Selim Gürbüzer


GELENEK VE MODERNLEŞME

Gelenekçi düşünce modernleşmeye giden bir yolda köprüdür. Geleneği hiçe sayan, sırf kuru modernleşme havarisi kesilmek gerçeklerle hiç bağdaşmaz. Gelenekle bağları kurup modernliğe yol almak en doğrusu.


Gelenekçi düşünce modernleşmeye giden bir yolda köprüdür. Geleneği hiçe sayan, sırf kuru modernleşme havarisi kesilmek gerçeklerle hiç bağdaşmaz. Gelenekle bağları kurup modernliğe yol almak en doğrusu.

Bir takım aklı evvel yarı aydınlarımız gelenekten bihaber modernleşme hareketlerinden dem vurmaktalar. Oysa modernleşme denilen olgu geleneksel değerler üzerine inşa edilebilmekte. Maalesef bugüne kadar bir takım yarı aydınların propagandalarından hareketle geleneği dışlayarak modernitenin kurulacağını sandık. Hatta ne kadar dini olan ve kültürel değerlerden mahrum kalınırsa o kadar modern olacağımızı düşledik. Anlaşılan yüzeysel değişimlerin cazibesine kapılmışız hep. Koro halde simgesel değişim şarkıları ile kendimizden geçmişiz adeta, ama sonuçta kendimizi kandırdık, üstelik bunu iç dünyamızı karartarak yaptık.

Şahsiyetimizin oluşmasında etkileyici yol olarak geleneklerimizi baş tacı yaparaktan modernleşebilirdik pekâlâ. Dahası modernleştikçe geleneklerimize sahip çıkabileceğimiz gibi hayatı da yeniden keşfetmiş olacağımızı akıl edebilirdik.

Yinede henüz vakit kaybetmiş sayılmayız. Şayet yaşadığımız hayatı cehenneme çevirmek istemiyorsak hem geleneğimizi yeniden canlandırmalı hem de modernleşmeyi sağlamalı. Sadece geleneği savunup modernleşmeyi dışlamak yahut tam tersi modernleşme adına geleneğe karşı çıkmakta yanlış. Modernliğin dili ile konuşurken geleneğimizi mutlaka hesaba katmalı.

Gelenek ve modernleşme kavramlarını bir meyvenin içi ve dışı gibi algılamalı. Tıpkı şeriat ve tasavvufun ayrılmaz gerçeğinde olduğu gibi hissetmeli. Her kim ikisini birleştirip marifet ve hakikate ulaşabiliyorsa gelenek modernleşme sentezlemesi de öyledir. O halde şimdi geleneğimizi diri tutup modern hayata renk katmak zamanıdır.

Aydınlarımızın bir kısmı tutucu, bir kısmı da sosyetik tavır takınmaktalar hala. Oysa aklın gereği ne tek başına tutuculuk ne de tek başına ilericiliktir, marifet olan her ikisini birleştirmektir. Her nedense karşılaştığımız olayların ya içinde ya da dışında kaldık, bir türlü hem iç hem de dış olamadık. Gerektiğinde Yunus, gerektiğinde Yavuz olamadık. Başkalarının yerine kendimizi koyup da empati bir tavır sergileyemedik. Ya sadece sempatik, ya da antipatik kalmayı yeğledik. Oysaki kadife eldiven içinde demir yumrukta olabilirdik. Zira kadife eldivenden amaç hoşgörümüz (geleneğimiz), demir yumruktan kastımız ise teknolojik (modernitemiz) gelişmelerdir.

Peki ya tarihe bakışımız nasıl derseniz, maalesef geçmişe bakışımız tek boyutludur. Ya birilerini kahramanlaştırmayı ya da cüceleştirmeyi meziyet addediyoruz. Habire tek düzlemde gidip gelmeye çalışıyoruz. Maalesef modernleşme ve gelenek konusunda da aynı yolu izlemeyi yeğliyoruz. Kimimiz modernleşmeyi tek meşale görüyoruz, kimimizde geleneği simgeleştiriyoruz. Oysaki sağduyunun gereği ne köksüz modernlik ne de modernlikten mahrum bir gelenektir, bilakis ikisinin de ortak paydada buluşabileceği modernite ve geleneğin el ele, gönül gönüle vermesidir. Dolayısıyla en doğru tavrın bu olması icap eder.

Her şeye rağmen çoğulcu anlayışlar geliştikçe empatik (kendimizi başkasının yerine koyma) yaklaşım topluma sirayet edeceği muhakkak. Hatırlarsanız 12 Eylül öncesi toplum kamplara bölünmüştü. Neyse ki 12 Eylül sonrası kutuplaşmalar artık eskisi kadar koyu değil. Nitekim solculuk ve sağcılık sadece kelimelerde kaldı. Bu yüzden fikir ayrılıkları eskisi kadar bölücülük olarak algılanmıyor. Tam tersi farklı düşüncelerin bir arada fikir zenginliği oluşturacağı konuşuluyor. Zaten bu durumu Türkiye açısından sevindirici bir gelişme olarak düşünüyoruz.

Unutmayalım ki Japonya’yı ayağa kaldıran enerjik güç, modernliği savunan kesimlerle muhafazakârlığı savunanların bir arada Japon ideali etrafında birleşmeleridir. Bu yüzden Japonya örneği modernite ve geleneğin bir arada bulunabileceğinin en bariz ispatı olarak karşımıza çıkar.

Elin adamı ay’a çıkıyor, her geçen gün yeniliklerine yenilik katıyor, bizimkilerin ise uğraştıkları şeylere bakın, hala giyim kuşama karışmayı marifet sanıyorlar. Üstelik bilimi bir kenara itip başörtüsü gibi temel insan haklarına aykırı baskıcı uygulamalarla oyalanıyorlar. Japon’un kimonosu ülkesinde problem teşkil etmezken Türk’ün eşarbı, başörtüsü, ya da kimilerince türban diye tanımlanan örtüyü dışlamaktan yüksünmüyorlar. Bir zamanlar dışladıkları ne ninemin yemeni başörtüsü, ne dedemin Yemen çölünde bıraktığı asası, ne sakalı ne de şalvarı ay’a çıkmamıza maniydi. Kaldı ki hor gördükleri türbanlılar mezun oldukları okulları birincilikle bitirmelerine rağmen bu menfi propaganda gündeme gelebiliyordu. Dahası rüştünü aşmış genç kızlarımız diploma törenlerinde tartaklanmanın ötesinde ikna odalarına alınarak aptal yerine konup beyin terapisine tabi tutulmuşlardı. Bu demek oluyordu ki moderniteden anladıkları insanın beynindeki düşüncesi değilmiş, dış görünüme takılmakmış meğer. Bıraksaydınız da insanlar nasıl giyiniyorsa giyinselerdi, ister kapalı ister açık giyinsin, üniversiteye gelen insan çocuk değildi ki sen şöyle yap veya böyle yapma diye telkininde bulunabilesin. Hani diyorlardı ki üniversite hür düşüncenin yaşandığı kalesiymiş, ama söz konusu başörtüsü olunca bu düşünce rafa kaldırılmıştı. O günleri yaşayanlar çok iyi bilirler ki okudukları Fakültelerini başarıyla tamamlayan genç kızlarımızı alkışlamamız gerekirken sırf inançlarının gereğini yerine getirme duygusuyla başörtü örtenleri kendi öz yurdunda parya durumuna düşürmekten hiç sıkılmadan ve vicdan azabı duymaksızın onları modernleşmeye aykırı bulup ‘öteki’ ilan ediliyorlardı.

Modernlik ve gelenekçilik iyi etüt edilmeli ve kavram kargaşalığına meydan vermeden doğru tarif edilmeli. Elbette ki batı kilisenin tutuculuğuna karşı mücadelesinde haklıydı, nitekim bu uğurda Rönesanssını gerçekleştirdi bile. Biz ise sapla samanı birbirine karıştırıp kilise ile camiyi terazinin aynı kefesine koymaya çalışıyoruz. Bizim medeniyetimizde camii ilmi teşvik etmiş ve beşikten mezara kadar oku denmiş, bununla da kalmayıp ilim Çin’de dahi olsa arayınız diye teşvik edilmişiz de.

Engizisyon mahkemelerinin giyotini batıya has olgudur. İlmi giyotine veren süreç batıda yaşanmıştır. Bizde ilim adamı hep baş tacıdır. Yükselişimiz ilim sayesinde gerçekleşmiştir. Ne zamanki azamet döneminden çöküşe geçtik, o zaman kendi ellerimizle altın çağımızı adeta ortaçağlaştırdık. Batı ise ortaçağında aydınlanmaya yakalayıverdi. Biz biliyoruz ki, 19.yüzyıl Osmanlı aydınlarının modernleşme çabaları dünyada gelişen modernleşme gelişmeleriyle alakalı bir husustur. Bugün bir kısım aydınlarımızın modernleşmeden anladığı ise sanayi devriminin gerçekleştiği yıllara has modernitedir. Oysa her ülkenin kendine has modernite anlayışları mevcut. Yani Japon tipi, Çin tipi, Türk modernitesi gibi. Ne köksüz bir gelecek, ne de gelecekten yoksun kök bizim asla kabulümüz olamaz. Şairin; ‘Kökü mazide olan atiyiz’ sözü gerçek kriterimizdir. Gelenekçi anlayışla modernize karşı tavır alıyorsak bunun anlamı gettolaşmaktır. Yahut tam tersi modernite adına geleneğe ilgisiz kalıyorsak marjinalleşiyoruz demektir. Her iki durumda kalmakta kayıptır, şayet kayıp ülke konumuna düşmek istemiyorsak.

Tarihimizin o haşmetli dönemine (15. ve 17. yüzyıl) alakadar olduğumuz gibi, 19. yüzyıl modernleşme çabalarına da kayıtsız kalamayız. Nasıl ki tarihimizin o muhteşem büyüleyici dönemini tabii karşılıyorsak, dünyanın geldiği noktaya da duyarsız kalamayız.

Farklılıklarla bir arada yaşayabileceğimizi fark edip birbirimizin kuyusunu kazmayı terk etmekte sayısız yararlar vardır. Olaylar karşısında kendi zaviyemizden baktığımız gibi başkalarının gözlüğü ile de görmeye çalışalım. Modernistlerimizin de gelenekçilerimizin de aşamadığı nokta bu, yani bir türlü birbirlerine karşı empati tavır takınamıyorlar. Fakat zamanla bu handikapı da aşacağız, ümitvarız, biraz sabır diyelim şimdilik.

Bir kere yaşadığımız toplum bizim toplum elbet. Onu iyi tercüme edip kendimizi keşfedebiliriz. Topluma yabancılaşmadan modernite hamlesinde bulunabiliriz pekâlâ. Toplumla özdeşleşmeyen modernleşme anlayışları çoğu kere sloganik olmaktan öteye geçemiyor, geçemez de. Yenilik güzel bir olay elbet, fakat toplumla barışık değilsen neye yarar ki. Bu yüzden Mehmet Aydın; ‘Geleneğin olmadığı yerde modernleşmede olmaz. Gelenek modernliğin zeminidir. Zemini olmayan yerde yükselme olmaz…’ diyerek gelenekle modernliğin buluşma köprülerine vurgu yapar.

O halde modernleşme ile geleneği barışık kılmak Nizam-ı âlem ülkümüzün gereğidir.

Batının modernleşme hareketleri 18.yüzyılla başlar. Dahası sanayi devrimiyle modernlik doğmuştur. Modernitelerinin temel dayanağı bilim, teknoloji ve akıldır. Kilise sükût bulunca egemen kültür olarak akıl zirveye oturmuştur. Böylece teknolojinin ve bilimin öngördüğü her şey modernist kültür addedildi. Fakat aradan yıllar geçtikçe salt aklında tek başına batı insanının ruhunu doyurmadığı görüldü. Derken yeniden gelenekçiliğin gücü fark edilmeye başladı. Sonradan anlaşıldı ki ne tek başına mekanikleşme ne de ruhlaşma derde devaymış. Bu yüzden her ikisinin buluştuğu noktayı arar oldu insanoğlu. Anlaşılan insanlık gelenekle modernleşmenin kucaklaşacağı günleri sabırla bekliyor.

Velhasıl-ı kelam; ‘Onlar ticaretle meşgul olsalar dahi Allahın zikri alıkoymaz’ ilahi hüküm bizi hem gelenekçiliğe hem de modernizeye götürür. Makinenin ve maddiyatın esiri olmamak için ruhun gıdasını vermekte şart gibi. Böylece akla ruh katarak gerçek hürriyeti elde edebiliriz. O halde eskiye eski deyip yeninin de güya hemen her şeyi kapsadığı zehabına kapılmamalı. Hem iç hem de dışımızı süsleyip ötelere kanatlanmalı, bundan gayrisi bize yaraşmaz zaten.