Selim Gürbüzer


HALKA İLİŞKİLER GELENEĞİMİZ

Anadolu’ya ayak bastığımızda bu coğrafyada her türden insan vardı, ama geldiğimizde mutsuzdular. Bu yüzden çeşitliliği kaynaştıran iksirimizle Anadolu’nun Türkleşmesi zor olmadı.


Anadolu’ya ayak bastığımızda bu coğrafyada her türden insan vardı, ama geldiğimizde mutsuzdular. Bu yüzden çeşitliliği kaynaştıran iksirimizle Anadolu’nun Türkleşmesi zor olmadı. Nasıl zor olsun ki, Ahi ocağı ve diğer teşkilat ağlarımız sayesinde Anadolu coğrafyası “Hepimiz aynı kilimin desenleriyiz” birlikteliği etrafında tek yürek olmuşlardı. Şayet Anadolu kadınının yüreğini ortaya koyarak dokuduğu kilimlerin dili iyi analiz edilebilirse günümüzde sıkça kullanılan halkla ilişkiler kavramının tatbikini tarihi kilim dokularımızda bütün çıplaklığıyla görmek pekâlâ mümkün. Bakın büyük bir göç sonucu sınır uçlarına yerleşen müderris, şeyh ve gazi dervişlerin her biri Anadolu kiliminin bir ucundan tutmak suretiyle halkla ilişkiler geleneğinin gelişim kaydetmesini sağlamışlardır. Örnek mi? İşte Horasan erenlerin dergâhında yetişen gazi dervişlerin her türden insanla iletişim ve sevgi bağı kurma yönünde gösterdikleri halkla ilişkiler imajı bunun en bariz tipik örneğini teşkil eder. Hatta bu iletişim imajı diğer milletlere de bir başka şekilde sıçrayıp örnek olmuştur. Esasen halkla ilişkiler geleneği biz Anadolu'ya gelmeden öncede vardı. Nitekim bu noktada 11. asır bizim için bir milat sayılır. Batıda ise bu kavram ancak 19. asır ortalarında önem kazanmıştır. Şöyle ki, sanayi devrimine geçişin getirdiği birtakım sancılardan kaynaklanan meselelerin giderilmesi hususunda halkla ilişkiler müessesesine ihtiyaç duyulmuştur. Dolayısıyla yapılan değişikliklerin toplum nezdinde kabulüne yönelik ikna kanallarının işletilmesi cihetine gidilmiştir. Bundan daha da öte batıda bu kavramın yer edinmesi tamamen para ve güç dengesiyle alakalı bir husus olarak karşımıza çıkmıştır. Bir başka ifadeyle halkla ilişkiler konusu daha çok iktisadi gelişmelere aracı bir kuruluş olarak başvurulmuştur.

Tabii bir zamanlar bizde var olan gönülleri fetheden halkla ilişkiler geleneğimiz, değim yerindeyse asırlar sonra bu kez Batı’dan toprağımıza pragmatist biçimde sıçrayışıyla birlikte torpil sistemi geleneğine dönüşmüştür. Maalesef günümüzde liyakat geleneğimizi esas almak yerine ‘Adamın varsa yapamayacağın iş yoktur’ mantığı geçer akçe hale gelmiştir.

Bu arada siyasilerde unutmayalım ki boş durmuyorlar, onlarda günümüzde görsel ve yazılı iletişim kanallarının gelişim kaydetmesiyle birlikte kendilerini habire kitlelere tanıtmada türlü yöntemlere başvurdukları gözlemlenmiştir. Böylece siyasetle bağlantılı halkla ilişkiler birimi doğmuştur. Tabii ki siyasetle bağlantılı olmasına itirazımız olamaz, bizim itirazımız halkla ilişkiler biriminin halkın çıkarlarını gözetmek yerine sırf partinin çıkarlarını gözeten bir araç üstlenmiş olmasıdır. Böyle olunca da Türk halkının sıcakkanlı misafirperverlik yönünü dış dünyaya tanıtmaktan aciz halktan kopuk sözde halkla ilişkiler müesseseleri doğuvermiştir. Düşünsenize bir zamanlar halkla ilişkiler modelimiz Ahi ocağı ve derviş gaziler vasıtasıyla Anadolu’da asırlar boyu mesken tutmuş Bizans halkı ve diğer kavimlerce hoş karşılanabiliyordu. Hatta hoşgörü kültürümüzü yakinen gören topluluklar kendilerini Türk toplumundan ayrı gayrı görmüyorlardı. Sonradan bizlere her ne olduysa artık kendimizi dış dünyaya tanıtamaz olduk. Hadi kendimizi tanıtma diye bir dertten vazgeçtik diyelim ki peki ya kendi öz yurdumuzda bile kimlik krizinin bir neticesi olarak; ‘Benim ne olduğum belli değil’ diyenlerin çoğaldığı bir ülke haline gelmemize ne demeli. Tarihi köklerimizle bağlarımız çözülünce ister istemez karşımıza soyunu inkâr eden soysuzların, dinini inkâr eden dinsizlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. İşte bu nedenledir ki;

-Hani o Türk’ün misafirperverliği?

-Hani o cana yakınlık?

-Hani o insan sevgisiyle dolu gönül dağarcığımız gibi soruların sıkça sorulur olması içine düştüğümüz bataklığın içler acısı manzaranın fotoğrafını göstermeye yetiyor zaten.

Bu fotoğraftan öyle anlaşılıyor ki Anadolu ruhunun dirilişini ortaya koyacak tanıtım modeline her geçen gün daha da ihtiyaç duymaktayız. Kaldı ki ruh köklerimizden uzak kaldıkça gerek düşünce dağarcığımız gerekse gönül dünyamız dış tanıtımların kapsam alanına girip kardeşlik bağlarımız zayıflamaktadır. Belli ki toplumun bir an evvel birbiriyle kaynaşmasını sağlayacak ruh köklerimizle barışık halkla ilişkiler geleneğine dayalı kardeşlik kültürümüzün canlandırılması gerekiyor ki yeniden dirilişimiz gerçekleşebilsin. Bu nasıl olacak derseniz, tarihi engin kültür hazinelerimizi harekete geçirerek elbet. Maalesef her alanda olduğu gibi halkla ilişkiler ve kendi öz kimliğimizi tanıtım konusunda da birçok eksiğimiz ve açığımız söz konusudur. Öyle ki artık Türk'ün bir an evvel yeniden dirilişi için imaj tazelemememiz gerektiği olmazsa olmaz şart mesabesinde bir noktaya gelmiş durumdayız.

Şurası muhakkak, sosyal değişmelerin hızla yaşandığı çağımızda halkla ilişkiler ağının kitleler üzerinde etkisinin önemi çok büyüktür. Düşünsenize süper devlet konumunda ABD bile sanayi çağının başlangıcında demir yolunu halkına kabul ettirmek için hangi iletişim kanalıyla harekete geçirebileceği noktada denemedikleri yol kalmamıştır dersek yeridir. Denemeye de mecburdular. Çünkü söz konusu demiryolu güzergâhı halkının daha çok alın terinin aktığı alanlarda ki bahçe ve tarlalardan geçecekti. Dolayısıyla eli nasırlı bu insanların bir şekilde ikna edilmesi gerekirdi. Şayet ikna olmayacaklarsa da icabında Amerikan filmlerine konu olan teksas kovboylarını aratmayacak derecede işi bir takım zor kullanma (şakağına kurşun sıkarım) metotlarının kullanılmasını göze alacak bir boyuta taşıyacaklardır. Gerçekten bu çağın en dikkat çeken özelliği çalkantılı dönem olmasıdır. Her ne kadar vuku bulan bu çalkantının sanayi çağının ilk yıllarında görülen bir takım şantaj girişimlerinin geçiş sancısı olarak değerlendirsek de zaman içerisinde Amerikan halkının okuma ve yazma oranının yükselmesiyle birlikte şantajcılığın sarı gazetecilik marifetiyle el değiştirip bir başka yörüngeye kaydığını müşahede ediyoruz. Nitekim her çalkantı karşısında avukatlar aracılığıyla gazetelere verilen ilanlarda ‘Biz şundan dolayı yapıyoruz’ türünden gerekçeli haberlerle halk ikna edilmek istenmiştir. Ancak bu tür yöntemler ters tepip gazetecilerle halk arasında içten pazarlığa girmesine vesile teşkil edecek kanalların açılmasına ve “şayet şu kadar para verirseniz hakkınızı savunuruz” tablosunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Dahası sarı gazetecilik denen olay, aslında para ve güç gösterisi avına dayanan bir hadiseden başkası değildir. Hakeza İngiltere’de de küçük yaşta çocukları maden ocaklarında çalıştırmaya kılıf bulmak adına ‘Şu sebeplerden dolayı çalıştırıyoruz’ tarzı bir açıklamayla halkı ikna yönetmelerine başvurulmuştur. Derken 19. asrın sonu ve 20. asrın başlarında kömür ocağında çalışanlar arasında yaşanan sert tartışmaların bir yansıması sonucu çalışanlarla patronların birlikte ortak deklarasyon türü bildiri yayınlamasına vesile teşkil edecektir. Zira ilk bildiri kamuoyunda: “Basından gizli ve saklımız olamaz. İstedikleri zaman kapımız onlara açık, doğru haber almaları için bizden doğruyu alabilirler. Çünkü doğruluktan ayrılmayacağımıza yemin ediyoruz” diye yankı bulmuştur.

Belli ki halkla ilişkiler bildirisi gerek Amerika’da yaşanan demiryolu hadisesi, gerek İngiltere’de az parayla çalışan çocukların maden ocaklarında yaşadıkları içler acısı dramın çehresini ortaya koymak mecburiyeti açısından bir başlangıç teşkil etmiştir. Dahası kömür ocağında yaşanan olaylar aynı zamanda halkla ilişkiler bildirisinin yayınlanmasına kapı aralamıştır. Böylece 1923’te Burney, ilk kez ‘Halkla ilişkiler’ kavramından söz etmiştir. Bizde ise Cumhuriyete geçişte devrim kanunlarının kabulü noktasında halkın ikna edilmesi cihetine gidilmesi söz konusu olmuştur. Ancak şu da var ki gerçek anlamda halkla ilişkiler kavramının Türkiye gündemine girişi 1960’lar sonrasıdır. Ne var ki ülkemiz tamamen sanayileşmiş bilgi toplumu sürecine giremediği içindir halkla ilişkiler kavramının önemi tam manasıyla kavranılamamıştır. Tıpkı bugün sivil toplum gerçeğini idrak edemeyişimiz gibi bir durum vardır ortada. Hem nasıl idrak edilsin ki, bir kere her on yılda bir yapılan darbeler ve tepeden yönlendirmeler yüzünden halkla yöneticiler arasında duvarlar örülmüş, bu durum karşısında halk ister istemez sivil toplum bilincine erememiştir. Maalesef halkla ilişkiler sadece seçim zamanlarında hatırlanan bir olgu olmuştur, bunun ötesinde halkla ilişkiler anlayışımız yok denecek seviyededir. Kelimenin tam anlamıyla hem iktisadi, hem kültürel alanda bilinçli bir halkla ilişkiler mekanizmasının oluşamaması yumuşak karnımızdır. Dahası kendi iç dinamiklerimizi harekete geçiremediğimiz gibi dış dinamiklere de kayıtsız kalmışız. Bakın Türkiye’nin aleyhinde yazılan makalelere bile duyarsız kalmışız. Hadi bundan vazgeçtik, Türk ürünlerinin başka ülkelere mal edilmesi gibi tanıtımlara ne demeli? Tam garabet bir hal yaşıyoruz, bu tip dezenformasyonlar hak getire, dış dünyada gırla gidiyor, biz ise bütün bu olanlara seyretmekle meşgulüz. Demek ki kendimizi tanıtamamışız, ön kabullerimizi ortaya koyacak strateji belirleyememişiz, ondan sonra da hiçbir şey olmamışçasına ortaya çıkıp; vay efendim bizi küçük görüyorlar, hafife alıyorlar tarzında ahu vahlar ederek serzenişte bulunuyoruz. Elbette ki, kaale almazlar. Baksanıza ne doğru dürüst bir kardeşlik projemiz var, ne de dış dünyaya açılacak entegrasyon kabiliyetimizin varlığı söz konusu. Bir kere tarihi mirasımızı reddediyoruz, biz bu durumda batı’ya kendimizi nasıl tanıtabiliriz ki?

Peki ya tarihi hafızamız? Malum, tarih kitaplarımız bir dizi efsanevi yanlışlıklarla dolu. Objektif tarih bilinci geliştiremediğimiz sürece Bosna’da Mimar Sinan’ın talebesinin inşa ettiği Mostar Köprüsünün yıkılışının nasıl can evimizden vurduğunu idrak edemeyeceğiz demektir. Şayet Osmanlı’yı suçlayarak bir yere varacağımızı sanıyorsak yanılıyoruz. Hem de büyük bir yanılgıdır bu. Bugün bir nebzede olsa Avrupa da kendi öz kimliğimizden bahsedilebiliyorsak Osmanlı sayesindedir. Her ne kadar biz ecdadımızı unutmuş gözükse de Avrupa’da unutmak bir yana Osmanlı modelini kendi sistemlerine uyarlamaktan yüksünmemişlerdir.

Velhasıl-ı kelam halkla ilişkiler kavramına yeni boyut kazandırmalı ve geleneğimizle barışık kılmak mecburiyetindeyiz. Aksi takdirde güdük kalmaya mahkûm kalırız.

Vesselam.