İnsan tipleri genel itibariyle hayvan karakterleriyle tanımlanır. Şayet hayvan tiplemeleri insana uyarlanırsa;
Aslan; lider konumdadır, ama siz siz olun iş yerinizi katılımcı anlayıştan uzak bir yöneticiye teslim etmeyin. Zira totaliter lider konumunda yöneticiler koltuğa güç katmaz, sadece koltuktan güç alırlar. Balık satan bir adam müşteriye balık vermeden önce kuyruğuna bakarmış, tabii müşterinin dikkatini çekmiş olsa gerek ki;
-Sen ne yapıyorsun böyle, balığın başına bakman gerekirken kuyruğuyla ilgileniyorsun, bu ne iştir?
Bu durumda balık satan adam demiş ki;
-Bir bakıyım kokuşmuşluk kuyruğa kadar inmiş mi?
Gerçekten de balık baştan koktu mu o işletmenin tamamı kokmaya mahkûm demektir.
Bukalemun; nabza göre şerbet veren insan tipini temsil eder. Dolayısıyla bu tipler dobra dobra tavır göremezsiniz, daima ortama göre şekil alırlar.
Çakal; başıboş fırsat kollayan yaratık olup, başkalarına işi yükleyip iş yapmış gibi görünen vurdumduymaz insan tipini temsil eder. Dolayısıyla bana dokunmayan yılan bir yıl yaşasın anlayışta avare bir görünüm sergiler.
Domuz; sürekli destek yerine köstek olan tipleri temsil eder.
Deve kuşu; kafasını kuma gömdüğünden dünyadan bihaberdir. Bu yüzden başını kuma gömen tipler dünya yıkılsa umurunda olmazlar.
İnek; süt vermesi dolayısıyla verimliliği temsil eder. O halde bir işyerinin verimli olabilmesi için üretici tiplere ihtiyaç vardır. Bu tipler yoksa o işyeri her an iflas etmeye mahkûmdur.
Karınca; iyi çalışır, fakat liderlik vasfı yoktur. Dolayısıyla tipik karınca özelliğe sahip bir insana yöneticilik verilmemeli, onları daha çok lokomotif işlerde değerlendirmek gerekir.
Kartal; karıncanın aksine gerçek liderdir. İyi bir yönetici aynı zamanda kartal diye anılır. Belki de “Kartallar yüksekten uçar” sözü bunun için söylenilmiş bir söz olsa gerektir.
Katır; başkalarının yükünü yüklenmekle dikkat çeken bir tiplemedir. Buradan hareketle bazı insanlar kendisinden ziyade başkasının yükünü yüklenmeyi yeğlerler.
Kedi; nankör olmanın yanı sıra, kovalasan da kapıdan ayrılmayan bir hayvandır. Bu karakteristik özellik miyavlayarak yerini muhafaza eden tipleri hatırlatmaktadır. Bu yüzden herkes yolcu olabiliyorken, kedi adeta hancı kalıp şirkette kalıcı kök haneden biri sayılabiliyor.
Köpek; kedi gibi nankör olmayıp sahibine sadık bir hayvan olarak dikkat çeker. Fakat dışa karşı sadık değildir. Bu yüzden köpek tiplemesi yaltaklanan insanları temsil etmektedir. Dahası köpek saldırgan olup, gol atma derdindedir. Dolayısıyla kemirmeleri için bir kemik verip oyalamak gerekir. Yani soğukkanlı davranmakta fayda var. Köpek saldırdığı zaman üzerine gitmeyin. Belki de köpeğin saldırma ihtimaline karşı çökün denilmesi bundan ötürüdür.
Koyun; adı üzerinde hiçbir şeye gıkı çıkmaz, uysallığıyla meşhurdur. Elbette ki uysallık iyidir, ama gerektiğinde haksızlığa karşı tavırda gösterebilmeli. Koyun, inek kadar verimli olmayıp günlük işlerde pasif görünüm sergilerler.
Papağan; aynı şeyleri tekrarlayıp duran bir kuş olup, boş konuşmaktan iş görmez tipleri temsil eder. Bu yüzden mümkün mertebe onlara ‘laf olsun torba dolsun’ babından söz hakkı teslim etmemek gerekir.
Sinek; zayıf olmasına zayıf, ama vızıltı tavırlarıyla mide bulandıran tipleri temsil eder.
Timsah; hep üst kademede olmayı yeğler. İşlerine geleni sistemin çarkında sıkıp ezmeyi bilen tiplerdir.
Yarasa; önünü göremez, duyumlarıyla kendine rota çizer. Dolayısıyla yarasa tipler sağa sola çarpabilir her an. Bu tiplerin ne yapacağı belli olmadığından dikkatli olmakta fayda var.
Yılan; sinsice kuyu kazar. Sinsi insanlar çok geç fark edilir, ancak bir yerde açık verdiğinde insanlar o tip insandan uzaklaşırlar. Sinsi insana yapılacak pek bir şey yok gibi.
At; her şeyi kitabına göre yapıp, zekidir, ama her an tökezleyebilir. Bu durumda bir şeyler yapması için fırsat verin ve görüşlerine başvurun. Atı durduramıyorsan boynuna sarılacaksın ki devamlı binek taşı olabilsin.
Tilki; üçkâğıtçı özelliği ile meşhur tipleri temsil eder. Bu yüzden potansiyel sabotajcı ve toplantının altını oymak isteyenler hep tilkiyi hatırlatırlar. Zaten onlar uzanamayacağı dala koruk derlermiş. Dolayısıyla toplantıda tilki tiplerin görüşlerini apaçık ortaya koyması için onları zorlayın ki gizli gündemini ortaya çıkarıp zarar görmeyesiniz.
Maymun; şaklaban olduğundan çokbilmiş gibi görünürler. Ayrıca komiklik yapmaktan da geri durmazlar, hatta daldan dala atlayıp çaktırmadan dedikodu yapmayı severler. Dolayısıyla tedbir açısından prosedürü kontrol eden sorular sorun, yapmaları için onlara fırsat verin ki bir gün aklı başına gelip şaklabanlık yapmasınlar.
Kirpi; dikenli, herkesi küçümser, şüphecidir. Muhtemelen birkaç kez ezilmişliği söz konusu olsa gerek ki en ufak şeyden nem kapıp paylaşmaktan ve yardımlaşmadan uzak kalmayı yeğlerler. Onlar için daha çok ortalığı karıştırmak çıkarcı bir yoldur. Dolayısıyla onları gıdıklayın, uzmanlık alanına saygı gösterin, yardım etmelerini isteyin, gerekirse sorumluluk verin. Hatta belli bir statü kazandırın ki hep kendi için çalışmasın.
Ceylan; korkak ve içe kapanık, kaçmaya yatkın, sessiz bir savaşçı görünümünde ve kendi ayakları üzerinde durmakta yoksun bir hayvandır. Dolayısıyla bu özelliğe sahip insanları övün ve cesaretlendirin ki toplumdan uzaklaşmasınlar.
Kurbağa; geveze, bilgilendirilmişlerdir, düşünmeden konuşur, her şeye burnunu sokmayı yeğler, ama tilkinin kurbanıdırlar. Dolayısıyla gündemden uzaklaşmalarına izin vermeyin, gaflarını görmemezlikten gelin, zamana riayet etmelerini isteyin ki gereksiz yere insanlara yük olmasınlar.
Su aygırı; debelenen tipleri temsil edip, zamanın çoğunu uyku ile geçirir. Bu yüzden belirsizlikleri sever, en sevdiği sözcük ise “siz, niçin, ben” ifadesidir. Üstelik etliye sütlüye de pek karışmazlar. Dolayısıyla uyandırmaya çalışın, ansızın sözü onlara verin. Hatta onları bazı konularda zorlayın ki devamlı belirsizlik içerisinde yüzmesinler.
Zürafa; özellikteki tipler aşırı hayalcilerdir. Dolaylısıyla ayakları yere basmak için onları cesaretlendirin, saygı gösterin, açıklarını aramayın, olur ya bir gün kendine gelip saadete gelirler.
Ne yazık ki hayvanı özelliklerden hareketle verdiğimiz tiplemelerden sonra yaşadığımız dünyada ideal tip insan sayısı çok azdır. Evet, Ne yazık dedik. Peki niye? Çünkü kedi gibi nankör tipler, bukalemun tipi ikiyüzlü insanlar gerçekten hem kendilerine, hem de topluma zarar veriyorlar. Madem yukarılara karınca misali tırmanarak geliniyor, o halde aşağıları unutmamak icap etmez mi? Gerçek zirveye ulaşanlar aynı zamanda arkasına dönüp geldiği yeri de unutmayan kişi demektir. Ki; gerçek zirve sahibi insanlar fildişi kuleden insanlara tepeden bakmazlar, varlığını insanla özdeşleştirirler hep. Yürek sahibi zirve insanlar aheste aheste yürüyen karınca misali kendi halinde topluluklar gördüklerinde üzerlerine basmazlar. Zaten bastığında insan hasiyet ve şerefine leke vurulmuş olur ki buna asla tevessül etmezler. Ayrıca gerçek zirve insanlar bukalemun tiplere denk geldiklerinde onların övgülerine kanmazlar, onların bu övgü dolu sözlerinden köpek misali yaltaklandıklarını sezerler. Fakat onlar sezilseler de bukalemun tipler hiçbir şey olmamışçasına renk değiştirmeye devam edeceklerdir. Bazı insanlar var ki giyimine kuşamına baktığında sanırsın ki aklı başında ufuk sahibi birileri. Oysa o elbise içinde içi boş bir hiçi temsil etmekteler. Nice kelli felli adamların işçi haklarını savunuculuğuna soyunduğunu zannedersin, oysa onların alın terinden bihaber olup rantın peşindedirler. Sendika ağaları bunun tipik misalidir. Sosyal demokrat görünüp de anti sosyal tipler çoktur. Muhafazakâr görünüp, fırıldak olanlarda öyledir. Ama şu da var ki insanların alınlarında karakteri yazılı değil ki önceden kestirip ilişkiyi hemen kesebilesin. Ta ki hainliği ortaya çıkar ancak o zaman ilişkimizi kesebiliyoruz.
Maalesef günümüzde onuruyla yaşayan insan sayısı çok azdır. Kaldı ki onur sahibi insanları tanıyıp muhatap alanda yok. Bu yüzden ideal insan sistemin çarkında kafese kapanmış garip kuş misali kendi öz yurdunda parya haldedir.
Yaşadığımız toplumda yer edinmenin ilk adımı müspet manada iyi bir iletişim kurmaktan geçer. Bu yüzden iletişim mühim bir hadise. İdeal insan tipi iletişim kurarken ilmel yakin, aynel yakin ve hakkel yakin aşamalarını kullanarak yapar. Bu aşamalar günümüzde görsel, duyusal ve dokunsal iletişim diye yorumlanır. Tabii bu üç yönlü iletişim kiminde görsellik, kiminde duyusal, kiminde dokunsal olarak sahne alır. Öyleleri de var ki her üç unsurda baskın durumda olup, asla iletişimde sıkıntı yaşamazlar. Şurası muhakkak iletişim kurmada önceliği arkadaşa ayırmak gerekir. Zira arkadaş arka taştan gelen bir terim. Eskiden insanlar düşmandan korunmak adına arkasından mızrak ok yememek için sırtlarına taş bağlarlarmış. Derken bu sırta taş bağlamaktan hareketle arkadaş kavramı doğdu. Böylece arkadaş kavramı ‘güveneceğin ve sırtını dayanacağın candan insan’ manası kazandı. İşte bu manaya gönül verip canda can olmasını bilen arkadaşlar iletişimin hakkını verip huzur buldular. Elbet, iletişimde sadece arkadaşlık yetmez, üretken olmakta lazım.
Üretken insan daima meselelerin üstesinden gelip çözüm üretendir, üretemeyen insan problemin bizatihi kaynağıdır. Mesela Türkiye’de öyle başbakan ve başbakan yardımcıları gelmiş ki birbirlerinin iyi arkadaşı olmuşlar, ama bir dikili fidanı olmaksızın acı izler bırakıp bu dünyadan göç etmişler.
Üreten bir insanın her zaman projesi vardır, üretemeyen insanın ise her zaman bahanesi var olup derin güçlerin piyonudur.
Üreten insan işine yardım edeyim der, üretemeyen insan bu benim işim değil der.
Üreten insan her meseleye çare bulur, üretmeyen insan her projeyi baş ağrıtıcı görür.
Elbette ki üretim esnasında hatalar olacaktır, bu üretememek anlamına gelmez. Nihayetinde hata insan içindir, insanlar hata yapa yapa olgunlaşır. Bir bilge adamın dediği gibi her bir hata nakkaştır. Demek ki hata görünen bir şeyler sonunda nakkaşa dönüşebiliyor.
Problemi ön görerek işe başlamak gerekir. Bir kere işe başlarken katılımcı anlayış içerisinde olmalı. Fakat katılımı menfaat odaklarıyla değil dostlarla paylaşırsan güzel bir anlam ifade eder.
Meselelerin üstesinden gelebilmek içinde önce konuyu anlamaya çalışmak, sonra anlaşılmaya önem vermek gerekir. Zira beyin sol yarımküresi sayısal, sağ küresi sözelcidir. Dolayısıyla sayısalcılar matematiği iyi kavrar, sözelci ler ise daha çok metinleri çözümler.
Çalışmalarında daha aktif olmak istersen sinerji bir etki oluşturmak icap eder. Sinerji etki yaratmak ise “Birlikten kuvvet doğar” fikrine sadık kalmaktan geçer. Sinerjik güce hazırlıklı olmak baltayı bilemek gibidir. Fakat sinerjik olmak başkalarını fikirlerini tümüyle kabul etmek değildir. Sinerji gücü farklı insanları bir araya getiren bir iksir. Aynı zamanda sinerjik insan farklılıklara değer veren bir karakteristik özelliğin göstergesidir.
İnsanlarla bir arada çalışırken görünene bakıp karar verme. Çünkü aysbergin görünen yüzü kişiliği ele verir, görünmeyen yüzü ise karakteri ortaya koyar. Biz insanların zahiren sadece kişilik yönünü görürüz, oysa görünmeyen yönü karakteridir. Ancak görünmeyen yönünü yine de bir şekilde hissedebiliyoruz.
Bir insan ne kadar karakteristik özelliğini müspet yönde geliştirirse bileniz ki o insan ilerisinde şahsiyet sahibi insan olacak demektir. Yani bu demektir ki; “Ağaç yaş iken eğilir.” Evet, bir insan karakterini geliştirirse ancak o zaman kişiliğini oturtabiliyor. Mayası bozuk olan hem kendine huzur vermez, hem de etrafa huzur vermez. O halde aramızda reaktif, proaktif ve ikili oynayan tiplerin olabileceğini her zaman olabileceğini varsayıp ona göre tavır sergilemekte fayda var.
Reaktif insan; bekler, başına bir şey gelince tepkisini verir, sadece güneşli havada havası iyidir. Dolayısıyla bu tip insanlar uluorta bir cevizin içini doldurmayacak kadar kuru gürültülere pek kulak asmazlar. Fakat ne zamanki ciddi meseleler vuku bulur, o zaman gerçek tavırlarını ortaya koyarlar. Madem öyle, siz siz olun bu tip insanların güneşini kapatmayın.
Proaktif (etkili olma) insan; ileriyi düşünür, başına bir şey gelmeden tepkilerini verir, her zaman havası iyidir. Proaktif insanlarda öz bilinç, hayal gücü, vicdan, özgür irade gelişmişlik düzeydedir. Keza bireysel karar verme yeteneğine haiz olmakta proaktifliktir. Peki ya çocuklar? Malumunuz çocukların son derece hayal güçleri fazladır. Bu yüzden etrafa çok değişik gözle bakarlar. Mesela yetişkinler şapkaya baktığında şapka görür, çocuk ise böcek olarak hayal edebiliyor.
Sosyal hayatta karşılıklı ikili münasebetlerde bir kimse size ‘nasılsın’ diye hal hatır sorduğunda o an kendinizi iyi hissetmiyorsanız bile ‘Allah’a şükürler olsun, çok iyiyim’ demek gerekir. Hem kaldı ki, bir insan iyiyim demekle bir şey kaybetmiş olmaz, bilakis böyle yapmakla sürekli kendini iyi yönde motive etmiş olur. Çünkü ümitsizliğe kapılmak karamsarlık doğurur. Dolayısıyla kendimizi durduk yere ağlama duvarı yapmak yerine bir arifin dediği gibi “Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bilmek” esası üzere bakışımızı her karşılaştığımız olayda istikamet yönde düzeltmek en doğru motive yöntemi olsa gerektir.
Yeteneklerimizi etkili bir şekilde kullanmalı. Mutlaka belirli bir alanda yeteneğimiz vardır, ama o yetenek bizle kalmamalı topluma da yansımalı. Zaten topluma mal olan bir şey senin vizyonunu ortaya koyar.
Vizyon sahibi olmak istenilen uç noktadır. O halde bir işe koyulurken misyonla başlayıp vizyona erişmek esas olandır. Ufuk sahibi insan aynı zamanda vizyonu olan insan demektir. Ufuksuzluk ise değim yerindeyse uyuşukluk demektir.
Sorumluluk üstlenmek yük gibi görünse de aslında insanda çok büyük görev bilinci oluşturmakta. Bu yüzden görev üstlenmek misyon kavramı olarak anlam kazanmıştır. Adına uygun davranıp rol üstlenildiğinde misyon sahibi adam olunur da. Dolayısıyla görev sahibi bir kişilik ortala koyabilmek için ilk evvela Niçin doğduk? Niçin yaşıyoruz? Niçin göç ediyoruz gibi soruları kendimize sorup muhasebesini yapmamız gerekiyor ki var oluş gayemizin ve misyonumuzun ne olduğunun idrakine varabilelim. Aksi halde yaşadığımız anın muhasebesini yapmaktan aciz, misyonsuz, ufuksuz, sıradan silik bir insan gibi oluruz.
Çoğu kez kendi kendimize acil diye addettiğimiz bir takım planlamalarımızı kendimiz üretiyoruz, aslında acil dediklerimizin çoğu acilde pek sayılmaz. Öyle ya, madem işin başında bir şeyler yapmayı hedeflemişiz, o halde usulü dairesince iyi bir planlama, iyi bir uygulama, iyi bir kontrol mekanizması ağı kurup öyle yola koyulmak gerektir. Şayet tüm fizibilite çalışmalarımızı tamamlayıp yola koyulduğumuz halde işin sonunda verim alınamıyorsa da dünyanın sonu değil ya, tekrar sil baştan aynı sirkülâsyonu devam ettirmekte her daim fayda vardır elbet. Bakınız Fourtune yöneticileri bir şeyin farkına varmış oldukları şundan besbelli ki edindiği bilgi ve tecrübelerden hareketle %85 acil diye sanılan şeylerin aciliyetinin %10 olduğunu tespit etmişlerdir. Düşünün ki il dışından bir arkadaşınız ziyaretine gelmiş gelmesine ama yarında çok önemli bir dersten sınavın olması hasebiyle çalışman gerekir. Bu durumda tercihin arkadaştan yanaysa bunun adı aciliyet olur, tercihin ders çalışmaksa bunun adı fourtunedir. Zaten zaman aralığının büyük bir kısmını derse ayırmak doğru olanıdır.
Bir başka önemli hassas konumuz ise malum karşılaştığımız insanları daha ne olduğunu bilmeksizin ön yargılarımızla hakkında hüküm vermemizdir. Dahası görmek istediğimizin arka planda ne var ne yok, çoğu zaman derinlemesine araştırıp bakmayız da, oysa analitik bir gözle olaylara vakıalara baktığımızda derin bir perspektif yakalayıp böylece ön yargılarımızdan sıyrılmış olacağız demektir.
Bir anne düşünün ki sekiz doğum yapmış dokuzuncusuna ise hamiledir. Ancak ne var ki anne frengi hastasıdır. Bu durumda kürtaj yapılmalı mı, yapılmamalı tartışmaları baş lar ki, en nihayetinde kürtajdan vazgeçilir. İyi ki de vazgeçilmiş, Çünkü dokuzuncu çocuk olarak dünyaya ünlü Beethoven doğa gelecektir.
Kazan kaybet yaklaşımı, bencilliğin bir işareti. Mesela büyük balığın küçük balığı yutması bunun tipik misalidir. Komşunun tavuğu bencil komşuya kaz görünmesi de öyledir. Oysa kazan-kazan uzlaşmadır. Kazan-kaybet ise uzlaşmazlıktır.
O halde sen sen ol ön yargılardan sıyrılmaya bak, en makul olanı empatik yaklaşımda bulunmaktır. . Bu yüzden empati kavramı insanın kendisini bir başkasının yerine koyup onu anlamaya çaba sarf etmek olarak tanımlanır. Yani karşımızdakini onun yerine koyup derinlemesine anlamaya çaba göstermektir empati. Dolayısıyla empatik yaklaşım sayesinde gözümüz, kulağımız ve kalbimizle dinlemek, karşımızdakinin duygu selini sezmeye ve onu anlamamıza yardımcı olur. Zaten başkalarının derdiyle hemhal olmayan merhametten de yoksundur. Empatik kuramayan insanlarda genelde “Of kulaklarım çınladı, neden bunu kabul ettin, keşke şunu da söyleseydim” gibi hayıflanmalar çok sık karşılaştığımız bir durumdur. Keza söylediklerinden hiçbir şey anlamadım gibi tavırlarda öyledir. Şu bir gerçek empatik yaklaşımla birbirimizi motive etmiş oluruz. Şayet arkadaş sandığımız kişilerle empati kuramıyorsak son kez arkadaşlarımızı gözden geçirmekte fayda vardır.
Sadece empati halde olmak mı gerekir? Elbette ki sempatik halde de olmak lazım gelir. Ancak bir insana her daim hoşgörüyle, yani sempatiyle yaklaşmak fayda vermeyebilir de. Diyelim ki bir yerde çatışma var, içlerinden birine sempatin varsa her an tarafsız olamama riski imkân dâhilindedir. Dolayısıyla sempati halini dengeli bir şekilde yürütmek gerekir.
Yenilik; fiziksel, zihinsel ve sosyal alanın hemen her alanında kendi etkinliğini gösterebilecek bir olgudur. Şayet bir insan kendi yerli ve milli ilkelerinden taviz vermeksizin müsbet manada değişimlere ve yeniliklere ayak uydurabilirse, o insan kendini bile aşabilecek donanıma gelmesi an meselesidir diyebiliriz pekâlâ.
Malumunuz değişim alttan üste veya üsten aşağıya doğru seyredebiliyor. Keza unutmayalım ki en az alt tabakada ki insan kadar yukarıdakilerde pek rahat değillerdir. Baksanıza Sabancı; keşke zengin olmasaydım da çocuklarım sağlıklı olsaydı diyor. Ki, Sabancı halkın içinden gelen bir işadamıdır. Bu yüzen geldiği yeri bilip bu gerçeği fark edip dile getirmekte. Yani kendini üst perdede görmüyor, en azından halk gibi düşünebiliyor.
Velhasıl-ı kelam; Yunuscasına “Yaratılanı sev Yaradandan ötürü” bakışı kazanmak şiarımız olmalı.