Âlemlerin Rabbi tarafından “Âlemlere rahmet olarak gönderilen”[1] Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm; hem sîret, hem de sûret îtibâriyle bütün meziyetlerin zirve noktasında yaratılmış, çok özel ve emsâlsiz niteliklerle mücehhez kılınmış ve en mükemmel bir biçimde terbiye edilmiştir. Peygamberlik Semâsının Kutup Yıldızı olan O “Gül”; kıyâmete kadar bütün insanlığa “yol gösterici bir rehber”[2] olması için gönderilmiştir. Beşeriyet ufkuna “nurlu bir kandil”[3] olarak tezyîn edilen Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Kur’ân-ı Azîmü’ş-şan’ın “yüce bir ahlâk üzeresin”[4] övgüsüne mazhar olmuş ve insanlık için “en güzel örnek”[5] O’dur diye vasfedilmiştir.
İslâm’ın ideâlleştirdiği insan modelinin, hayat tarzının ve davranış biçiminin en muazzam örneği olan Kâinâtın Solmayan Gülü’nün; ahlâkını, ahvâlini ve âdâbını hakkıyla öğrenmemiz; Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) tanıma, anlama, örnek alma ve O’nun gibi yaşama şuûruna ermenin temel şartıdır. Zîrâ, İki Cihan Serverimiz (s.a.v.); her işte, her davranışta, her meselede ve her konuda örnek insandır. Bizler; insanlık nâmına, iyilik, letâfet ve fazîlet adına neyi târif ediyorsak; bunların hepsi ya “Gül”dendir, ya da bu güzellikler “Gül” yaprağından, “Gül” renginden, “Gül” kokusundan ve “Gül” tebessümünden birer yansımadır… Ve bizler; “Gül”e ne kadar çok benzersek, o kadar iyi Müslüman ve o kadar kâmil bir insan oluruz; “Gül”den ne kadar çok uzaklaşırsak, evrensel insânî erdemler manzûmesi olan İslâmiyet’ten ve dolayısıyla da insâniyetten o kadar çok uzaklaşırız.
Bizler, Allah (c.c.) tarafından emredildiği için, Peygamberlik Gülzârının O Eşsiz Gülü’ne itâat etmekle ve O’nun izinden gitmekle mükellefiz. Öyleyse şunu ifâde etmemiz gerekir ki, İlâhî Beyân’ın tâbî olmamız için bizlere farz kıldığı örnek “Gül”dür, ölçü “Gül”dür, ışık “Gül”dür, rehber “Gül”dür… O “Gül”, Âdemoğlu için; îman, ahlâk, izzet ve insâniyet membaı olduğu gibi, aynı zamanda da Cenâb-ı Hakk’ın bize en büyük lütfü, nîmeti, ihsânı ve rahmetidir.
Hâl böyle olunca, bizler, “örnek insan” olan Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v.)’yı; öncelikle hem kâmil mânâda tanımakla yükümlüyüz hem de her şeyiyle güzel ve her hâliyle özel olarak yaratılan O “Gül”ün ahlâkını, ahvâlini ve âdâbını bütün tafsîlâtıyla öğrenmek mecbûriyetindeyiz. Ve daha sonra da O’nun şaşmayan ve şaşırtmayan ölçülerine göre kendimizi hesâba çekmek zorundayız; “Ne kadar kul ne nispette Müslüman ve ne denli insan?” olduğumuzu öğrenmek için…
“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”[6] buyuran Peygamber Efendimiz (s.a.v.); her hâli, her tavrı ve her hasletiyle; çocukluğunda da gençliğinde de olgunluğunda da “en güzel vasıflara” sâhipti. Çünkü O “Gül”; peygamberlere has olan mukaddes hayat çizgisinin en parlak nûrunu temsil etmek için seçilmişti. Zâten, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın ahlâk ve fazîleti Allah (c.c.) vergisiydi ve doğarken en güzel sıfatlarla yaratılmıştı. Muallim Nâci, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) Rabb’imizin terbiyesinden geçtiğini dizelere dökerek;
“Bir mektebe oldu ki müdâvim,
Allah idi zâtına muallim.”
demişti.
Ve bütün ahlâkî ölçüler O’nunla muazzam bir anlam ve sonsuz bir irtifâ kazanmıştı… Hz. Âişe (r.anha) Vâlidemiz’in ifâdesiyle “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.”[7] O, Allah’ın (c.c.) her hâliyle husûsî olarak yarattığı çok özel ve mükemmel bir insandı.
Bu duruma işâret eden rahmetli M. Âsım Köksal da bu durumu şu dizelerle vasfetmişti:
“Beşersin şüphesiz, ammâ ki, mâyen, hilkatin başka,
Över hulk-i azîmin, Hak Teâlâ Yâ Resûlallah…”
Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın her hâli vahiy solukluydu. O, Cennet'ten süzülmüş nurdu. O; Rabb’imiz’in sonsuz kudretinin bir göstergesiydi. O, Hakk’ın yeryüzündeki sesiydi. O en son ve en şâmil risâlet bestesiydi. O, yaratılmışların en şereflisiydi. O, insanlık piramidinin zirvesiydi. O, Allah’ın (c.c.) sevgilisiydi.
Bu sebeple Fahr-i Kâinât Efendimiz’in örnek şahsiyetini öğrenmek ve anlamak bizler için çok büyük bir nîmettir. Şanlı Peygamberimiz’in (s.a.v.) hayatı bütün insanlar için nâmütenâhî rahmettir. İki Cihan Serveri’nin ölçüleri; bizler için “gerçek Müslüman” olmamızı sağlayacak İslâmî ve insânî değerler manzûmesi ve eşi benzeri olmayan ahlâk hazînesidir. Öyleyse bizler bu hazîneden istifâde ederek, O’nun emsâlsiz şahsiyetini örnek alarak, kişiliğimizi Muhammedî bir edeple îmar etmeliyiz. Karakterimizi “Gül” koordinatlarına göre inşâ etmeliyiz. Davranışlarımızı “Gül” kokularıyla bezemeli, her hâlimizle “Gül”e benzemeli ve gönlümüzü “Gül” muhabbetiyle akort etmeliyiz. Aşkımızı “Gül” gergefinde dokumalı, aklımızı “Gül” sevdâsıyla yıkamalı, hayatı ve kâinâtı “Gül” gibi okumalıyız. Hâsılı kelâm, insanlığımızın yegâne mîmârı “Gül” olmalıdır. Zîrâ O “Gül”den bir nebze olsun ilhâm alan, O’nun ahlâkıyla ahlâklanan ve O’nun ölçüleriyle kendisini şekillendiren her mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın vuslat kapısını yüz akıyla çalmıştır / çalacaktır.
Şimdi bizler; “Gül”den feyz almak ve “Gül Devri”nden nasîplenmek için; Kelâm-ı Kâdîm’in ışığında siyer kitaplarına mürâcaat edelim, hadis hazînelerine başvuralım ve böylece tarihin şâhitlik ettiği en muhteşem şeref levhasıyla ve O’na bahşedilen İlâhî ahlâkın nûrânî güzellikleriyle hemhâl olalım.
O’nun ışığıyla hayatımızı nurlandırmak için Kâinâtın Solmayan Gülü’nü daha yakından tanıyalım. Zâten, tanımak bilmeye, bilmek anlamaya, anlamak sevmeye, sevmek örnek almaya, örnek almak şuurlanmaya, şuurlanmak rehber edinmeye, rehber edinmek yolundan gitmeye, yolundan gitmekte de O’nun yaptıklarını yaparak, getirdiklerini ve söylediklerini hayatına uygulayarak ebedî saâdet iklimine kapılar açmaya ve inşaAllah müjdeli şafaklara erişmeye vesîle olur / olacaktır... O halde bizler, Rahmet Peygamberi’nin (s.a.v.)günlük hayatından bölümler nakledeceğimiz bu yazıda; O’nun isminin zikredilmesi sebebiyle yayılan “Gül” kokusunun letâfetiyle; gözümüzü, gönlümüzü, aklımızı ve idrâkimizi ziynetlendirelim; kalbimizdeki îman ateşini kuvvetlendirelim ve “Gül”ü hayatımızın merkezine koyarak insanlığımızı şereflendirelim…
Ve şimdi de Gül”ün hayatından, ahlâkından, âdâbından ve “üsve-i hasene”[8] olan davranışlarından misâller verelim:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.); bis’etten sonra nasıl bir edep, erdem ve ahlâk âbidesiyse, kırk yaşından önceki hayatında da öyle nezih, öyle lâtif ve öyle temiz bir iffet, fazîlet ve ahlâk sâhibiydi… Allah (c.c.), O “Gül”ü; Câhiliyye Devri’nin bütün kötülüklerinden korumuş, her türlü çirkinliğinden uzaklaştırmış, küfrün en küçük gölgesinin bile O’nun bakışlarına değmesine müsâade etmemiş ve müşrik geleneklerinden nefret edecek fıtrat ve kabiliyette yaratmıştı. Zâten O; -peygamberlikle şereflendireceği için- mütemâdiyen Allah’ın (c.c.) himâyesinde korunup gözetilmiş, büyütülmüş ve yetiştirilmişti. Hz. Muhammed (s.a.v.), gerek çocukluk, gerekse gençlik dönemlerinde câhiliye âdetlerinin günâhına bulaş/tırıl/mamış, şirkin yanına yaklaş/tırıl/mamış, nefse hoş gelen eğlencelere ve haram kılınacak fiillere iştirâk et/tiril/memişti… Yâni O “Gül”; Câhiliyye Devri’nde yapılan kötü işlerden ve edebe mugayir hareketlerden hiç birisine tevessül et/tiril/memiş ve putlara da ihtirâmda bulun/durul/mamıştı…
Bu konuda Efendimiz; “Ben, Câhiliyye Devri insanlarının yaptıkları bâzı şeyleri taklit etmeye teşebbüs etmiş olsam bile; Allah (c.c.), yapmak istediğim şeyle benim arama girerek, beni o işten alıkoymuştu. Bundan sonra, Allah (c.c.) beni peygamberlikle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.”[9] demiştir.
Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v.) işâret buyurduğu hâdiselerden birisi şöyle cereyan etmiştir: Hz. Muhammed (s.a.v.); Mekke’nin çevresindeki tepelerde -kendi akranı olan Kureyşli gençlerle birlikte- koyun otlatıyordu. Bu sırada şehirde büyük bir düğün töreni yapılmaktaydı. Efendimiz’in de içinde bulunduğu arkadaş grubu, sürüleri bir çobana emânet etmişler, sonra da gece gerçekleşecek olan düğün eğlencesine iştirâk etmek için yola çıkmışlardı. Gece vakti Mekke’deki düğün evine yaklaştıklarında; def, ıslık, çalgı v.s. sesleri duyulur olmuştu. Düğün törenini izlemeye gelen bu arkadaş grubu eğlenceleri seyretmek üzere bir yere oturmuşlardı. Tam bu sırada, Allah (c.c.) tarafından Efendimiz’in kulaklarının tıkandığı, gözlerine ağır bir uyku çöktüğü ve ancak sabah güneşinin sıcaklığıyla uyandığı İki Cihan Serveri tarafından anlatılmıştır.[10] Böylece Hz. Muhammed’in (s.a.v.); düğün eğlencelerini seyretmesine, duygularının bulanmasına, kulaklarının bî-edep nağmelerle musâfaha etmesine, gözlerinin içine başka hayallerin ve günahkâr gölgelerin girmesine bile müsâade edilmemiştir.
Mevzuubahis ikinci hâdise ise şu şekilde meydana gelmiştir: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) çocukluğundan beri putlar adına yapılan tören, şenlik ve şölenlere katılmaktan ısrarla kaçınırdı. Putlar adına kurban edilen ve putların adı anılarak kesilen hayvanların etini aslâ yemezdi. Kureyş müşrikleri yılda bir kez Buvâne Putu’na tâzim için tören düzenlerlerdi. Ebû Tâlib bu merâsime Efendimiz’in de iştirâk etmesini istemişti. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) gitmek istemeyince, yakınları çok kızmışlar ve “İlahlara hürmetsizlik felâket getirir!” diyerek, O’nu törene katılması için zorlamışlardı. Muhammedü’l-Emîn (s.a.v.), bu törene gitmeye mecbûr bırakılmıştı. Fakat oraya vardıkları zaman Hz. Muhammed (s.a.v.)’in birden bire benzi solmuş ve rahatsızlanmıştı. Ne olduğu sorulduğunda; “Ben, bu putun yanına yaklaştıkça, beyaz ve uzun boylu bir adam peydâ olup bana ‘Ey Muhammed! Geriye dön! Sakın ona el sürme!’ diyerek bağırıyordu.”[11] demiş ve Efendimiz, hastalanması sebebiyle eve götürülmüş, bir daha da böyle bir şenliğe katılması için zorlanmamıştır.
Allah Resûlü (s.a.v.) çocukluk ve gençlik yıllarından îtibâren, Mekke toplumu arasında ahlâkının güzelliği, sadâkati, dürüstlüğü ve üstün meziyetleriyle övülür ve parmakla gösterilirdi. Bu gerçek; siyer, hasâis, fezâil ve delâil kitaplarında: “Resûllulah Aleyhisselâm; erlik çağına erinceye kadar, mertlik ve insanlıkça kavminin en üstünü, ahlâkça en güzeli, en yumuşak huylusu, en keskin zekâlısı, en çok îtimat edileni, soy sopca en şereflisi, doğru sözlülükte en başta geleni, komşuluk haklarını en çok gözeteni, kötülükten ve insanı alçaltan huylardan en uzak duranıydı.”[12] diye ifâde edilmektedir. Zâten Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde “Beni Rabbim terbiye edip yetiştirdi ve ne güzel terbiye etti.”[13] demiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.); Mekke’deki sosyal ve iktisâdî hayatı iyileştirmeye yönelik bâzı organizasyonlara gençlik yıllarından îtibâren iştirâk etmiştir. Meselâ, Mekke’de zulme ve haksızlığa uğramış olanların yanında yer almak, zâlimlere karşı mazlûmlarla birlikte hareket etmek, dışardan ticâret yapmak için Mekke’ye gelen yabancı tâcirleri tâciz edenlere mânî olmak için ahidleşen “Hılful-fudûl” (Fazîletliler Topluluğu) direniş komitesinin en genç üyesi Efendimiz Aleyhisselâm olmuştur.[14] Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v.); gençlik yıllarında da fazîlet sâhibi ve mükemmel bir insan olduğuna, her türlü iyi hasletin, doğruluk ve dürüstlüğün şahsında tebellür ettiğine câhiliyye toplumundaki bütün insanlar şâhittir. İşte birkaç misâl:
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bir sadâkat âbidesi olduğunu, verdiği sözden aslâ geri dönmediğini, her hâlükârda ahid ve vâdine sâdık kaldığını, başkasından da aynı tavrı beklediğini Abdullah b. Ebî’l-Hamsâ’dan (r.a.) dinleyelim: “Peygamberliğinden önce Hz. Muhammed’le (s.a.v.) birlikte tüccarlık yapmıştık. Bâzı ticârî hesaplarımızı konuşmak için, belli bir yerde buluşmaya birlikte söz vermiştik. Fakat ben verdiğim bu sözü iki gün unuttum. Üçüncü gün hatırlayıp, anlaştığımız yere gittiğim zaman, Resûlullah’ı (s.a.v.) beni bekler hâlde buldum. Allah Resûlü (s.a.v.); ‘Ey genç! Bana meşakkat verdin, üç gündür seni burada bekliyorum.’ demekle yetindi. Ne kızdı, ne darıldı, ne yüzünü ekşitti ve hiçbir kötü söz de söylemedi.”[15]
Hz. Muhammed (s.a.v.), gençlik yıllarında amcası Ebû Tâlib’in yanında tüccarlığa başlamıştı. Daha o yıllarda alış verişteki doğruluğu, adâleti ve hakkâniyetiyle temâyüz etmişti. Efendimiz, Hz. Hatîce’nin (r.anha) hesâbına ticârete başlamadan önce Sâib b. Ebî Sâib’le ticâret ortaklığı yapmıştı. Sâib b. Ebî Sâib, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında “O, benim Câhiliyye Devri’nde ortağımdı. O, ne hayırlı ortaktı... O, ne güzel arkadaştı... Ne fitne ve fesat yollarına sapar, ne de boş yere çekişme yapardı.”[16] diyerek, O’nun en güzel ahlâkî meziyetlere sâhip olduğunu ifâde etmişti.
Allah Resûlü (s.a.v.) risâletten önce de Mekke toplumu içinde “en güvenilir kimse” olarak bilinir, herkes tarafından îtimât edilir ve “El-Emîn” sıfatıyla tanınırdı. Bundan dolayı da Kâbe’nin tâmiri sırasında Hacer-i Esved’i yerine kimin koyacağı husûsundaki kabîleler arasında çıkan büyük ihtilâfta, O’nun hakemliği herkes tarafından îtirazsız kabûl görmüştü. Zâten Efendimiz’e Mekkeliler, vahiy gelmeden önce de yalın ismiyle değil, “Emîn” sıfatını kullanarak hitâp ederler ve “Muhammedü’l-Emîn”[17] derlerdi. Çünkü O’nun yalan söylediğini hiç kimse duymamış ve verdiği sözde durmadığı hiç görülmemişti. Hayatı boyunca hep dosdoğru olmuş, dosdoğru yaşamış, doğru olmayı tavsiye etmiş ve “sırât-ı müstakim”den hiç ayrılmamıştı. Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu özelliğini bir Âyet-i Kerîmede şöyle tescîl ve tebşîr etmiştir: “..O, kendisine uyulan emîn bir elçidir..”[18]
Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm öyle doğru bir insandı ki, Ebû Süfyan -henüz îman ile şereflenmediği dönemde- amansız bir Peygamber düşmanı olmasına rağmen, Efendimiz Aleyhisselâm hakkında Bizans İmparatoru Heraklius’un “Hiç sözünde durmadığı oldu mu?” suâline “Hayır! O verdiği her sözü tutar. Hiç yalan söylediği duyulmamıştır!” cevâbını vermek mecbûriyetinde kalmıştı. Bunun üzerine Heraklius da “Bir kimsenin bunca zaman, insanlara yalan söylemekten kaçınıp da Allah’a (c.c.) karşı yalan söylemesi düşünülemez.” demiştir.[19]
Gerçekten de O, doğruluk ve dürüstlük âbidesiydi. Efendimiz’i tanıyan herkes O’nun sadâkatini tartışmasız tasdik ediyordu… Allah Resûlü’nün (s.a.v.) hayatında bir kere olsun yalan söylemediğine; O’nun peygamberliğine ve tebliğ ettiği Son İlâhî Dîn’e inanmayanlar bile şâhitlik etmekteydi. İşte delîli:
Fahri Kâinât Efendimiz’e “..Şimdi Sen, emrolunduğunu açıkça tebliğ et. Müşriklerden yüz çevir..”[20] İlâhî fermânı gelmiş, Allah Resûlü (s.a.v.); peygamberliğini alenen îlan ve İslâm Dîni’ni açıktan tebliğ etmekle vazîfelendirilmişti. Efendimiz; bu görevi îfâ edip, Mekkelileri İslâm’a dâvet için Safâ Tepesi’ndeki yüksekçe bir taşın üzerine çıkmış ve “Yâ Sabahâh!” (Ey Kureyş Topluluğu!) diye yüksek sesle nidâ ederek insanları çevresine toplamıştı. Bilâhare; “Ey Kureyş topluluğu! Size şu dağın arkasında ya da şu vâdîde düşman atlıları olduğunu ve az sonra üzerinize hücum edeceklerini söyleyecek olsam, bana inanır mısınız?”[21] diye toplanan kalabalığa sormuştu. O âna kadar “Muhammedü’l-Emîn” diye vasıflandırdıkları ve hakîkatin dışında bir şey işitmedikleri Resûlü Ekrem’e (s.a.v.) hep bir ağızdan “Evet inanırız, Çünkü Sen yalan söylemezsin. Şimdiye kadar Senin doğruluktan başka bir davranışına rastlamadık.”[22] demişlerdi. Bunu söyleyenler arasında Ebû Leheb ve Ebû Cehil gibi en azılı İslâm düşmanları da vardı… Yâni bütün müşrikler O’nun doğruluğunu tasdik ve güvenilirliğini tescîl etmişlerdi. Fazîlet odur ki, düşmanlar tarafından da tasdik edilsin. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) doğruluğu ve dürüstlüğü dost düşman herkes tarafından tescîl edilmiştir.
Gerçekten de Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v.) doğruluğu ve güvenilir bir insan olduğu husûsunda herkes mutâbıktı ve O’nun îtimâda şâyan bir kişi olduğundan Mekkeli müşriklerin de hiç kuşkusu yoktu. Nitekim Efendimiz’in peygamberliğini kabûl etmeyen Mekkeli müşrikler, O’nu öldürmek için tuzaklar hazırlayıp, plânlar kurarken bile, içlerinden bâzıları en kıymetli mallarını Allah Resûlü’ne (s.a.v.) emânet etmekte hiç beis görmemişlerdi… Peygamberimiz’in (s.a.v.) nübüvvetini inkâr edenler; O’nun “hasta olduğu, aklî melekelerini yitirdiği ya da sihir yaptığı” yolunda asılsız ifâdelerde bulunma cür’etini göstermelerine rağmen, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ahlâkî açıdan en küçük bir eleştiri dahi getirmemişlerdi / getirememişlerdir. Çünkü O’nda; yalan, hîle, inkâr, aldatma vs. gibi çirkin huyların zerresinin bile bulunmadığını Mekke ahâlisi de çok iyi biliyordu... Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm da Mekke’den hicret edeceği gece, kendisine bırakılan emânetlerin tamamını Hz. Ali Efendimiz’e (k.v.) bırakmış ve sabahleyin sâhiplerine teslim etmesini özellikle tembihlemişti... Çünkü O; dost düşman herkesin îtimât ettiği Muhammedü’l-Emîn’di. Câhiliyye Dönemi’nde bile O’nun yüzü suyu hürmetine Allah’tan (c.c.) yağmur istenirdi.[23]
Ve aradan on dört asır geçtikten sonra; bir ehl-i dil de “Vâredenin adıyla insanlığa inen Nûr”un aşkıyla yüreklerimize mısrâ mısrâ “Gül” kokulu bir “Yağmur” yağdırıyor, O’nun doğruluğa getirdiği kıstasları ve O’na duyulan ihtiyâcı;
“Nefesinle yeniden çizilecek desenler,
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek…
Aydınlığa nûrunla kavuşacak mahzenler
Yağmur, Seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü’mindir semâ; sana muhtaçtır zemin…”[24]
dizeleriyle dile getiriyordu… Biz de Nûrullah Genç’in diliyle:
“Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından,
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından…”
diyor, O’nun şefâatinden nasîpdâr olmayı diliyor ve dileniyoruz.
Ve Kâinâtın Solmayan Gülü’ne, yeryüzünde açılan güller adedince salât ü selâm edip; O’nun Âline, Ashâbına, Etbâına binlerce selâm gönderirken; rahmetli Ali Ulvi Kurucu gibi “Derdimendim” diyelim ve bu güzel insanın, hâlimize tercümân olan şu mükemmel dizeleriyle hatm-i kelâm edelim:
“Derdimendim yâ Rasûlâllah, devâ ol derdime,
Destigîr ol, yâ Habîballah, bu âsî mücrime!..
Sen şefâat kânı varken, yalvarâyım ben kime?..
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım!..”[25]
Dr. Mehmet GÜNEŞ'in kaleminden
[1] Enbiyâ, 21/107
[2] Ahzâb, 33/45
[3] Ahzâb, 33/46
[4] Kalem, 68 /4
[5] Ahzâb, 33/21
[6] Mâlik; Muvattâ, Hüsnü’l Hulk, II, 904
[7] Müslim, Müsafirun 139
[8] Ahzâb, 33/21
[9] M. Asım Köksal, İslâm Tarihi Mekke Devri, II, 118
[10] Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr, II, 196
[11] Hüseyin Algül, Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed, 21; M. Âsım Köksal, a.g.e., II, 118
[12] İbn-i İshak-İbn-i Hişâm, Sîretü’n-Nebeviyye, I, 194; İbn-i Sa’d, Et- Tabakâtü’l-Kübrâ, I, 121; Ebû Nuaym, Delâilü’n-
Nübüvve, I, 129
[13] Süyûtî, Câmi’us-Sagîr, I, 14
[14] M. Asım Köksal, İslâm Tarihi Mekke Devri II, 135
[15] Mehmet Paksu, Peygamberimiz’in Örnek Ahlâkı, 19; Ebû Dâvûd, Sünen, IV, 299
[16] Hanbel, Müsned, III, 425
[17] M. Asım Köksal, a.g.e., II, 190
[18] Tekvîr, 81/21
[19] Buhârî, Bed’ül-vahy 6, Sadâkat 28
[20] Hicr, 15/94
[21] Sâlih Suruç, Kâinâtın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, I, 187
[22] Mustafa Necâti Bursalı, Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed Aleyhisselâm, 202
[23] M. Âsım Köksal, İslam Tarihi Mekke Devri, II, 85
[24] Nurullah Genç, Yağmur, Yağmur, 106-118
[25] Ali Ulvi Kurucu, Gümüş Tül ve Alevler, Derdimendim, 93