Mustafa Yavuz Elbirler


HİLAFET MAKAMININ KALDIRILMASI

Atatürk İlke ve İnkılapları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Temel nitelikleri tek tek göz ardı edilerek kurumlar etkisizleştirilmek için planlı bir şekilde yıpratılmaya çalışılırken Türk Milletinin temel yapısı ,aileden başlayarak, toplumun Milli Kültür değerleri her yol denenerek yok edilmeye çalışılıyor.


‘’Ey Türk Milleti , sen yalnız kahramanlık ve cengaverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın şerefisin. Tarih kurduğun medeniyetlerin övgüleriyle doludur. Varlığına kasteden siyasi ve toplumsal etkenler birkaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da  on bin yıllık fikir ve kültür mirası ruhunda bakir ve tükenmez bir kudret halinde yaşıyor, hafızasında binlerce ve binlerce yılın hatırasını taşıyan tarih, medeniyet safında layık olduğun yeri sana parmağıyla gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel…


 

Bu senin için hem bir hak hem de bir görevdir.’’


 

 


 

                                                                                          Mustafa Kemal ATATÜRK


 

Tarihi her geçen gün bilimsel araştırmalar sonucu, on bin yıldan öteye giden, Orta Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’ya genişleyen coğrafyada İslam öncesi ve sonrası onlarca devletler ve imparatorluklar kurmuş, bin yıldır anayurt olarak mesken tuttuğu Anadolu’da milli varlığını pekiştirmiş Türk Milleti;  1919’dan itibaren Türk’ün onurunu, namusunu, ezilmişliğini, verdiği milli mücadele ile kurtarmış, bağımsız, yeni bir Türk Devleti kurmuş, hür ve muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmayı hedefleyen yeni bir toplum yaratmış ve yapılanları devam ettirebilmek için tarihinin en büyük inkılaplarını gerçekleştirmiştir.


 

Ancak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti varlığını ve bekasını sağlayan Türk milleti ve Türk vatanı, kökü dışarıda uzantıları içeride çeşitli kılıklar ve görüntüler altında tehdit  ve tehlikelerin hedefi halinde; Tehdit unsurlarının amaç ve çıkarları doğrultusunda; komünistlerin, nasyonal sosyalistlerin, faşistlerin, emperyalistlerin, kapitalistlerin, hilafet taraftarlarının, yobazların sahte softaların önceleri ayrı ayrı, son zamanlarda birlikte; Türk Milletini etnik azınlıklara bölmeyi, kültür mozaiği safsataları ve modaistliğiile Anadolu’nun siyasi kültürel birliğini parçalamayı Türk milletini ümmet düzeyine indirgemeyi öngören davranış ve eylemleri açıkça  görülüyor.


 

Atatürk İlke ve İnkılapları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Temel nitelikleri tek tek göz ardı edilerek kurumlar etkisizleştirilmek için planlı bir şekilde yıpratılmaya çalışılırken Türk Milletinin temel yapısı ,aileden başlayarak, toplumun Milli Kültür değerleri her yol denenerek yok edilmeye çalışılıyor.


 

Bir kısım sözde aydınlar, siyasetçiler ve siyasi kadroları, medya patronları, kendi  çıkarları, hırsları, yabancılaşma özentileri sonucu demokrasi ve insan hakları örtüsü altında tehdit unsuruna uygun ortamlar hazırlıyor, destek oluyorlar.


 

Bu sebeple; Hilafetin kaldırılışının (3 Mart 1924) yıldönümünde, hilafetin ne olduğunun ve neden kaldırıldığının önce ATATÜRK’ün NUTUK ta yaptıkları açıklama ve sonrada devrin Adalet Bakanı Seyyid Bey’in T.B.M.M.’de yaptığı açıklamalar ışığında öğrenilmesinin yerinde olacağını düşünerek teşkilat mensuplarının  bilgisine sunmayı bir görev addettik.


 

Atatürk,  Hilafetin kaldırılması konusunda nutukta şöyle demektedir;


 

‘…Bu yazışmadan sonra savaş oyunları dolayısıyla İsmet Paşa ve Milli Müdafaa Vekili bulunan Kazım Paşa’da İzmir’ e gelmişlerdi.Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa’ da zaten orada bulunuyordu. Hilafet’in kaldırılması lüzumunda kanaatimiz birleşmişti. Aynı zamanda Şer’iye ve Evkaf Vekaletlerini de kaldırmak ve öğretimi birleştirmek kararında idik.


 

1924 yılı Martının birinci günü Meclis’in  tarafımdan açılması gerekiyordu.


 

24 Şubat 1924 günü Ankara’ ya dönmüştük. Orada da gereken kimselere kararımı bildirdim.


 

Meclis’te, bütçe görüşmeleri devam ediyordu. Hanedanın ödeneği ve Şer’iye ve Evkaf Vekaletlerinin bütçeleri üzerinde durulmak gerekiyordu. Arkadaşlar bu maksada göre konuşmalara ve tenkitlere başladılar; görüşmeler ve münakaşalar uzatıldı. 1 Mart günü, Büyük Millet Meclisi’nin beşinci çalışma yılı dolayısıyla verdiğim nutukta, şu üç noktaya özellikle belirttim:


 

‘1- Millet, Cumhuriyetin bu gün ve gelecekte bütün saldırılardan kesin ve ebedi olarak korunmasını istemektedir. Milletin isteği, Cumhuriyetin, tecrübe edilmiş ve müspet neticeleri görülmüş olan bütün prensiplere bir an   önce ve tam olarak dayandırılması şeklinde ifade edilebilir.


 

2-Millet umumi efkarında tespit olunan eğitim ve öğretimin birleştirilmesi prensibinin bir an önce uygulanmasını gerekli görüyoruz.


 

3-İslam dininin, yüzyıllardan beri yapıla geldiği gibi bir siyaset vasıtası olarak kullanılmaktan kurtarılması ve yüceltilmesinin şart olduğu hakikatini de tespit ediyoruz.’’


 

2 Mart günü Parti Grubu toplantıya çağrıldı. İşaret ettiğim bu üç mesele ortaya konularak görüşüldü. Esaslar üzerinde anlaşmaya varıldı. 3 Mart günü, Meclis’in birinci oturumunda gelen evrak arasında, şu önergeler okundu:


 

1-Hilafetin kaldırılması ve Osmanlı  Hanedanının Türkiye’den çıkarılması hakkında,Şeyh Saffet Efendi ve elli arkadaşının kanun teklifi.


 

2-Şer’iye   ve Evkaf ile Erkan-ı Harbiye Vekaletlerinin hakkında Siirt mensubu Halil Hulki Efendi ve elli arkadaşının kanun teklifi.


 

3-Eğitim ve öğretimin birleştirilmesi hakkında Manisa mebusu Vasıf Bey ve elli arkadaşının önergeleri  verilmiştir. Başkanlık kürsüsünde bulunan Fethi Bey:


 

-Efendim, birçok imzalarla gelen bu kanun tekliflerinin derhal görüşülmesi hakkında teklifler vardır. Yüksek oyunuza sunacağım dedi ve kanun tekliflerinin ilgili komisyonlara gitmeden hemen görüşülmesini oya koydu ve kabul edildiğini bildirdi.


 

İlk itiraz Kastamonu mebusu  Halil Bey tarafından yapıldı. Görüşmeler sırasında Halil Bey’e bir iki kişi daha katıldı. Tekliflerin lehinde uzun konuşmalar yapan bir çok değerli konuşmacılar kürsüye çıktılar.


 

Önerge sahiplerinden başka, rahmetli Seyit Bey’in ve İsmet Paşa’nın ilmî ve inandırıcı konuşmaları her zaman için okunmaya değer. Görüşme ve münakaşalar beş saat kadar devam etti. Saat 18.45’te, görüşmeler bittiği zaman, Türkiye Büyük Millet Meclisi, 429., 430. ve 431. kanunlarını çıkarmış bulunuyordu.


 

Bu kanunlara göre ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde millet işleriyle ilgili kanunları yapma ve yürütme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğu hükümete ait’’ ve ‘’Şer’iye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış’ oldu.


 

Halife, vazifesinden uzaklaştırıldı ve Hilafet makamı kaldırıldı ve uzaklaştırılan Halife ve tarihten silinmiş Osmanlı saltanatı hanedanın bütün mensuplarına, Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde oturmak hakkı ebedi olarak yasaklandı.


 

Hilafet makamının muhafazasında dini ve siyasi menfaat ve zaruret bulunduğunu zannedenlere verdiğim cevap: Müslümanları bir Halife  korkuluğuyla hala uğraştırmak ve aldatmak gayretinde bulunanlar bilhassa Türkiye’nin düşmanlarıdır.


 

Efendiler, Hilafet makamının muhafazasında dini ve siyasi menfaat ve zaruret bulunduğunu zanneden bazı kimseler, arz ettiğim kararların alınmakta olduğu son dakikalarda, Hilafet’in benim tarafından yüklenilmesi teklifinde bulundular. Bu gibilere hemen gereken cevabın vermiştim. Sırası gelmişken diye bir noktayı da  arz edeyim. Büyük Millet Meclisi Hilafet’i kaldırdığı zaman, Antalya mebusu , din bilginlerinden Rasif Efendi Kızılay adına Hindistan’da bulunan bir heyetin başkanlığında bulunuyordu.Rasif Efendi, Mısır’a uğrayarak Ankara’ya döndü. Benden görüşme isteyerek şunları söyledi: ‘Gezdiği memleketlerde, Müslüman halk benim halife olmamı istiyormuş… Yetkili İslam heyetleri Rasif Efendi’ye, bana bu hususu bildirmek için vekil tayin etmişler.’ Rasif Efendi’ye verdiğim cevapta; Müslümanların bana olan bağlılık ve sevgilerine teşekkür ettikten sonra dedimki: ‘Zatıaliniz din bilginlerindensiniz. Halifenin devlet başkanı olduğunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan Müslüman halkların bana ilettiğiniz arzu ve tekliflerini, ben nasıl kabul edebilirim? Kabul ettim desem bana o halkların başında bulunanlar razı olur mu?  Halife’nin emir ve yasakları yerine getirilir. Beni halife yapmak isteyenler, emirlerimi yerine getirmeye muktedir midirler? Bu durumda manası, fonksiyonu olmayan asılsız bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı? ’


 

Efendiler, açık ve kesin söylemeliyim ki, Müslümanları bir halife korkuluğuyla hala uğraştırmak ve aldatmak gayretinde bulunanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve bilhassa  Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyun üzerinde hayal kurmak da ancak cahillik ver gaflet eseri olabilir.


 

Rauf Beylerin, Vehip Paşaların , Çerkes Ethem ve Reşitlerin, bütün yüzelliklerin , kaldırılmış hilafet ve saltanat hanedanı mensuplarının bütün Türkiye düşmanlarınınelele vererek aleyhimizde alabildiğine uğraşıp durmaları, din gayretiyle midir? Sınırlarımıza yapışık merkezlerle, hala Türkiye’yi mahvetmek  için ‘Mukaddes İhtilal’ adı altında haydut çeteleri , suikast tertipleriyle çılgınca aleyhimizde çalışanların maksatları  hakikaten mukaddes midir? Buna inanmak için gerçekten kara cahil ve koyu gafil olmak lazımdır.


 

İslam ümmetlerini ve Türk Milletini, bu kadar aşağı sanmak ve İslam dünyasının vicdan temizliğinden, ahlak ve karakter saflığından aşağılık ve canice maksatlar için faydalanmak yolunda devam etmek, artık o kadar kolay olmayacaktır; küstahlığın da bir derecesi vardır. ‘’ demektedir. Burada önce Şeyh Safvet Efendi ile elli üç arkadaşının hilafetin kaldırılması ile ilgili kanun teklifini gerekçesi ile birlikte gördükten sonra, devrin Adalet Bakanı Seyfi Beyin TBMM de yapmış olduğu konuşmayı teşkilat mensuplarının bilgilerine sunuyorum:


 

‘Hilafetin Kaldırılmasına  Osmanlı Hanedanının Türkiye dışına çıkarılmasına  ilişkin Urfa milletvekili Şeyh Safvet Efendi ile elli üç arkadaşının kanun teklifi gerekçesi.’


 

Yüce Başkanlığa,    


 

Türkiye Cumhuriyeti içerisinde hilafet makamının varlığı Türkiye’yi iç ve dış politikasında iki başlı olmaktan kurtaramadı. Bağımsızlığında ve milli hayatında ortaklık kabul etmeyen  Türkiye’nin görünüşte ve dolaylı bile olsa ikiliğe katlanması mümkün değildir. Asırlardan beri Türk Milletinin felaket sebebi ve sonunda bir Türk İmparatorluğu’nun doğrudan ve anlaşma ile çökmesinin vasıtası olan hanedan olan hanedanın hilafet kılığı içerisinde Türkiye’nin varlığına daha etkili bir tehlike olacağı katlanılan deneyimlerle kesinlikle kanıtlanmıştır.


 

Bu hanedan Türk milletiyle ilişkisi olan her durum ve milli varlığımızın kuvveti için tam bir tehlikedir. Gerçekte hilafet, islamın ilk dönemindeki yönetimde hükümet anlam ve göreviyle ortaya çıkarılmış olduğundan dünya ve dini bütün görevlerin yerine getirilmesiyle yükümlü olan zamanımız Müslüman hükümetleri yanında ayrıca bir hilafetin varlık sebebi yoktur. Gerçek bundan ibarettir. Türk Milleti güvenliğini korumak için gerçeklere uymaktan başka bir hareket tarzı seçemez. Biriken Karışıklıkların açık ve kesin bir şekilde çözümü için aşağıdaki maddelerin bugün hemen ve acele görüşülmesiyle kanuni yet kazanmasının öneririz.3 Mart 1924’’


 

Kanun Teklifi Metni


 

‘’Madde 1- Halife tahttan indirilmiştir. Hilafet, hükümet ve cumhuriyet anlam ve kavramında esasda var olduğundan hilafet makamı kaldırılmıştır.


 

Madde 2-Tahttan indirilen halife ve yıkılan Osmanlı saltanatı ailesinin erkek ve kadın bütün üyeleri ve damatlar Türkiye Cumhuriyet’i ülkesi içerisinde oturma hakkından sonsuza dek yasaklanmışlardır. Bu aileye bağlı kadınlardan doğan kimselerde Osman Hükümdar ailesinden sayılır.


 

Madde 3- İkinci maddede adı geçen kimseler bu konunun ilanı tarihinden başlayarak en çok on gün içerisinde Türkiye Cumhuriyeti topraklarını terke mecburdurlar.


 

Madde 4- İkinci maddede adı geçen kimselerin Türk vatandaşlık sıfatı ve hakları kaldırılmıştır.


 

Madde 5- Bundan böyle ikinci maddede adı geçen kimseler  Türkiye Cumhuriyeti içerisinde taşınmaz malları tasarruf edemezler. İlişkilerinin kesilmesi için bir yıl süreyle vekil aracılığı ile devletin mahkemelerine baş vurabilirler. Bu sürenin geçmesinden sonra hiçbir mahkemeye başvurma hakları yoktur.


 

Madde 6- İkinci medde de  sözü geçen kimselere yolculuk giderlerine karşılık bir defaya mahsus ve servetleri derecesine göre birbirinden farklı olmak üzere hükümetçe uygun görülecek paralar ödenecektir.


 

Madde 7- İkinci maddede  sözü geçen kimseler Türkiye Cumhuriyeti toprakları içerisinde bütün taşınmaz mallarını bir yıl içerisinde hükümetin bilgi ve onayı ile tasfiyeye mecburdurlar. Bu taşınmazları  tasfiye etmedikleri durumda, bunlar hükümet tarafından tasfiye olunarak bedelleri kendilerine verilecektir.


 

Madde 8- Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde tapuya bağlı taşınmaz malları millete intikal etmiştir.


 

Madde 9- Kaldırılan padişahlık sarayları ve köşkleri  ve diğer oturulan yerler içerisindeki mefruşat, takımlar, tablolar, sanat eserleri ve diğer tüm taşınır mallar millete intikal etmiştir.


 

Madde 10- Padişah malları adı altında olup evvelce millete devredilen mallar ile birlikte kaldırılan  padişahlığa ait bütün mallar ve geçmiş padişah hazineleri içindekileri ile birlikte saray , köşkler ve diğer oturulan yerler ve toprak millete intikal etmiştir.


 

Madde 11- Millete intikal eden taşınır ve taşınmaz malların tespit ve korunması  için bir tüzük düzenlenecektir.


 

Madde 12- Bu kanun ilan tarihinde yürürlüğe girecektir.


 

 Madde 13- bu kanunun  yürütülmesine Bakanlar Kurulu görevlendirilmiştir…..’’


 

Kanun Teklifi’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi  Genel Kurulunda  Görüşülmesi sırasında Adalet Bakanı  Seyyid Bey’in yapmış oldukları konuşma metni.


 

‘’İzin verirseniz bendeniz de bu  halifelik meselesi hakkında biraz açıklamada bulunayım. Mesele pek önemli olduğundan ve hatta tarihimizde ve belki de bütün sosyal olaylar arasında en büyük bir devrim demek olduğundan bu yolda ne kadar söz söylense yine azdır. Diyebilirim ki; İslam tarihinde çok büyük bir devrim yapıyoruz. Bu devrimin büyüklüğündendir ki zihinler bununla pek meşguldür. Kalbler endişe ve tereddüt içindedir. Onun için cümlemizin vicdanı ve anlayışı arzu ediyor ki, mesele tamamıyla aydınlansın. Yar ve ağyar  ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimiz bilsin. İdrak ederek, bilerek mi, yoksa anlamadan bilmeyerek mi yağıyoruz anlasın. Yüce Meclis, halifelik meselesinin şer’i mahiyetini  siyasal hakikatini bilerek mi karara bağlıyor yoksa bilmeyerek mi? Bu cihetler tamamıyla anlaşılsın. Çünkü tekrar ediyorum, mesele hakikaten gayet önemlidir. İslam dünyasında, daha şimdiye  kadar böyle bir devrim yapılmamıştır. Değil İslam dünyasında, belki dünya kara yuvarlağında meydana gelmiş devrimlerin en büyüğü, en önemlisidir. Bunun için zihinlerde, fikirlerde şüpheler kaygılar bulunmamak lazım gelir. Meseleyi bilerek çözmek gerekir. Gerek dini yönden ve gerek siyasi yönleriyle bizim bilmemiz gerekir.


 

Bu cihetler bilirsek ne yapmak istediğimizi, ne yapacağımızı bilmiş oluruz. Benim asıl maksadım meselenin dini yönünü, İslamlığın halifelik meselesi  hakkındaki yaklaşımını aydınlatmaktır. Siyasi yönünü açıklamak, maksadımın dışındadır. Ben ona karışmam. O yönü yüce meclis çözer.


 

Önceden şu yönü arz edeyim ki halifelik meselesi, dini olmaktan ziyade dünyavi bir meselesidir. Ve inanma  meselelerinden değil, millete ait haklar ve kamu işlerinden biridir. İnançla ilgisi yoktur. Her ne kadar  inançlara dair yazılmış İslami eserlerde dahi bu meselelerde uzun uzadıya söz edildiği görülürse de, fakat bu , halifelik meselesinin İslam inançlarından sayıldığı için değil, belki bu mesele etrafında sonradan meydana gelen bir takım düzmece ve yanlış fikirleri yok etmek, ortadan kaldırmak içindir. Bu noktayı İslam bilginleri kitaplarında açıklıkla gösterirler. Bilirsiniz ki Hz. Peygamber zamanından sonra İslam aleminde muhtelif partiler ve inanç mezhepleri meydana çıkmıştır. Onlardan birisi de Şii Fırkası’dır. Bu Şii Fırkası sonradan çeşitli kollara dallara ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmına ‘İsmailiye’ partisi denir ve aynı zamanda bu parti ‘Batınıye’ gizli ve ‘Ta’limiye’ öğretici ve ‘Seb’iye’ yediler adları da verilir.


 

Bunlar kendi halifelerine imam adı verirler ve kendi imamlarının Allah olduğu inancından yana olurlar. İmam bilginleri ve marifetleri doğrudan doğruya Allah’tan alır derler. İmamdan sonra (Hüccet-delil) denilen zat gelir. Ondan sonra (Bab-giriş) ondan sonra (Mümin-inanan) gelir. Allah, imama , imamda hüccete ,hücette de bab-a , babda mümine öğretir, derler. Onun için bunlara (ta’limiye-öğreticiler) partisi adı verilir. Bunlarca Kuranı Kerim’in hem açık , hem de gizli anlamı vardır.  Üzerinde durulan gizli anlamıdır, dedikleri için bunlara (Batınıye-gizliciler) dahi denilir. Bunların inançları baştan aşağıya düzmecelikten ibarettir. Haddi zatında bunlar dinsizdirler.En cerbezeli ve cin fikirli başkanları ün almış (Hasan Sabah)’dır. Bu adam doğu Selçukilerinden Alparslan zamanından ‘Kazvin’ cihetlerinde yüksek bir dağ başında olan ‘Elemud’ kalesinde karşı koymak için yerleşmişti. Alparslan bununla çok uğraşmıştır.  Bu gün Anadolu dağlarında tahtacılıkla, odunculukla meşgul olan bir takım kişiler (batınıye) partisinin artıklarıdırlar. Fakat bunlar artık kendi  mezheplerini unutmuşlardır.


 

İran’a bu gün yerleşmiş bulunan (imamiye) partisi de  ‘mehdi’nin var olduğuna inanır. Bunlara göre ‘mehdi’ sağdır. Münasip  gördüğü bir zamanda ortaya çıkacak, bütün dünyayı adaletle hakla dolduracaktır. İşte bunlar ve bu gibi fırkalar bu Halifelik meselesi hakkında türlü türlü düzmeliklere inanmışlardır. Onun için ehli sünnet bilginleri kendi  inanç kitaplarında ‘imamlık’ adı altında halifelik meselesinin söz konusu yapmışlardır. Kasıtları , istekleri bu mesele etrafında dönen düzmeleri ret ve boşa çıkarmaktır.


 

Yoksa halifelik meselesini bir inanç meselesi olmak üzere açıklamak değildir.Nitekim sünnet gibi bilginlere, demin dediğim gibi yönü açıkça gösterirler.


 

Bu yönler bu suretle bilindikten sonra şimdide halifelik meselesinin asıl dinsel olan iç yüzünü  açıklayayım. Her şeyden evvel şu noktayı arz edeyimki ‘Hilafet –Halifelik   hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir.’ Zamanın gereklerine tabidir. Onun içindir ki, Peygamberimiz Efendimiz  vefat ettiklerinde dünyadanahirete göçtüklerinde hayatında iken sohbetinde bulunmuş olanların büyüklerine bu halifelik meselesini açıklamamışlardır. Şiddetli bir hararet içinde vefat etmişlerdir. Bir aralık ‘Bana kalem kağıt getiriniz, size bazı tavsiyelerde bulunmak isterim’ demişlerdi. Bazı sahabeler hemen kağıt kalem getirmek istedilerse de Hz. Ömer engelledi. ‘hararetin şiddetinden sayıklıyor’ dedi. ‘Bize (kitabullah) kafidir. Allah’ın kitabı bize yeter’ demiştir. Bunu üzerine biraz gürültü oldu. Peygamber Hz.’leri ‘gürültü etmeyin , dışarı çıkın , beni yalnız bırakın’ buyurdular. Ondan sonra ağız açmadılar. Zannedersem o gün veya ertesi gün vefat ettiler. Kur’an-ı Kerim’ de Halifelik hakkında ayet yoktur. Kuran ülke yönetiminde iki düstur gösterir.


 

Asıl din kanunu olan Kur’an-ı Kerime başvurursanız görürsünüz ki, bizim halifelik şekli hakkında yani İslam Halifeliği hakkında hiçbir ayeti kerime yoktur. Kur’an-ı Kerim, hükümet etmekte , yani memleket idaresi hususunda bize iki düstur gösteriyor.


 

Bir bugün medeni alemde yürüyen meşveret kaidesi ki, bunu Kur’an-ı Kerim bize 1300 yıl evvel koymuştur. Oda (ve emruhum şura beynehüm) düsturudur .Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görülür. demektir. Gerçi bu ayete celile Medine ahalisi hakkında inmiştir. Medineliler müşterek olan işlerini memlekete ait işlerini kendi aralarında danışarak görürlermiş. Hazret-i Kur’an onların bu halini iyi, güzel buluyor ve beğeniyor, taktir ediyor. Demek ki, memleket idaresi hususunda meşveret usulü Allah’ın taktirine mashar olan güzel bir usuldür. Bir usul kaidesi vardır. Husus sebep umum el faza mâni değildir. (Sebebin hususi olması kaleminin umumi anlamında alınmasına engel olmaz) diğer bir deyimle ( itibar lafzın umum ve şümulü nedir, sebebi nüzulün hususiyetine değildir) Değer vermek kelimenin tamamına ve kapsamınadır. Ayetin inmesi hususi sebeple olmasına değildir, denir. Bu itibarla söylenen ayeti celile doğrudan doğruya İslam olanların memleketi idarede yapmaları lazım gelen hareket yollarını gösteriyor, denebilir. Şüphe yoktur ki, Allah’ın övgüsüne ermiş bir hareket yolu İslam için riayeti gerektiren bir harekettir. Hülasa,  meşveretle iş görmek. Allah’ın beğendiği bir keyfiyettir. Nasıl ki, bütün medeni alemde bugün bu danışma usulü kabul edilmiştir. Bizde ona uyarak kararlar alıyoruz. Bireylerin haklarını memleketin selametini en ziyade üzerine alan idare usulü de budur. Kur’an’da sözü edilen ikinci düstur (Ulil emre itaat)emir eden büyüğe itaat etmek , ona uymak düsturudur. Kur’an-ı Kerimde (etiuluhe ve etiurresüli ve ulil emre min küm ) ayeti celilesidir. Yüksek anlamı (Allah’a ve peygambere ve sizin içinizden emir sahibi olanlara ram olunuz, uyunuz) demektir. İşte bu ikinci düsturdur. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ortadan kaldırmak yok etmek içindir. Memleketin sükûn ve huzurunu emniyet altına almak içindir ki hükümetin emirlerine uymanın din bakımından lazım olduğunu bildirir. Bu ayet ferdlere  salahiyetli devlet adamlarının emrine uymak hususunda dinsel bir görev yüklüyor. İşte memleket idaresinde Kur’an-ı Kerimde bu iki ayetten başka bir ayet yoktur. Vekıa emanetleri, yani memuriyetleri , hükümet görevlerini bilene vermek hakka, adalete riayet eylemek gibi hususlara dahil Kur’an ayetleri vardır. Lakin bunlar doğrudan doğruya idare usullerine dair değildir. İkinci derecededir.


 

Şu tarihi hakikatler meydanda ve en inanılır ve itibarlı tefsir ve tarih kitaplarında var iken Allame-i Taftazani’nin (din imamlarından hal edici ve yapıcılıkta ehil olanların Abbasi Halifelerinin doğru olduğunda oy birliği yapmışlardır)  tarzından söz söylemesinin hiçbir bilimsel kıymeti yoktur. Bunu tereddüt etmeden korkusuzca söyleyebilirim.


 

Vakı’a İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed gibi işaret edilen İmam-ı Azam Hazretlerinin öğrencilerinden olan Hanefi İmamlarından , Abbasiler zamanında kadılıklar kabul etmişlerdir. Hatta İmam-ı Ebu Yusuf Bağdat’ta Abbasi halifelerinden Mehdi, Hadi ve Harun’urreşid   zamanlarında Kadılar Kadılığı vazifesini yapmışlardır. Fakat bu keyfiyet onların hakiki halifeliğini tasdike delil olmaz. Çünkü Hanefi kitaplarının  tamamında açıkça yad olunduğu üzere Hanefi imamlarının içtihadlarına göre zalim ve fasit bir Padişah’tan   kadılık ve valilik  gibi memuriyet kabul etmek zaruret sebebiyle caiz ve doğru olur. Yalnız buda zulme ve haksızlığa vasıta olmamak şarttır.  İşte bu fikir ve içtihada dayandırılmıştır ki, İslam bilginleri meliklerin ve sultanların kadılıklarını ve sair memuriyetlerini üzerlerin almışlardır. Hülasa, gerek Emevi Halifeleri, gerek Abbasi halifeleri hakikatta halife değildirler. Sultan ve padişahtırlar. Onlara halife denilmesi  insanlar arasında adet olmasındandır. Keşşaf ve Abbasi halifeleri hakkında (gasıp ve mütegaliptirler, kendi kendilerine halife adını takmışlardır) diye yazılıdır. Hatta demin adı geçen (Mesayire) adındaki kitapta açıkça beyan olunduğu üzere Hanefi büyüklerinin bir kısmı sahabelerden Muaviye’ye bile halife demiyorlar, melik ve sultan diyorlardı.


 

Kendi kendimizi aldatmayalım. İslam alemini biz hiç aldatamayız. Onların içinde pek çok bilginler vardır. Tamamı bu gün bizden bilgindirler. İslam kitapları ellerindedir.  Onlar İslam Halifeliğinin ne demek olduğunu bilmezler mi?  Hint bilginleri, Mısır bilginleri , Yemen bilginleri, Necit bilginleri , Irak bilginleri halifenin Kureyş’den geleceğini bilmezler mi efendiler? Bu saydığım yerlerin hiçbir bilgini bizim padişahlarımızın halifeliğini din bakımından kabul etmez. Mısır’da , Hindistan’da , Irak’da , İran’da halifelikten bahsedildiği vakit bunu  ciddi olduğuna inanıyor musunuz?


 

Onların bilginleri hiçbir zamana bizim padişahlara halife dememişlerdir. Kitapları ortadadır. Şafi-i ‘lerin en tanınmış, itibarlı kitabı olan (Minhaç-ı nüvi) elde dönmektedir. Basılı vardır. Bütün şafi-i medreselerinde , bütün Şafi-i bilginlerinin ellerinde saygıyla elden ele gezmektedir. Ona bakınız. Şafi-i’lerce bizim padişahlara  halife denip denmeyeceğini anlarsınız. Maliki ve hanbeli kitaplarına da bakınız. Onların da bizim padişahlara ne dediklerini görürsünüz, hatta bizim Osmanlı bilginlerimiz bile kendi padişahlarına halife dememişlerdir.  Hanefi fıkıhlarının üstadlarından ve Türkistan’ın en büyük bilginlerinden İmam Necmüddin Ömer Nesefi denilen bir zat vardır. 537-1121 tarihinde  Semerkand’de vefat etmiştir. Bu pek büyük bir fıkıh alimi olduğu için kendine (müftü yüzssakaleyn-insanlara ve cinlere şeri izin verebilen) denmiştir. Bu zatın pek çok kitapları vardır Hanefi mezhebinde imamdır. Bunun (itikada) inanca dair (akaid-i  nesefiye-nesefi inançalrı adıyla küçük bir kitabı vardır ki, 800yıldan beri Hanefi mezhebinin bulunduğu bütün doğu medreselerinde okutulur. Hatta İstanbul , Fatih medreselerinde dahi okutula gelmiştir.  İşte o kitapta ve diğer bütün islamı kitaplarda İmam-ın Kureyş’den olması şartı olduğu ve başkasının  imamlığı caiz olmayacağı mutlak ve kati bir dille beyan ediliyor. (ve layecüzü min gayrihim) deniyor, onun  içindir ki demin adını söylediğim Allame-i Taftazani (akideler) inanışlar şerhinde (Abbasi Halifelerinden sonra hal güçtür) diyor. Şu halde bu güçlükleri kaldırmak için ne yapmak lazımdır. Ne demeli dirki?, bu güçlükler kalkabilsin bu hususta söylenebilecek söz şudur: şartları kendine toplamış bir kişi bulunmadığı zaman Halife tayin ve seçmek gerekmez.


 

Şimdi burada gayet kuvvetli bir itiraz varit olabilir. Dene bilirki, Müslümanlar üzerine bir imam seçmek ve tayin eylemek gerektir. Bu konuda ümmetin birleşmesi vardır. Bütün İslam bilginleri imam atamasının gerekliliğinde birleşmişlerdir. Buna ne cevap vereceksin? Bu soru hakikaten pek kuvvetli bir sorudur. İşin içine (icma) dinsel işlerde oy birliği yapma girince kendi tarafımızda ne  söylense fayda vermez, hiç kimse dinlemez. Çünkü (icma) en kuvvetli delil sayılır ve tarafımızdan ne denilecek olsa bile bize cevaben (icma) yı yapan bilginlerden daha iyi bilir denilir. Şu halde buna nasıl cevap vermelidir? Bunun cevabı Şafi-i bilginlerinin en büyük ,ihtisas sahibi olanlarından Ad Duddin vermiştir. Bu kişinin (navkıf) adında gayet ilmi sayılır,inanılır bir kitabı vardır. Sünnet ehlinin inanışlarına dairdir.  Büyük bir kitaptır. İstanbul, matbaa-i Amire’de üç cilt üzerine basılmıştır. Bütün İslam bilginlerinin elinde delil , müracaat kitabı olarak tutulur ve içindekiler senet kabul edilir. İşta bu kitabın imamlık bahsinde bu soru kendi tarafından irat  olunduktan sonra ona cevap olarak demin değdiğim gibi ( imamlık şartlarını kendinde toplayan bir kişi bulunmadığı anda İslam ehli üzerine imam atanması gerekmez) diye yazılmıştır. Sözümün doğruluğuna inanmak istemeyenler bu kitaba başvurabilirler.


 

Fakat bu surette memleket anarşi, millet ihtilal içinde kalmaz mı? Evet, millet tarafsız bir surette başıboş, kendi haline  terk edilir. Hükümet kurulmazsa şüphesiz memleket anarşi, millet ihtilal içinde kalır. Lakin (nevakıf ) sahibinin maksadı bu değildir. Şartlarını toplamış, hakiki halife anlamında bir imam atanması mümkün olmadığı surette  artık o deyince imam atanmasının gerekliliği düşer, diyor. Bundan hükümet kurmaya da lüzum yoktur anlamı çıkmaz. Maksat halifelik şartlarını toplamış bir imam atanması ‘müteazzır’ güç olduğu taktirde yine hükümet kurmak gerekli olur. (Fakat artık ona halifelik ve hükümet başkanına da halife deyimince imam denmez. Ve bundan dolayı İslam milletleri günahkar olmaz) demektir. Nitekim bundan evvel arada geçen Şeriat ulusu (Ta’dilül Ulum)unda halifelik şartlarını saydıktan sonra şartları toplamış halifeliğin , şerif hadiste beyan olunduğu veçhile otuz yılda tamam olduğunu, ondan sonra dünya başkanlığı , zorlayıcı başkanlıktan ibaret olan melik ve saltanat kurulduğunu bildiriyor. Ve sonra da ‘şu beyan olunan halifelik şartlarından zaruretin düşürdüğü şartlar düşmüştür ve yine zamanımızda Kureyşilik şartı da düşmüştür’ diyor ve bu sözü söyledikten sonra  (fekanü melulin eyname sekıfu ehazu  ve katelu taktile) celil ayeti iktibas ediyor. (aynen alıyorum) ve bu suretle halifelik şartlarını toplamayan melikeler ve sultanlara  şiddetle hücum ediyor. İşte şu açıklamalarımdan hakiki halifelik ile benzer halifeliğin neden ibaret olduğu tamamen anlaşılmıştır, sanırım.


 

Halifelik, asıl halifeliktir ki, Raşit’in halifelerine Ebubekir-Ömer-Osman-Ali’ye mahsus ve münhasır idi, geldi ve geçti. Benzer halifelik ise Raşit’in halifelerinden sonra gelen halifelerinin halifeliğidir ki, yok edici saltanattan başka bir şey değildir ve gayet kötü bir şeydir.


 

Hakiki halifelikte, halife , (Resul’i Ekrem ) çok cömert olan Peygamber efendimizin yoluna uymakla, peygamber gibi bir yaşamaya katlanacak, idarede baba gibi bir siyaset izleyecek ,elinde Kur’an Hazretleri doğru yolda aydınlığı ve hareketinde yol gösterici olacak , kalbinde Allah korkusu, onun her hal ve işinde adaletten ayırmayacak, makamı ve memuriyetleri Allah’ın bir emanetleri sayarak ehlini bulup ona uyarak verecek, Müslümanların haklarını kaybettirmeyecek, hazine mallarını zerre kadar israfına meydan vermeyecek , İslamlığın yükselmesi ve yayılması ve İslam ehlinin mutluluğu ilerlemesi neye bağlı ise onu elde etmeye kudretini ve kuvvetini sarf edecek. Şimdi zamanımızda böyle bir hakiki halifelik kurmak kabil mi?


 

Ebubekir Sıddık  Hazretleri halifelik makamına seçildiği zaman minbere çıkıp Cenab-ı Hakka övmemiz ve teşekkür etmemiz senadır dedikten sonra şu hutbeyi (dini söylevi) söylemişti. (Ey insanlar, ben sizin üzerinize emir verici oldum. Halbuki ben sizin en hayırlınız değilim eğer iyilik edersem bana yardım edici olunuz. Eğer fenalık edersem beni doğru yola döndürünüz. Doğruluk emanettir. Yalancılık hıyanettir. Sizin zayıfınız yanımda kuvvetli demektir ki , hakkını zalimden alıveririm. Kuvvetlinizde yanımda zaiftir ki, ondan mağdurun hakkını alırım. Hiçbiriniz savaşa gitmeyi terk etmesin. Savaşı terk eden kavim sürçüp düşer. Ben Allah’a ve resulüne itaat ettikçe sizde bana ,itaat ediniz şayet ben Allah’a ve Resulüne itaat etmezsem sizde bana itaat etmeyin. Kalkınız namaza Rehime kümullah ).


 

Ebubekir hazretlerinin vefatında kendine ait hiç para çıkmamıştı. Hazineden taktir olunan nafakayla orta halde yaşardı. Devlet malı olarak yanında bir köle ile bir deve ve birde kaftan vardı. Ölüm anında kızı, müminlerin anası Aişe Hazretlerini çağırarak (biz halife olalıdan beri dirhem ve dinarını yemedik yani parasını yemedik, kaba ve bayağı taamlarını yedik ve katı elbiselerini geydik. ‘yani taktir olunan nafaka’ bu köle ile bu deve ve kaftan benim malım değil , hazinendir. Ben Müslümanların işleriyle meşgul olurken onları kullanırdım . Size kalacak mal olmaz. Ölümümde üçünü de Ömer’e gönder) diye vasiyet etmiştir. Aişe Hazretleri vasiyet üzerine onları Ömer Hazretlerine gönderince Ömer Hazretleri (ya Ebubekir , kendinden sonra gelenleri zahmete soktun, güç bir mevkie koydun) diyerek ağladı ve (alın bunları hazineye teslim edin ) dedi. Bunun üzerine mecliste hazır olan Abdurrahman  Bin Avf , (Subbanallah ,bir köle ve bir deve ile beş dirhemlik köhne bir kaftanın ne değeri olabilir. Emir etseniz de onları Aişe Hazretlerine geriş verseler ) deyince Ömer Hazretleri (o Ömer’in  zamanında olamaz  ) cevabını vermişti.


 

Ömer Hazretleri’de halifelik günlerinde Ebubekir Hazretleri gibi hazineden taktir olunan günlük nafaka ile geçinirdi ve günlük vakıtlarını pek dar tutmuş olduğundan ailesi sıkıntı çekerdi. Diğer hak sahiplerine ise kendi hak ettiğinden fazla verirdi. Bir gün hutbe okumak için mindere çıktığında üzerindeki elbisenin on iki  yerinde yama görülmüştü. Geceleri nurlanmış Medine sokaklarında sabaha kadar bekçi gibi dolaşır, bizzat şehrin asayişini korumaya çalışırdı. Hatta kapalı olup olmadıklarını  anlamak için kapıları yoklardı ve Fırat nehrinde bir oğlak boğulacak olursa  korkarım ki, ‘yarın Cenab-ı Hak beni ondan sorumlu tutar’ diyerek ağlardı. Sorumluluk hissi ve Allah korkusu kalbinde o kadar yer etmişti ki , ara sıra (ya rabbi İslam memleketlere pek ziyade büyüdü ve genişledi her tarafa Allah’ın adaletini yaymak ve dağıtmak  benim için güç oldu, artık bu büyük sorumluluğa dayanamayacağım , ruhumu al) diye dua ederdi. Ölümünde borçlu olduğu için malları satılmış, borçları ödenmiştir.


 

İmam Ali Hazretleri de  geceleri birini hazinenin, diğer, kendisinin parasıyla alınan iki mum bulundurur millet işleri ile meşgul olurken hazinenin mumunu kullanırdı . Fakat o sırada kendi işiyle uğraşacak olursa veyahut  yanına biri gelip hususi konuşmaya başlayacak olursa hemen o mumu söndürür kendi parasıyla alınan mumu yakardı. Osman Hazretleri ise kendisi zengin olduğu için halifelik masrafları adı ile hazineden hiç bir şey almazdı. İşte hakiki halifelik böyle olur. Halife diye de  böyle kişilere denir. Zamanımızda böyle halife bulmak mümkün müdür? Mümkün olmayınca halife aramanın anlamı kalır mı?


 

Sözlerimin başlangıcında söylemiştim ki , şerefli şeriat gözünde halifelikten maksat hükümettir. Bir adil hükümet kurmaktır.  Kur’an-ı Kerim’e hükümet kurmakta idare usulü olmak üzere bize birbirimizle müşavere  etmeyi , danışıp konuşmayı tavsiye ediyor. (ve emruhum Şura beynehüm) diyor. Bizimde bu gün  mümkün olduğu kadar      kurmak istediğimiz idare usulü meşverettir. Hükümeti meşveret esası üzerine kurmak istiyoruz ve hatta kurdukta. Bu idare usulü Allah’ın beğenisine mahzar olduğu halde ne istiyoruz, başımızda korkunç bir yaratık gibi bir halife  bulundurmanın ne anlamı var?


 

‘Sanılıyor ki, halifeliği kaldırırsak  Mısır’da Hindistan’da ve diğer İslam ülkelerinde çok kötü etki yapar. Bu bence pek boş bir fikirdir. Emin olun efendiler, bunun İslam aleminde hiçbir etkisi olamaz evvelce de söylediğim gibi İslam alemi bilginleri kimin halife olacağını ve nasıl halife olmak gerektiğini bizden iyi bilirler. İslam aleminin bize olan yardımını bilmiyorum, hakikaten var mıdır?


 

Beş on lira vermekle yardım olmaz. Ona yardım denmez. Vaktiyle İstanbul’ da (cihad) savaş fetvası çıkarıldığı zaman İslam aleminden hiçbir katılma sesi çıkmadı. Irak’ı Suriye’yi ve hatta güya halifelik yeri sayılan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan Müslüman askerlerinden kurulmuştu. Beni Arap yan hanında bir odaya kapayarak başında nöbet bekleyen Müslüman Hint askeriydi, eşim ve çocuklarım ziyaretime geldikleri zaman onlarla benim arama girerek elinde hançer ile nöbet bekleyen Müslüman hint askeriydi. İçimizde idi. Şeyhülislamlık etmiş olan kişi de beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman İslam aleminin hiçbir tarafından yardım eli uzatılmamıştır.


 

Kendimizi aldatmayalım hakikati olduğu gibi gürelim ve görmeyenlere de gösterelim. Evet , İslam aleminin bize bizim de onlara yardım etmemiz lazımdır hatta zorunluyuz. Bütün İslam bireylerinin de elden geldiği kadar yardım etmesi gerekir. Fakat bu halifelik sorunu değil , halifelikten dolayı değil , din kardaşlığı sorunudur. Müslümanların birbirinin kardeşi olduğundandır. Kur’an-ı Kerim (İnnemel   mü’minine ihvetün ) buyuruyor. Yani Müminler birbirinin  kardeşidir, diyor.  İşte İslam alemi bize yardım etmek bu dün kardeşliğinden dolayı zorunludur.Yoksa bir kişinin halife adıyla korkunç bir yaratık gibi bu makamda oturmasından dolayı değildir. İslamlıkta insanlar hakkında kutsilik yoktur. İslamlıkta öyle Hıristiyanlık ta olduğu gibi ruhanilik yani ruhani hükümet yoktur. Ve yine İslamlıkta ne dini kuruluşlar , nede idari kuruluşlar yoktur. İslam şeriatı , dini kuruluşlar yapmadığı gibi idari kuruluşları da  İslam ümmetine bırakmıştır. İslam mukaddes olarak yalnız bişey tanır ki o da (hak)dır. Mukaddes olan yalnız hukuktur.  Kutsilik ondadır. Cenabı hakkın adı (hak)dır. Kutsilik ondadır. Bazı dinlerin bazı eşyaya verdiği kutsiliği İslamlık vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsilik vermemiştir. Peygamberlere bile kutsilik vermemiştir. Peygamber hazretlerinin en büyük duası (Allahümme erinel eşyayi kemahi)duası idi. Anlamı (ya rabbi bize eşyanın hakikatlerini olduğu gibi göster) demektir. Diğer bir duası da  (Allahümme  la tecal  kabri ve sene en ya ‘bud) duasıydı. Anlamı, (ya rabbi benim kabrimi tapılı put yapma) demektir. Şimdi size sorarım böyle yüksek bir din bir takım şahısları halife diye başımıza oturtmak ve ona taparcasına bir takım kutsilik vermek kabul eder mi? Buna imkan yoktur. İslamlık bundan ayrılmıştır. Bu bir takı kandırılmaktan, istibdat zamanından sultanlıkların yapmış oldukları zulümleri örtmek için yalnız kendi buyruğunu ön tutan hükümdarların etrafında bulunan, riya yapan şahıslığın kasten yaptıkları telkinlerden ve bir takım cahil işi boş kişilerin yanlış telkinlerinden doğmuş ve gittikçe yaygın bir fikir haline gelmiş bir düzmedir.

 

Böylece Müslümanların birbirine yardım etmeleri dini bir gerekliliktir. Bu din birliği sosyal bir iştir. Müslümanlar, parçaları birbirine kenetlenmiş bina gibidir. Birbirlerini tutarlar birbirinden ayrılamazlar mealinde bir şerif hadis   vardır ki  İslam ehlinin arasındaki birliğin ne derecede lüzumlu olduğunu gösterir.  Bu hususta daha pek çok şerif hadisler vardır. Her bir ahlak düsturu i ve pek toplumsal değerlidir. Onun için Hint’in, Mısır’ın, Afgan’nın , Türkistan’ın ve diğer İslam aleminin bize ve bizim onlara bağlılığımız hep bu din birliğinden doğmadır. Bu zavallılarda kendilerini esirlikten kurtarmak için bir yardım yapacak el arıyorlar. İşte bunu içindir ki, biz halifeliği kaldırsak da kaldırmasak da  onlar daima ellerinden geldiği kadar bize yardım da  devam edeceklerdir ve etmeleri lazımdır.

 

Halifelik bir nevi vekilliktir. Milletle Halife arasında akdedilmiş olan vekillikden başka bir şey değildir. Millet (Mivekkil) vekil yapan, Halife seçmek ve ona uymak demek vekillik bağıtını yapmak demektir. Bilirsiniz ki, her (akid) bağış yapmak, her mukavele tarafların icab ve kabulü ile yapılmış olur. İşte Halifelik de bir bağıt, bir mukaveledir. Hem de bütün fakıhların söz birliği ile bildirdikleri vechile vekillik bağıtı nevindendir. Halkın da vekillik kaidesi hükümleri yürür. Çünkü, defalarca arzetmiştim ki, Halifelik, şer’i esası itibarı ile hükümet demektir. Bilirsiniz ki, Peygamber Hazretleri, bir taraftan şer’i hükümleri kor, (teşri eder) Yasama yapar, diğer taraftan da bizzat o hükümleri icra ederdi, yürütürdü. Etrafa valiler, kadılar,kumandalar seçer ve atamalar yapardı ve muhabelerde bizzat baş kumandanlık görevini yapardı. Hatta pek güzel bilirsiniz Uhud (Gazasında) savaşında yanağından yaralanmıştı. Bu haller ise söylemeye hacet yok, hükümet yapmalık demektir. Onun içindir ki, Halifelik de hükümet demektir. Fakat gerek saadet yüz yıllarında ve gerek sonraları Hükümet deyimi (Mustalah) lügat anlamının dışında kullanılmamıştı. Hükümüt kelimesi lügata hakim olmak, emir ve men etmek, hükümeti yürütmek demektir. Şeriatta pek makul bir şey değildir. Onun için o vakitler Hükümet deyimi kullanılmamış, onun yerine Hilafet-Halifelik deyimi kullanılmıştır. Hanefi fakıhlarının sonrakileri arasında İbni Human adında bir kişi vardır ki, içtihadedebilir derecede büyük bir fakihdır. Sivas da doğmuş İskenderiye’de yetişmiştir ve orada bilimler yayımlıyırak gayet etki yapan eserler yazmıştır. Hicretin dokuzuncu yüz yıl yetişmişlerindendir. Bunun kelam bilimine yeni inançlara dair (Müseyire) adında bir kitabı vardır ki, basılıdır. Bundan evvel birkaç kere adını söylemiştim. İşte o kitapta İmamlık (Heyve İstihkakun Tasarruf-ı Ami Alelmüslüimin) diye deyimleniyor. Yine İmamlık, diğer deyimle Halifelik Müslümanlık üzerine kamuya tasarrufa hakkı olmaktır., deniyor. İşte Halifeliğin fıkıh yani hukukbilimi görüşü noktasından deyimlenmesi  budur. İnanç bilimi kitaplarında Halifelik daha doğrusu İmalık başka suretle deyimlenir. (Dinsel ve dünyasalemirler Peygamber Hazretlerinden sonra onun yerine müslümanlar  üzerinde başkanlıktır)diye deyimlenir.İbni Human büyük Fakih olduğundan (İmamlığı) fıkıh ve hukuk bakımından deyimlemek istemiş onun için İmamlık, Müslümanlar üzerine kamuya tasarruf hakkı olmak denmiştir.

 

İmamlığın, diğer deyimle Halifeliğin en güzel ve en doğru deyimi budur. Kamu üzerine tasarrufa hakkı olmak diyor. Kamu üzerine tasarruf demek, bütün Müslümanları kapsamına almak üzere tüm ve ortak işlerinde söz sahibi olmak demektir. Buna fıkıh dilinde yani İslam hukuku lügatında (Veleyet-i Amme=Kamu üzerine söz geçirmek) denir. Velayet ne demektir? Ve kamu üzerine tasarrufa hak kazanmış bir kimse var mıdır? Bunları açıklamak lazım geliyor.

 

(Velayet) İslam bilginleri (tenfizul kavli elagayri şea ev ebi) diye deyimlenir. Anlamı (İster kabul etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek) demektir. Velayet’in anlamı budur. Şu halde İslam şeriatına göre böyle ister kabul etsin ister etmesin başkası üzerine söz geçirmekhakkını haiz kimse var mıdır? Bu zorla söz geçirmek demektir ki, zorla hükmetmekten başka bir şey değildir. Zorla sözünü yürütmek şeriatta caiz midir? Evet bir kimsenin diğerine zorla söz geçirmeye kalkışması meşru olmaz sa ona (tahakküm) zorla söz geçirmek denir. Fakat meşru olursa işte o vakit ona Velayet denir.Şimdi bu sorunu bir ön söz ile açıklayalım.


 

İslam hukukunda üç hak vardır. Bu üç hakka her ferd , tam eşit şekilde sahipdir ve üçü de değişmezdir ve sarsılmaz haklarıdır. Birincisi hürriyet, ikincisi ismet hakkıdır ki, biz şimdi buna masuniyet-i şahsiye  diyoruz. Nefsin ırzın ma’suniyet ve dokunulmazlığız demektir.Üçüncüsü de mülkiyet hıkıdır. İşte bu üç hak İslamlığın esaslı haklarıdır. Diğer bütün haklar bu üç haktan doğar. Bu üç hak diğer bütün hakların anası ve doğuş yeridir, başıdır. Zamanında ilerlemiş memleketlerin esas hakları da bu üç hak değimlidir? Evet öyledir ama biz bu esaslı hakları bu gün değil, 1300 küsur yıl önce öğrenmişiz. Lakin esefle demek gereklidir ki, Halifelik adı altında sonra gelen müstebid hükümetler bu esaslı haklara hakkıyle riayet etmemişlerdir.

 

İslamcılıkta hiçbir ferdin  diğeri üzerinde kendiliğinden Velayet hakkı  yoktur. Hiçbir kimse diğerine zorla söz geçirmek hakkına sahip değildir. Hiçbir fert, diğerine zorla şunu yap, bunu yapma şurada otur, oraya gitme diyemez. Herkes hürdür. İstediği yerde oturur, kalkar, istediği gibi hareket eder. Başkasına zarar vermedikçe kimse ona karışamaz. Yine herkesin nefsi, ırzı muhterem ve dokunulmazdır. Mülk edinmek hakkıda böyledir. Herkesin malı, mülkü dokunulmazdır. Herkes kendi mal ve mülkünü dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin karışmaya hakkı yoktur. Herkes haklarda eşittir. Öyle sınıf  ayrılıkları, zadeganlık usulü gibi şeyler yoktur. İslamlık tam anlamıyla Demokratik bir dindir ve hiçbir kimsenin  üstünlüğünü kabul etmez.

 

Kur’an-ı Kerim (En Ekremükün İndallahı İttiukaküm)buyuruyor, yani Allah katında sizin en kerem sahibi olanınız, Allah’dan en çok korkonınızdır diyor. İşte bunun içindir ki, büyük, küçük, şerefi bulunan ve en alçak gönüllü olan herkes Allah yanında eşittir. Allah’ın yanında en sayılı olan, en ikram edilmiş görünen kişi, kimin oğlu olursa olsun Alah’dan en çok korkan kişidir. Bunun içindir ki, İslamlıkta hiçbir kimse kendi şahsı üstünlüğünden doğmuş diğer bir birey üzerinde zorla söz geçirmek, ona emir etmek, onu men etmek hakkına haiz değildir.
 

İslamlıkta yalnız bir kişinin diğeri üzerinde Velahiyeti zorla söz geçirme hakkı vardır ki,  o da baba’dır.  İşte yalnız babanın evladı üzerinde söz geçirme hakkı vardır ki, velahiyettir. Baba çocuğun velisidir. Bu velayet babanın babalık vasfından doğmuştur ve çocuk hakkında tam bir şefkate malik olduğundandır. Ortada bir çocuk vardır. Bakılmak ister. Kendisine irsen geçecek olan malları korumak gerekir. Çocuktur kendisine bakamaz. Ve mallarını koruyamaz, buna kim bakacak? Ve mallarını kim koruyacak? İslam şeriatı çocuğa bakmak, diğer bir deyişle çocuk üzerinde Veleyet hakkını haiz olmak hususunu çocuk hakkında en zeyade şefkate malik olan herkesden ziyade onun faydasını, hayrını  düşünecek olan kişiye veriylor ki, o da Baba’dır. İşte babanın bu velayetine (velayet-i zatiye) zati=şahsi velayet denir. Babanın şahsından, babalık vasfından doğan bir velayettir. Baba’dan başka ve baba hükmünde olan büyük babadan başka hiçbir kimsenin diğer bir fert üzerinde böyle zati velahiyeti yoktur. Herkesin kendi nefsinde ve mallarında velayeti diğer deyimle tasarruf hakkı vardır. Onun bu velayet ve tasarrufa kimse karışamaz.işte bu esasa binaendir ki, (her kimse kendi aleminin padişahıdır) denir. Bir kişi diğer bir şahıs hakkında velayete ve tasarruf hakkında velayete ve tasarruf hakkına malik olabilmek için mutlaka o şahısdan velayet hakkını alması lazımdır. Mesela, bir kimse diğerinin bir malını başkasına satabilmesi için mal sahibinden izin almış olmak lazımdır. Daha evvelce öyle bir izin almamış ise, o satış muteber olmaz. Bu hususda izin almak ne demek tir? O malı satmak velayetini, onun rızasıyla ondan almak demektir. İşte o velayeti almış kişiye vekil denir. Ona o vekaleti veren kişiye de müvekkil denir. Vekil böyle bir velayet almamış ise ona vekil denmez, fuzuli=fazladan denir.

Fuzulinin tasarrufu ise kabul edilir olmaz. Meğer ki, mal sahibi sonradan onu kabul etmiş olsun. Bu halde de (icrareti lahika vekaleti sabıka hükmündedir) denir. Yani Sonraki kabul, önceden verilmiş vekalet sayılır,bu itibarla fuzulinin tasarrufu kabul edilir. Hüküm sorunu da böyledir.Yani bir kimse diğeriyle olan davasında başka bir kişiyi kendi rızasıyla hakem yapmadıkça o kişinin o kimse aleyhinde verilecek hükmü muteber olmaz. Fuzuli=fazladan olur. Bir şahıs kendi aleyhinde hükmetmek hakkını başka bir kişiye vermelidir ki,o kişinin o kimse aleyhindeki hükmü sayılır olabilsin. Çünkü demin demiştik? Babadan mada hiçbir kimsenin diğer bir zat hakkında velayeti, tasarruf hakkı yoktur dememiş mi idik? İşte onun içindir ki, her kim olursa olsun diğer bir kişinin lehinde veya aleyhinde tasarruf edebilmesi için o kişiden kendi rızasıyla velayet alması zorunludur. Babanın çocuk hakkındaki velahiyetine “Zati velahiyeti” denildiğini söylemiştik. Başka bir kişinin diğer bir kişe velayet vermesine ve o şahsın busuretle velayeti haiz olmasına da (velayeti tafviz) verilmiş velayet denir. Demek oluyor ki, velayet iki kısımdır. Birisi zait velayet ki, babanın velahiyetidir. Diğeri tafvizi velayet ki, akıllı ve buluğa ermiş bir kişinin diğer bir kişiye vermiş olduğu velayettir. İşte vekilin, vasinin ve mütevellinin ve hakemlerin haiz oldukları veleyetler hep tafvizi velayettir. Halifenin haiz olduğu velayet de bu tafvizi velayet nevindendir. Çünkü hiçbir kimsenin kendiliğinden veya varislik yolu ile Halife olmak hakkı yoktur. İbni Muham’ın yukarıdaki deyiminden anlamışdık ki, Halife olmak demek kamu üzerine tasarruf hakkını haiz olmak demektir. Bu hak ise; millet tarafından bir şahsa bu kamu üzerine tasarrufa hak salahiyeti vermekle hasıl olur ki, vekillik demektir. Kamu işleri denilen şey millitin ortak işleridir. Bir memleket idaresi demek o memlekette millete ait olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise doğrudan doğruya milletin kendi işidir milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse, o hakka malik olamaz. İşte bu esasa göre yapılmıştır ki, İslam fakihları yani İslam hukukçuları, Halifelik, milletle halife arasında mukavelesi yapılmış vekilliktir, derler. Bu hususta, tamamen vekillik kaidesi hükümleri uygulanır. Mesala, vekillik mutlak olacağı gibi mukayyed de olabilir ve vekil olan kişi müvekkilinin vekillik verdiği zaman da göstereceği kayda ve şarta riayet etmeye mecburdur. O kayda riayet etmezse tasarrufu kabul edilemez. Bunun gibi Halifelik de vekillik nevinden olduğundan Halife seçildiği anda ve ona uyulduğu zamanda vekillik veren millet tarafından gösterilen kayda ve şarta uyzamay zorunludur. Millet kendi kamuya ait olan velayet hakkını yani kamu işlerinde tasarrufselahiyetini Halifeye mutlak suretle vermiş ise Halifenin bu nevi mutlak halifeliği, mutlak hükümet olur. Raşidin Halifelerinin Halifeliği gibi. Yokeğer millet uyulma sırasında halifenin halifeliğini yani kamu velayetini bazı kayıdlara veşartlara tabi tutmuş ise o vakit bu nevi halifelik de Meşru Hükümet=Şarta bağlı hükümet demek olur. Osmanlı meşrutiyetinde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi milletin kendi kamu işlerinde hiçbir kimseye tasarruf hakkı vermemesi de esas itibarı ile caiz olmak lazım gelir. Millet, kendi işimi kendim göreceğim, artık yetiştim, yaşamda iyiyi, kötüyü ayırabilecek  hale geldim. Kendi ortak işlerimde kendim tasarrufumu kullanmak için gerek görülen olgunluğu ve bilgiyi de edindim.
 

Bunun üzerine kamuya ait tasarruf hakkını artık kimseye vermeyeceğim diyecek olursa ona, ne denilebilir? İşte şimdi bizde böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibarıyla hiçbir engel yoktur. Yeter ki, millet hakikaten erişgen olsun ve bu hususta var olması gereken siyasal terbiye ve toplumsal eğitime malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanlarınişi kendi aralarında meşveretle görülür) dediği için buna şer’i izin bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda bir çok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor, pek güzel idare ediyorlar.Maksat hasıl oluyor. Halifelik demek hükümet demektir. Kasdedilen memleketi ve milleti adalet       içinde güzelce idare etmektir. Yoksa Hükümet şekli değildir.

 

Bu bahsi biraz daha açıklamak gerekirse deriz ki, velayet ister kabul etsin, ister etmesin başkası üzerinde söz geçirmek demektir ki, zorla söz geçirmek demek olur. Böyle zorla söz geçirmek meşru olmasa onu zulüm ve zorla hükmetmek denir. Meşru olursa velahiyet denir. Bir kanuna dayandırılırsa ona hüküm denir. Lafızlar başka başkadır. Fakat anlamı hep birdir. İtibarlar, yönler ayrıdır, böyle olunca bu velayihet önce ikikısma ayrılır, Umumun velayeti, Hususi=özel velahiyet… (Umumun) Kanunun velahiyeti demek, hükümet demektir. Hakimiyet= hüküm yürütmek demek, saltanat demek, şu yüksek meclisin tasarrufu demektir. Kamu velahiyetinin anlamı budur. Memleketin her tarafını ve bütün bireylerinin ve kamunun bütün işlerini içine alır. Bu gün Türkiye’de bu yüksek Meclis Kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde zorla söz geçirmeye hakkı yoktur, geçiremez. Geçirirse meşru olmaz, cezayı çeker bir cürüm olur. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanızo vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur.Çünkü bunlar (izafi) birbiri üzerine gelen emirlerdir. Adalet de zulümde izafi emirlerdendir, nisbidir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur. Her şey nisbidir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.

 

O halde Halifenin, imamın hükümetin veyahut sultanın emirleri, tasarrufları nasıl yürüyebilir. İşte seçmek ve ona uymak onun için şarttır. Halife’yi seçmek, İmam denilen kişiyi seçmek, hatta milletvekillerini seçmek onun için şarttır. Yani bunların emirleri, tasarrufları tanılır olmak, meşru olmak için şarttır.Size basit bir hukuk kuralı arzedeyim. Hepiniz bilirsiniz, bir insan gerek kendi nefsinde ve gerek kendi malında keyfi isteği, dilediği gibi tasarruf eder, dilerse bu tasarruf hakkını başkasına verebilir. Nitekim başkasına verdiği zaman o kişiye vekil denir ve o kişi sizden aldığı kullanma hakkına göre sizin malınızı kullanır.Onun  alımı ve satımı artık tanınabilir. Ve siz onu kabule zorunlu olursunuz. Çünkü onun yapmış olduğu o kullanım hakkı, vekile bulunmuş olan tarafından verilmiş bir velayettir. Vekillik veren, kendi nefsinde, kendi malındaki velayeti ona vermiştir. Bu cihetle o, bu verilen velayete dayanarak tasarrufunu kullanıyor. Bir birey böyle olduğu gibi, beş, on, yüz bin ve daha ziyade bireylerden toplanmış bir ortaklık, bir toplum da bunu yapa-bilir. Büyük küçük bütün ortaklıklar topluluklar da aynı durumdadırlar.Dilerlerse onlar ortak işlerini doğrudan doğruya kendileri görürler. Dilerlerse kendi içlerinden veya hariçten bir veya birkaç kişi müdür yani vekil yapabilirler.  Yani kendilerinin velahiyetlerini o birkaç bireyden kurulmuş bir hey’ete veya bir kişiye verirler.Hakem (meselesi) sorunuda böyledir.Hakem de mesela sizden velahiyet almadıkça sizin aleyhinize veya lehinize hüküm edemez.Ne vakitsiz birini kendinize hakem seçerseniz o vakit onun hükmü sizin üzerinize geçerli olar. Neden geçerli olur? Çünkü siz o velayeti ona vermişsiniz, bundan dolayı geçerli olur.İşte bu ve benzerlerinin cümlesi hep velahiyet bahsidir.
 

Diğer bir itibar ile de velayet, zati velayet ve izafi velayet adlarıyla ikiye ayrılır. Zati velahiyet bir tanedir.O da babanın velahiyetidir. Şeriat , Baba’ya kendinde var olan babalık sıfatı, evladı hakkındaki tam ve hakiki şefkat sebebiyle o çocuğun lehine tasarruf hakkını veriyor. Çünkü tarafından tafviz edilmeye bağlı değildir. Doğrudan doğruya şeriat o velayeti babaya veriyor.

 

Çünkü ortada bir çocuk var. Bakılmak ve terbiye edilmek ister. Varislik yolu ile kendisine geçecek olan mallarını korumak lazım.İşte şeriat bu gibi şeyleri babaya vermiştir. Babadan başka hiç kimsenin çocuk üzerinde emri veya nehyi (men edişi) geçerli olmaz. Velevki iki yaşındaki çocuk olsun. Kimsenin ona şuraya git, burada otur gibiemir etmeye hakkı yoktur. Bu emir nedir? Zorla söz geçirmek demektir, velayettir. Tafviz ister. Tafviz olmadıkça kimse bu velayeti haiz olamaz. Fakat baba tam bir şefkate tabiatiyle sahip olduğundan şeriat bu velayeti babaya vermiştir. Fakat bazen baba da bir (ihtiras) şiddetli arzu atke altında kalarak çocuğun malını veya nefsini kötüye kullanabilir. Buna meydan vermemek için şeriat, babanın velayetini de çocuğun çıkarını korumak şartıyla bağlamıştır.

 

Tagfvizi velayete gelince; Bu bir kişiye başkasının verdiği velayettir. Ona tafviz ediyor bırakıyor, vekil, vasi ve mütevellinin velayeti gibi… Valilerin, hakimlerin, kumandanların ve Büyük Millet Meclisinin velayetleri hep bu tafvizi velayet nevindendir. Yüksek Meclisin haiz olduğu kamu velayeti milletten alınmıştır. Onun içindir ki, müddetli sürelidir. Zira kandi zatında var olan ve içinde bulunan bir velayet değildir. Millet tafviz etmiştir ve bir müddetle sınırlandırılmıştır. Halifenin velayeti de böyledir.Oda kamu velayetini milletten almıştır. Millet bu velayeti seçmek suretiyle ve uymakla ona vermiştir.

 

 Fuzulinin tasarrufu ise kabul edilir olmaz. Meğer ki, mal sahibi sonradan onu kabul etmiş olsun. Bu halde de (icrareti lahika vekaleti sabıka hükmündedir) denir. Yani Sonraki kabul, önceden verilmiş vekalet sayılır,bu itibarla fuzulinin tasarrufu kabul edilir. Hüküm sorunu da böyledir.Yani bir kimse diğeriyle olan davasında başka bir kişiyi kendi rızasıyla hakem yapmadıkça o kişinin o kimse aleyhinde verilecek hükmü muteber olmaz. Fuzuli=fazladan olur. Bir şahıs kendi aleyhinde hükmetmek hakkını başka bir kişiye vermelidir ki,o kişinin o kimse aleyhindeki hükmü sayılır olabilsin. Çünkü demin demiştik? Babadan mada hiçbir kimsenin diğer bir zat hakkında velayeti, tasarruf hakkı yoktur dememiş mi idik? İşte onun içindir ki, her kim olursa olsun diğer bir kişinin lehinde veya aleyhinde tasarruf edebilmesi için o kişiden kendi rızasıyla velayet alması zorunludur. Babanın çocuk hakkındaki velahiyetine “Zati velahiyeti” denildiğini söylemiştik. Başka bir kişinin diğer bir kişe velayet vermesine ve o şahsın busuretlevelayeti haiz olmasına da (velayeti tafviz) verilmiş velayet denir. Demek oluyor ki, velayet iki kısımdır. Birisi zait velayet ki, babanın velahiyetidir. Diğeri tafvizi velayet ki, akıllı ve buluğa ermiş bir kişinin diğer bir kişiye vermiş olduğu velayettir. İşte vekilin, vasinin ve mütevellinin ve hakemlerin haiz oldukları veleyetler hep tafvizi velayettir. Halifenin haiz olduğu velayet de bu tafvizi velayet nevindendir. Çünkü hiçbir kimsenin kendiliğinden veya varislik yolu ile Halife olmak hakkı yoktur. İbni Muham’ınyukarıdaki deyiminden anlamışdık ki, Halife olmak demek kamu üzerine tasarruf hakkını haiz olmak demektir. Bu hak ise; millet tarafından bir şahsa bu kamu üzerine tasarrufa hak salahiyeti vermekle hasıl olur ki, vekillik demektir. Kamu işleri denilen şey millitin ortak işleridir. Bir memleket idaresi demek o memlekette millete ait olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise doğrudan doğruya milletin kendi işidir milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse, o hakka malik olamaz. İşte bu esasa göre yapılmıştır ki, İslam fakihları yani İslam hukukçuları, Halifelik, milletle halife arasında mukavelesi yapılmış vekilliktir, derler. Bu hususta, tamamen vekillik kaidesi hükümleri uygulanır. Mesala, vekillik mutlak olacağı gibi mukayyed de olabilir ve vekil olan kişi müvekkilinin vekillik verdiği zaman da göstereceği kayda ve şarta riayet etmeye mecburdur. O kayda riayet etmezse tasarrufu kabul edilemez. Bunun gibi Halifelik de vekillik nevinden olduğundan Halife seçildiği anda ve ona uyulduğu zamanda vekillik veren millet tarafından gösterilen kayda ve şarta uyzamay zorunludur. Millet kendi kamuya ait olan velayet hakkını yani kamu işlerindetasarrufselahiyetini Halifeye mutlak suretle vermiş ise Halifenin bu nevi mutlak halifeliği, mutlak hükümet olur. Raşidin Halifelerinin Halifeliği gibi. Yokeğer millet uyulma sırasında halifenin halifeliğini yani kamu velayetini bazı kayıdlara veşartlara tabi tutmuş ise o vakit bu nevi halifelik de Meşru Hükümet=Şarta bağlı hükümet demek olur. Osmanlı meşrutiyetinde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi milletin kendi kamu işlerinde hiçbir kimseye tasarruf hakkı vermemesi de esas itibarı ile caiz olmak lazım gelir. Millet, kendi işimi kendim göreceğim, artık yetiştim, yaşamda iyiyi, kötüyü ayırabilecek  hale geldim. Kendi ortak işlerimde kendim tasarrufumu kullanmak için gerek görülen olgunluğu ve bilgiyi de edindim.

 

Bunun üzerine kamuya ait tasarruf hakkını artık kimseye vermeyeceğim diyecek olursa ona, ne denilebilir? İşte şimdi bizde böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibarıyla hiçbir engel yoktur. Yeter ki, millet hakikaten erişgen olsun ve bu hususta var olması gereken siyasal terbiye ve toplumsal eğitime malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanlarınişi kendi aralarında meşveretle görülür) dediği için buna şer’i izin bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda bir çok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor, pek güzel idare ediyorlar.Maksat hasıl oluyor. Halifelik demek hükümet demektir. Kasdedilen memleketi ve milleti adalet       içinde güzelce idare etmektir. Yoksa Hükümet şekli değildir.

 

Bu bahsi biraz daha açıklamak gerekirse deriz ki, velayet ister kabul etsin, ister etmesin başkası üzerinde söz geçirmek demektir ki, zorla söz geçirmek demek olur. Böyle zorla söz geçirmek meşru olmasa onu zulüm ve zorla hükmetmek denir. Meşru olursa velahiyet denir. Bir kanuna dayandırılırsa ona hüküm denir. Lafızlar başka başkadır. Fakat anlamı hep birdir. İtibarlar, yönler ayrıdır, böyle olunca bu velayihet önce ikikısma ayrılır, Umumun velayeti, Hususi=özel velahiyet… (Umumun) Kanununvelahiyeti demek, hükümet demektir. Hakimiyet= hüküm yürütmek demek, saltanat demek, şu yüksek meclisin tasarrufu demektir. Kamu velahiyetinin anlamı budur. Memleketin her tarafını ve bütün bireylerinin ve kamunun bütün işlerini içine alır. Bu gün Türkiye’de bu yüksek Meclis Kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde zorla söz geçirmeye hakkı yoktur, geçiremez. Geçirirse meşru olmaz, cezayı çeker bir cürüm olur. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanızo vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur.Çünkü bunlar (izafi) birbiri üzerine gelen emirlerdir. Adalet de zulümde izafi emirlerdendir, nisbidir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur. Her şey nisbidir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.

 

O halde Halifenin, imamın hükümetin veyahut sultanın emirleri, tasarrufları nasıl yürüyebilir. İşte seçmek ve ona uymak onun için şarttır. Halife’yi seçmek, İmam denilen kişiyi seçmek, hatta milletvekillerini seçmek onun için şarttır. Yani bunların emirleri, tasarrufları tanılır olmak, meşru olmak için şarttır.Size basit bir hukuk kuralıarzedeyim. Hepiniz bilirsiniz, bir insan gerek kendi nefsinde ve gerek kendi malında keyfi isteği, dilediği gibi tasarruf eder, dilerse bu tasarruf hakkını başkasına verebilir. Nitekim başkasına verdiği zaman o kişiye vekil denir ve o kişi sizden aldığı kullanma hakkına göre sizin malınızı kullanır.Onun  alımı ve satımı artık tanınabilir. Ve siz onu kabule zorunlu olursunuz. Çünkü onun yapmış olduğu o kullanım hakkı, vekile bulunmuş olan tarafından verilmiş bir velayettir. Vekillik veren, kendi nefsinde, kendi malındaki velayeti ona vermiştir. Bu cihetle o, bu verilen velayete dayanarak tasarrufunu kullanıyor. Bir birey böyle olduğu gibi, beş, on, yüz bin ve daha ziyade bireylerden toplanmış bir ortaklık, bir toplum da bunu yapa-bilir. Büyük küçük bütün ortaklıklar topluluklar da aynı durumdadırlar.Dilerlerse onlar ortak işlerini doğrudan doğruya kendileri görürler. Dilerlerse kendi içlerinden veya hariçten bir veya birkaç kişi müdür yani vekil yapabilirler.  Yani kendilerinin velahiyetlerini o birkaç bireyden kurulmuş bir hey’ete veya bir kişiye verirler.Hakem (meselesi) sorunuda böyledir.Hakem de mesela sizden velahiyet almadıkça sizin aleyhinize veya lehinize hüküm edemez.Ne vakitsiz birini kendinize hakem seçerseniz o vakit onun hükmü sizin üzerinize geçerli olar. Neden geçerli olur? Çünkü siz o velayeti ona vermişsiniz, bundan dolayı geçerli olur.İşte bu ve benzerlerinin cümlesi hep velahiyet bahsidir.

 

Diğer bir itibar ile de velayet, zati velayet ve izafi velayet adlarıyla ikiye ayrılır. Zati velahiyet bir tanedir.O da babanın velahiyetidir. Şeriat , Baba’ya kendinde var olan babalık sıfatı, evladı hakkındaki tam ve hakiki şefkat sebebiyle o çocuğun lehine tasarruf hakkını veriyor. Çünkü tarafından tafviz edilmeye bağlı değildir. Doğrudan doğruya şeriat o velayeti babaya veriyor.

 

Çünkü ortada bir çocuk var. Bakılmak ve terbiye edilmek ister. Varislik yolu ile kendisine geçecek olan mallarını korumak lazım.İşte şeriat bu gibi şeyleri babaya vermiştir. Babadan başka hiç kimsenin çocuk üzerinde emri veya nehyi (men edişi) geçerli olmaz. Velevki iki yaşındaki çocuk olsun. Kimsenin ona şuraya git, burada oturgibiemir etmeye hakkı yoktur. Bu emir nedir? Zorla söz geçirmek demektir, velayettir. Tafviz ister. Tafviz olmadıkça kimse bu velayeti haiz olamaz. Fakat baba tam bir şefkate tabiatiyle sahip olduğundan şeriat bu velayeti babaya vermiştir. Fakat bazen baba da bir (ihtiras) şiddetli arzu atke altında kalarak çocuğun malını veya nefsini kötüye kullanabilir. Buna meydan vermemek için şeriat, babanın velayetini de çocuğun çıkarını korumak şartıyla bağlamıştır.
 

Tagfvizi velayete gelince; Bu bir kişiye başkasının verdiği velayettir. Ona tafviz ediyor bırakıyor, vekil, vasi ve mütevellinin velayeti gibi… Valilerin, hakimlerin, kumandanların ve Büyük Millet Meclisinin velayetleri hep bu tafvizi velayet nevindendir. Yüksek Meclisin haiz olduğu kamu velayeti milletten alınmıştır. Onun içindir ki, müddetli sürelidir. Zira kandi zatında var olan ve içinde bulunan bir velayet değildir. Millet tafviz etmiştir ve bir müddetle sınırlandırılmıştır. Halifenin velayeti de böyledir.Oda kamu velayetini milletten almıştır. Millet bu velayeti seçmek suretiyle ve uymakla ona vermiştir.

 

Fakihlar yani İslam hukukçuları Halife milletin vekilidir derler. Çünkü millet kamu velayetini ona vermiştir. Seçim yolu ile vermiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamunun kamunun velayetini alabilir miydi? Onun için millet o kamu velayetinin sahibidir ve asıldır. Kamu işlerinde bizzat kendisi icra etmeyip, o yürütmeyi seçmek ve uymak yolu ile Halifeye vermiş… İşte bu suretle Halife, kamunun velayetini İbni Humam’ın deyimi veçhile (tasarruf-ı amme istihkakı ibraz etmiştir.Kamu tasarrufu hakkını kazanmıştır. Ondan dolayıdır ki, millet bireyleri üzerinde tasarruf hakkına sahip olmuştur ve yine bundan dolayıdır ki, Halife milletin vekili olmuştur.

 

Sonra burada bir kural daha vardır. O da vekillik kuralından çıkıyor.  O da şudur. Vekillik bazen mutlak olur,bazen kayıtlı olur. Çünkü bir kimse diğerini vekil edeceği zaman dilerse mutlak suretle vekil eder, istediğini yap der, buna mutlak vekillik denir. Dilerse vekilin yapacağı işleri belirtir. Bazı kayıtlara ve şartlara tabii tutar Buna da kayıtlı vekillik denir. Bu suretle vekillikte kayıtlı veya kayıtsız vekilliği verenin hakkıdır. Ona kimse bir şey diyemez. Çünkü o kendi haiz olduğu velayeti vekilince veriyor, nasıl isterse öyle verir, bunun hakkıdır. Şu halde bu kural halifelikde de yürür. Millet dilerse Halifeyi mutlak suretle seçer, onun hiçbir tasarrufunu sınırlandırmaz. Bu suretle bu mutlak Hükümet demektir. Dilerse millet Halifenin tasarrufunu bazı kayıtlara ve şartlara tabi tutar. Bu suretle kayıtlanmış hükümet olur. İşte Meşruti Hükümet denilen hükümet bu kabildendir. Millet hiç bir kişeye vekillik vermez, yani bir halife, bir imam seçmezse halifelik yok demektir. O vakit de Cumhuriyet olur. Buna engel ne vardır.? Millet kendi işimi ben yapacağım, neden bana başkası yaptırsın derse neden caiz olmasın? Millet diyor ki, hayır kendi işimi ben kendim göreceğim? Ne vakit aciz olursam o vakit halife veya imam adıyla başkasını vekil tayin ederim. Fakat şimdi ben elhamdulillah aciz değilim. Rüştümü elde ettim, vekile ihtiyacım yoktur.

 

Millet için en faydalı bir hükümet şekli demek olan Cumhuriyet ve danışma usulü ile kendi işimi kendim göreceğim. O halde bu na kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Zira hak milletindir. Kur’an-ı Kerim de bunu açık şekilde işaret ediyor. (Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görülür) diyor. İşte bakınız bu sorun ne kadar kolaymış. Döndü, dolaştı basit  hukuki bir sorun oldu. Bunu büyütmek, lüzumundan fazla büyütmek ve buna başka türlü anlamlar vermek, düzmelere, masallara kadar gitmek ve korkunç bir hale koymakta ne anlam vardır? Evet, bunun bir anlamı vardır o da görenektir. Görenektir, fakat alışmış, gözler alışmış, zihinler alışmış, başka bir şey değil

 

Esef edilir her türlü zulümlarına katlanarak alışmısız,milleti uşak gibi kullanmışlar, bir şey dememişler.Bilirsiniz, vaktiyle her hangi bir zatın mallarını  zorla elinden alırlardı, şuna buna istedikleri malları peşkeş çekerlerdi. Avrupadan utandıkları için meşhur Gülhane hattı Humayununu  yayınlandığı zaman  zorla almak kaldırılmıştır demişlerdi. Medeni bir devlet haline gireceği, artık zorla almak kalkmış, demişler ve 93 (1876) Anayasasına da koymuşlardı. Halbuki o vakte kadar bütün zenginlerin mallarını istedikleri tasarruf ederler, istedikleri gibi zorla alırlardı. Ahali mallarını bunları kurtarmak için bir çare aramaya başlamış, bir adam büyük bir zengin olursa, sivrilirse derhal malı müsadare olur bunun önüne geçmenin çaresi nedir? Diye ahali kıvranmaya başlamış.

 

Ne yapsınlar tabi vakıf usulünü iyi bir çare buldular. Zanneder misiniz ki, bu vakıflar hayır için yapılmıştır? Hayır! Vakıfnamalere bakarsanız görürsünüz  50 bin lira kıymetinde bir mal, senede 5-10 bin lira varidat getiren emlak vakıf ediliyor, fakat hayır cihetine topu topu 100 liralık bir masrafa katlanır. Mesela felan sebile  40 okka kar, falan cami e 80 okka zeytinyağı, falan mescide, 30-40 tane mum şart ediliyor. Üst tarafı evladına karım ve karın,  nesil bu nesil evladım evladına şart ediliyor, bu neden? Çünkü zorla alınır zorla alınmaktan kurtarmak için başka çare yok maksadım küçük düşürülmek değildir. Tarihi hakikati arzettirmektir.

 

Bir insan Cuma namazı kılmak için başkasının iznini almaya mecbur mudur? Bu konuda bir risale gördüm. Geçen seçim devletinin milletvekillerinden hoca Şükrü Efendinin kitabıdır. Kendisi ile tanışamadım, kendisini göremediğim için bu anda ne anlamda olduğunu bilmiyorum. O kitapta   ( mezhebimiz iktizasınca Cuma ve bayram namazlarının sıhhatı doğruluğu İmamın iznine bağlı olmakla hatipliğin halifelik makamından verilmesi muktezidir gerekir) deniyor. Görülüyor ki, Hoca Şükrü Efendi bu makamdan iki şeyden bahsediyor. Biri Cuma ve bayram namazlarının doğru olması için imamın izninin şart olması, diğeri de hatiplerin halife tarafından tayininin lüzumudur. Bu iki sorunun ikisi de yanlıştır. Çok çirkin hatadır. Kastamonu Milletvekili muhterem Halit bey efendi Hazretleri “ahalice öyle tellakki olunuyor, Halife olmazsa Cuma namazı doğru olmaz deniyor..” buyurdular. Bir kere şunu arzedeyim ki, efendiler İslam dininde Allah ile kul arasına girecek bir vasıta yoktur. Bu bir İslami bir hakikattır, ne şeyh ne mürşit ne müctehit, ne imam ne de bilmem ki asla vasıta olamaz. İslamlıkta ruhaniyat dini  teşkilat  yoktur .  Papa, İsa Hazretlerinin hatasız vekilidir. İsa Hazretleri adına yaptırır, yaptırmaz İslamlıkta böyle bir şey yoktur, hiçbir kimse peygamber Hazretlerinin teşri-i hükümlerde vekili değildir. Teşri de nihayet yürümez. İslamlıkta Allah yolu açıktır. Allah ile insan arasında açık bir yol vardır, her kez o yoldan gidebilir, hiçbir vasıtaya ihtiyaç yoktur. Nu Kur-an da ne de hadisde bir şey bulamazsınız. Bilakis aksini bulursunuz.

 

Cuma namazı siyasi bir ibadettir, bayram namazı da öyledir. Onun içindir ki, büyük şehirlerde ve Kasabalarda kılınır. Köylerde kılınmaz, bizim meshebimizde yani Hanefi mezhebinde köylerde Cuma namazı sahih olmaz. Mutlak şehirde olacak, çarşı ve Pazar ve kasabalarda kılınacak ve mümkün oldukça bir yerde bir camide kılınacak. Onun içindir ki, eskiden şehir içinde veya şehir kenarında özel suretle hazırlattırılmış olan yerlerde kılınırdı, o yerlere  namazgah denirdi. Hale bazı şehirlerde namazlık denilen yerler vardır. Hatip memleketin en büyük bilgini olacak, hutbe siyasi, sosyal, ahlaki, iktisadi, nasıhatları bilimsel beyanı ve uyarmayı bilecek bilginlikte olacak. Bunun üzerine böyle bir hutbeye her kes muktedir olacak. Ona göre hatip bulmak gerektir.  Onun için eskiden hutbe  meselesi mühim bir mesele idi. Hutbe okumak o suretle halka kendisini göstermek, insanların fikrine bir yer tutmak şüphesiz büyük bir şeref idi. Kendisine güvenen buna heves edebilir. Onların tarafları da olabilir. Bu okusun, hayır okumasın diye aralarında anlaşmazlık çıkabilir. İşte bu anlaşmazlığa ve uyuşmazlığa meydan vermemek için Hanefi fakihları hatibin, Cuma namazının kaldıracak kişinin Sultan tarafından tayin edilmiş olması lazımdır demişlerdir. Dikkat ediyor mu? Burada halife tabiri yok, sultan deyimi var. Türkisdanın en büyük bilginlerinden Halifivakıflarının en ulularından Burhanettin Murgunani adında büyük bir fakih vardı. Murgunan, Türkistan da fergane eyaletinin idare merkezidir. Bu kişi onlarda ve Semergantcıvarında bilgi yaymıştır. Hedane adında gayet feyizli, gayet sayılmış kıymetli bir kitabı vardır. Bu gün Mısır  da basılmış ki İslam aleminde bu kitabı bilmeyen bilgin yoktur. Ondan sonra yazılan bütün kitapların başvurduğu kitaptır. Hanefi mezhebinde en doğru, en itibar edilebilir kitaptır. İşte bu kitapta  Cuma namazı bizzat sultan veya onun özel memuru kıldırmak lazımdır deniyor. Bu kitabın şehri ünlü (fa tül kadir ) de ve bu gün her bilginin elinde bulunan ünlü  Durri Muhtar de Velev o sustan birmütegallip kişi, ve hatta kadın olsun veyis yoktur deniliyor. Sözü edilen Hedane de bu şartın, bu meselenin  illeti, mucip sebebi olmak üzere şöyle deniliyor ve Cuma namazı büyük cemaat ile eda olunur. Ve bazen hatiplişe ve imamlığa hevesli olanlar tarafından (takdim ve takat dümde) hangisinin öne geçmesinde anlaşmazlık hasıl olur. Bazen de farz olan bu emri tamamlamak için bu şarta lüzum görülmüştür. İşte bu sözler (hedane) nin kendi sözleridir, benim sözlerim değildir. Şüphe edenler oraya müracaat etsinler.

 

İşte pek açık olarak görülüyor ki, hatiplik verilmesi meselesi  öyle zan olunduğu gibi Halifeliğin gerektiğinden de değildir. Tek inzibat ve asayiş meselesidir, Uyuşmazlıkları ortadan kaldırmak için lüzum görülen hükümet vazifesidir. Hatta şafi-i mezhebine göre Cuma namazı doğruluğunda böyle bir şart yoktur. Hanifi fakıhlar da sultan olmayan yerlerde hatibi ve imamı ahali kendisi seçer ve tayin ederler. İşte meselenin hakiki nedeni budur, fakat nasılsa esef edilir, bu mesele zihinlerde pek yanlış olarak yer etmiştir. Bu suretle düzeltilmesi gerekir. Bir seneden beri memleketimizde hatipler yalnız şer’iye vekili tarafından tayin olunuyor. Şimdi bir seneden beri memleketimizde kılınan Cuma ve Bayram namazları doğru değilmi denecek? Bu büyük bir hata olur. Lazım olan Hatibin  Cuma ve Bayram namazlarını kıldıracak imamın hükümet tarafından tayin edilmesidir. Bu hasıl olduktan sonra başkabir şeye lüzum yoktur. İmam izni sorusuna gelince bu da yanlıştır. (İmam izni) deyimindeki imam lafzı elifle imam değil? Ayın ile (amm) dır. Yani izafet terkibi ile (izni imam) değil (terkibi tasvibi) sıfat terkibi ile (izni amm) demek lazım gelir. İş te doğrusu budur, Yani Cuma namazı doğru olabilmek için amm’ın izni şarttır. Bu amm izinden maksat da cami veya kale kapılarının herkese açık bulunması, herkesin o camide kale içinde Cuma namazı kılmaya izinli bulunmasıdır. Çünkü Cuma ve bayram namazlarıİslamın şiarıdır. Onların aleni gösterilmesi gerekir, işte Cuma ve bayram namazları doğru olabilmesinde amme izninin şart olması bu hikmette dayandırılmasıdır. Bunun üzerine bir halife, Bir Padişah, Bir Vali veya bir Kumandan yalnız kendi adamları ile Cuma namazı kılmak isteyip de cami veya kale kapılarını kapattırarak halkı girmekten men ederse o namaz doğru olmaz. İşte bu meseleyi de bu şekilde düzeltmek lazımdır. Teessüf olunur ki, bilgin geçinen bir çok kişi bu meseleleri pek kolay oldukları halde gene yanlış bellemişlerdir. Bu mesele fıkıh kitaplarının hepsinde bu suretle yazılı olduğu halde bilmem nasıl olmuş ta bunlar pek yanlış, pek açık olarak bellenmiştir. Buna bir türlü aklım ermedi. Ben fıkıh kitapları içinde şu söylediklerimin aksini iddia eden bir kitap, bir ibare görmedim.

 

Emirülhac meselesi de böyledir, demin adını söylediğim Hoca Şükrü efendi Emirül hac tayini içinde Halifenin varlığını lüzum gösteriyor.Halbuki asla öyle bir lüzum yoktur. Bu da inzibat ve asayiş meselesidir. Öteden beri hacılar arasında emniyet ve asayişi korumak ve niza ve uyuşmazlığı ortadan kaldırmak için bir kişiyi Hac emiri tayin ederlermiş mesele bundan ibarettir. Bu da hükümet görevlerinden bir görevdir ve hiçbir Halifelik lüzumundan değildir.

 

Hutbelerde Halifelerin, Padişahların adlarının söylenmesi keyfiyetine gelince; bu artık büsbütün sonradan ortaya çıkarılmış bir keyfiyettir. Hutbenin katiyen şartlarından değildir.Ve hutbe ile dini olmak üzere hiçbir ilişiği yoktur. Sırf idari ve siyası bir keyfiyettir Raşid’in Halifeleri zamanında hutbelerde hiç kimsenin adı söylenmezdi. Biraz evvel söylemiştim hutbe  söylev demektir. Onda söylenmesi gereken şeyler siyasi, içtimai, iktisadi, ahlaki nasihatlar, meselesidir. Hutbe, halkı uyandırmak, eriştirmek için okunur. Yoksa bir kişinin adını söylemek için okunmaz. Emevi Devletinde Hatipler, hutbelerde imamı Ali’ye lanet ederlerdi. Bunu sırf propaganda olmak üzere, halkı Ali Hazretlerinden soğutmak için Muaviye ortaya çıkarmıştır. Ali Hazretlerinin hükmü geçtiği yerlerde de hatipler, Emevi hatiplerine dua ederlerdi. Daha sonraları melikler taifeleri çıktığı zamanlar da her yerde hatip o yere hakim olan sultanın adını söylerlerdi. Bundan maksat o yerin hangi sultanın, hangi hükümdarın hükümet çevresi içinde bulunduğunu göstermektedir. Bizde hatipler hutbe okuduğu sırada Osmanlı Padişahlarının adlarını söylerken Halife ibnül halife demez.Essultan, İbnus sultan der, el halife ibnül halife diyen  hatip gördünüz mü? Hutbelerde raşidin halifelerin yani ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin adlarını söylemesi de bu kabil dendir. Yani bu sırf siyasi meseledir. Şiilere karşı söylenir. Bu hutbenin okunduğu yerdeki ahilinin sünnet ehli olduğu bununla ilan edilmiş olur. İran’a giderseniz orada da camilerde hatipler, Ebubekir, Ömer ve Osman’ın adlarını söylemezler. Hulasa bu gibi şeyler sonradan çıkarılmış şeylerdir. Asıl islam şeriatında böyle şeyler yoktur, işte halifelik ve onun parçaları hakkında sizlere pek  sizlere çok izahat verdim. Bu izahatımla artık halifelik meselesinin şer’i mahiyeti tamamıyle anlaşılmıştır sanırım.

 

İslamlık gayet yüksek bir dindir.Maarifi ilerlemeyi pek sever. Akıldan, mantıktan hiç ayrılmaz. Yer yüzünde İslam dini kadar hürriyeti sever, ilerlemeyi ister bir din yoktur. Bütün dini hükümleri yüceliği yükseklikleri içine alır. Erişmek istediği amaç ahlak yüceliğini, insanlık faziletlerini kurmak ve yerine getirmektir. Peygamber hazretleri en doğru hadislerinden birinde (innema buistüliütemmime mekaramül ahlak) buyuruyor. Yani ben  Ancak ahlak mürekrremlerinitamamlamak için gönderildim diyor ve bir şerif hadis de de akla Hüccetüllah diyor. Bakınız ne diyor. ( Kün maalhakkı haysü kane ve meyyizma iştebeh aleykebiaklikefein hüccetullahi aleyke feyyakü ve berakatühü illake) bu hadis’in anlamı şudur. Hak nerede ise  sende onunla beraber orada bulun. Oradan ayrılma ve sana şüphe veren şeylerin hakikatını aklınla temyiz et. Çünkü Cenabı hakkın senin aleyhine olan hücceti sendedir, kendindedir. Ve onun fayızları, senedi ve bereketleri de senin yanındadır.İşte bu şerif hadisin anlamı budur. Ne yüksek sözdür, ne kadar anlamlıdır. Ve akla ne büyük kıymet veriyor?


Zaten Kur’an-ı Kerim de baştan başa aklı, akıl ve izan sahiplerini yükseltir. Onun için İslamlık akıl ve mantık ile birleşiktir. Bir kerim ayette (Febeşşir ibadiyellezineyestemiun elkavli feyettebiune ahsenehü) buyuruluyor. (Münif) büyük anlamı. Muhtelif sözleri işitip de onların en güzellerine uyan kullarımı ilahi mükafakımlamüjdele demektir. Bu ayetin alt tarafında da işte bunlardır ki, onları cenabı hak doğru yola eriştirmiş ve işte ancak onlar ululardan akıl ve iz’an sahibidir deniyor. İşte gerek o hadis ve gerek bu ayet taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini yani delilini bilmeksiniz körü körüne herkesin velevki bilginlerden olsun tek sözlerine uymağı men ediyor. Daime her şeyin akıl ve mantıkile, delillere dayanan aklın muhakemesiyle tetkik edilmesi lüzumunu gösteriyor. Bir celil ayetde de (Kulhatu burhaneküm inküntüm sadıkın) buyuruyor yani Peygamber hazretlerine hitaben  ( sözlerinizde doğru iseniz delilinizi gösteriniz) buyuruyor. (Burhan) kati delil demektir. Bilim lügatındadaha başlarda inandırıcı olarak görülen delile denir. Diğer bir celil ayetde (Velatekül meleyselekebihi ilmi) buyuruluyor ki, İlminin yetişmediği bilmediğin şeyin arkasından gitme demektir Pek açık olarak görülüyor ki, Kur’an hazretleri akıl ve mantıka ve bilimsel delillere pek büyük kıymet veriyor.