gün akranlarımızdan başka bir gruptan Jet Mahmut diye bir hocanın övgüsünü duyduk. Hoca toplamda otuz üç rekat namazı 15 dakikada kıldırıyormuş, durur muyuz, ilk teravihte Jet Mahmut'un camisine gittik. Bütün cemaat neredeyse çocuklar, gençler ve biraz da bizim gibi bir an önce kendini dışarı atmak isteyen büyüklerden oluşuyor. Namaz başladı, Jet Mahmut uçak gibi gözümüzü açıp örtene kadar namazı kıldırdı, yaramazlık yapmaya bile zaman bulamadık. Namaz bitince birbirimizin yüzüne garip garip baktık, "ula bu neydi, nasıl bir namazdı," diye. Sonra tabiatıyla Jet Mahmut'un müdavimi olduk. Memlekette namı o kadar yayıldı ki, namaz mı kıldırıyor, kültür fizik mi yaptırıyor tartışma konusu oldu. Sonunda oraya hızlandırılmış namaz kılmaya giden bizzat cemaatinin şikayetiyle bir köy camisine gönderildi. Biz de biraz büyüyünce artık jet gibi namaz kılmayı bırakıp, usul ve erkanına göre kılmaya döndük. On-On beş yıl önce şehrin bir gazetesinde merak edip bir jet Mahmut yazısı yazdım, sağ mı ölü mü diye sordum. Bir gün sonra telefonum çaldı açtım, ben Jet Mahmut sağım dedi, eski günlerden bahsettik. Memleketin renkli bir simasıydı, birkaç ay önce dünya imtihanını tamamlayıp, beka alemine uçtu. Onu hep çocuklara namazı sevdiren bu yönüyle rahmetle hatırlayacağım.
Bu Ramazan'la ilgili bir hatıram ama asıl anlatmak istediği bu değildi. Yıllar sonra üniversite kazanıp Ege'nin şirin bir kentine geldim. Ülkü Ocakları ikinci başkanıyım. Gurbet Ramazanlarının, iftarlarının, sahurlarının tadını hiç bir yerde bulamazsınız. Hele Ocak sofralarının... Şehrin asayişinden, terbiyesinden sorumlu görevliler gibiydik. İftar ve teravihten sonra sahura kadar mahalle mahalle dolaşırdık. Teravihler çoğunlukla Ocaklarda da kılınırdı. Siz bakmayın şu sıralar seküler milliyetçilik teraneleri fısıldayanlara... Özellikle taşrada, Anadolu'da böyleydi. Fırından yeni çıkmış mis gibi kokan ,buğusu üzerinde somun ekmek, çay, sana yağı ve zeytinle açtığımız iftarların tadı en zengin sofralarda bile yoktu.
Bir gece Ocak başkanı ile yardımcısı, yani ben dolaşıyoruz, sahur vakti gelince Ocağa veya Yurda dönüp sahur yapacağız. Şehir o zaman küçüktü, sonradan büyüdü, büyük şehir oldu. Gezerken ben pencerelere bakıyorum, hangi evde ışık var hangi evde yok öğrenmeye çalışıyorum. Işıksız evleri kafamda sahura kalkmayan, oruç tutmayan Komünist evi diye kodluyorum.Mantık bu. Bir yere geldik sağa sola baktım çevrede kimse yok, evin ışıkları yanmıyor, elimi belime attım, "bu eve sıkacağım" dedim. Başkan elime yapıştı, "deli misin, kalkıp tekrar yatmış olabilirler, mazeretli olabilirler, sonra tutmuyor da olabilirler, zorla mı tutturacağız" dedi. Zar zor beni ikna etti. Çıkardığımı tekrar yerine koydum. Bu -deli misin- sözü çok önemli, o günkü halimin, belki de çoğumuzun halinin özeti gibi. Delilikle fanatiklik hatta radikalizm arasında bir karış bile mesafe yoktur. Fanatizm, bazen delilikten bile tehlikelidir. Deliyi ilaçla uyutabilir, kolsuz- kanatsız bırakabilirsiniz, fanatiğe tesir edecek ilaç yoktur. Onun olgunlaşması, frenlerinin tutması için zaman yahut büyük şoklar gerekir. O taşkınlık, o kabına sığmazlığın sonu ne oldu dersiniz? Yaklaşık 11 yıl hapis, hala tortusu içimizde ayrılıklar, hasretler, işkenceler, zulümler ve tabi yarım kalan ve hep öyle kalacak olan hayaller. Onun için uhuleti, suhuleti elden bırakmamak gerekir. Gençlik delilik çağıdır, kolay kolay telkine gelmez. Geriye bakmak biraz da bunun için gereklidir. Ateş, her zaman başkasını yakmaz, bazen başkası ile birlikte sizi de yakar. Söndüğünü sandığınız ateş,yıllar sonra tekrar harlanır, yeniden yanmaya başlarsınız. Bu defa o ateşi tutuşturan büyük mahkeme ile aranızdaki mesafenin daralmasıdır. İşte bunun için geçmişe bakmalı, dersler çıkarmalıyız.
Bütün okuyucularımın Mübarek Ramazan Bayramını kutlar, huzur içinde geçireceğimiz nice bayramlar dilerim.