Ulaş Salih Özdemir

Tarih: 21.04.2025 12:27

GELDİĞİN YERİ UNUTURSAN, GİTTİĞİN YERDE KAYBOLURSUN

Facebook Twitter Linked-in

Bu cümle, içimde yıllardır yankılanan bir türkü gibi. Her nereye gitsem, hangi şehirde hangi sokakta yürüsem, yüreğimin bir köşesinde hep Kılıçlı Köprüsü’nün üzerindeki o küçük ev belirir. Hasan Tassin Caddesi No:11… Zorunlu bir ikametti belki, ama çocukluğumun her taşını, kokusunu, gölgesini taşıyan bir hatıralar yumağıydı orası.

Babamın vefatından sonra, bir sığınak arar gibi dedemlerin yanına yerleştirilmiştik. İki gözlü, daracık bir evdi. Bir yatak odası, bir mutfak ve küçük bir oturma odasından ibaretti. Ama dışı o kadar küçükken, içindeki acılar, hayaller ve sessiz gözyaşları bir haneyi değil, koca bir romanı doldururdu.

Tuvalet evin içinde değildi. Yaklaşık yetmiş metre aşağıda, bahçenin içinde, elektriksiz, karanlık bir kulübenin içindeydi. Oraya gitmek çocuk kalbimde bir işkenceydi. Her seferinde elimde bir fener, yüreğim ağzımda giderdim. Karşıma ne çıkacak diye değil; o ıssızlığın içinde kendi yalnızlığımla yüzleşmekten korkardım. Belki de bu yüzden, bugün bile tuvalet kapılarını aralık bırakırım. O çocukluk korkusu hiç tam anlamıyla çıkmadı içimden.

Avlunun iç kısmında derin, kör bir kuyu vardı. Ne zaman başımı eğip içine baksam, dibi yokmuş gibi gelirdi. Sanki o karanlık, beni içine çekmek isteyen bir sır gibi bakardı gözlerime.

Bir köşede briketle örülmüş, çatlaklarından su sızan, yosun tutmuş bir havuz… Yanı başında, bizim evden hallice bir kümes. Derinliği iki metreyi bulan, üstünde salça ve pekmez kaynatılan taş ocağı… Hepsi çocukluğumun sessiz şahidiydi.

Bahçede bir dut ağacı, biraz ötede yaşlı bir elma… Ama en çok da korktuğum yerdi samanlık, tandırlık, konutluk ve tuvalet. Evlerin arasında daracık bir geçitten gidilirdi oraya. Hava karardı mı, geçmek bile istemezdim. Sanki geçmişin hayaletleri orada dolaşırdı geceleyin.

Dedemin eviyle bizim ev arasında bir çeşme vardı. Çiçeklerle çevrilmiş küçük bir alan… Hayatla ölüm, umutla korku arasında kurduğumuz o geçiş yeriydi belki de. O iki dam ev, bizim için sadece birer yapı değildi. Hayallerimizle, korkularımızla büyüdüğümüz, hayata tutunmaya çalıştığımız birer sığınaktı.

Anahtarımız öyle büyüktü ki, kale kapılarına yakışırdı. Ucuna anahtarlık bile takılmazdı. Tahta kuzularının gölgeleri, geceleri uyumadan önce duvarda hayal kahramanlarına dönüşürdü benim için. O hayaller olmasa, uykularım eksik kalırdı.

Dedem huysuzdu. Aksi ve sertti. Kız çocuklarından olma torunlarını pek sevmezdi. Anneannem daha müşfik görünse de, erkek torunlarına düşkündü. Bize bazen soğuk davranır, ikramdan geri durmaz ama sevgi konusunda cömert değildi.

“Aman okuyun, aman çalışın. Dul avrat sıpası demesinler.”

Bu cümle, bir dua gibi değil, bir talimat gibi çıkardı dudaklarından. Ama belki de bu sertliğin içinde bile bir tür koruma içgüdüsü vardı.

Annem… Hem anneydi, hem baba. Hem dede, hem de ebe… Hayatın sırtına bindirdiği yükleri, tek başına taşımayı bilen güçlü bir kadındı. Hiçbir zaman ezdirmedi bizi. Ama dedemin ağır baskısı yüzünden daha üçüncü sınıfa giderken ayakkabı boyacılığına gönderildim.

Bir sandık bulundu komşudan. Kayışla omzuma asıldı. Bedenime ağır geldi, ruhuma daha da fazla. Boyacılığa giderken kimse görmesin diye alt bahçeden geçerdim.

“Boyyalım… Bol cilalı, badem yağlı boyyalım…”

diye seslenirdim sokak sokak. O sandığın ağırlığı sırtımda değil, kalbimde taşınırdı. Ve çocuk yaşımda bile hissederdim: Hayat bana biraz fazla büyüktü.

---

İnsan bazen, geldiği yeri unutmak ister. Acıyı, yoksulluğu, yalnızlığı… Ama unutmamalı. Çünkü orası, seni sen yapan yerdir. Düşlerin orada çatlar, duaların orada yankılanır, korkuların orada büyür. Ve oradan aldığın güçle yürürsün ileriye.

O yüzden diyorum:

Geldiğin yeri unutursan, gittiğin yerde kaybolursun.

 

#usö #ulassalihözdemir


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —