Mevlüt Uyanık

Tarih: 29.10.2024 13:36

JEO-FELSEFE VE JEO-POLİTİK OKUMALAR: “TARİHİN COĞRAFİ KALBİ”Nİ TÜRKİYE MERKEZLİ OKUMAK

Facebook Twitter Linked-in

Bugün Cumhuriyetimizin 101. Kuruluş yılını kutluyoruz. Türklerin Ötüken Ergenekon’u ile yeniden diriliş sürecinin yüzyıllar sonra Milli Mücadele yani “Anadolu Ergenekon”u ile kurduğu yeni devletimiz kut’lu olsun.  Jeo-politik olarak Ön Asya ile İç Asya arasında sürdükleri varoluş mücadelesinin mahiyetini (metafizik temellerini) anlayıp, farklı hüviyetlerle hayata geçirme süreçlerini Türk Aklının ürettiği felsefe bağlamında okuyoruz.  Cumhurbaşkanlığı forsundaki simgeler Türk Aklının etik-politik değerlerini hayata geçirdiği devletlerden bazıları. 

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini bu birikim oluşturmuştur. Ziya Gökalp’in Türk medeniyetini eski devir ki, Türk metafiziğinin oluşması açısından önemli, orta-devir-İslamlık,  Farabi’nin Medenitü’l-fazıla yani erdemli yönetim örneğinin 16. Asıra kadar bütün dünyaya göstermesi, yeni devir, Fransız ihtilaliyle değişen dünya siyasal paradigmasına uyum sağlama çabaları, yani muasırlaşmak. Bu Avrupalılaşşmak değil, insanlığın birikimin geldiği noktada karşılıklı bir etkileşim içinde olup varoluşun ilmi, felsefi ve fenni açıdan ilanı, çok uluslu yapıdan ulus/milli devlete geçiş, monarşi yerine Cumhuriyet, din merkezli yapıdan laik bir yapıya geçiş.

 

Türkistan-Türkiye kültürel sürekliliğini anlama çabamızda anahtar terim “jeo-Felsefe”. Bunun için de Ön-Asya ile İç Asya’nın coğrafi konumu, iklim ve hava şartlarını,  doğal kaynakların (mesela otlakların) olup olmaması, beslenme biçimleri, buralardan yapılan göçleri, ticaret yolları üzerinde kurulan şehirleri (ve devletleri) toplumsallaşma olarak okurken, bu mekânlardaki etkileşimlerini inceleyen bilim yani coğrafya üzerine okumalar yapmaya başladım.  

O zamanlar okumalarım dağınık bir şekilde de olsa ipek yolunun farklı seçenekleri üzerinden yapılan göçlerimiz, oluşturulan siyasi coğrafyanın “fiziki coğrafya” üzerine inşa edildiğini, bunun doğal olduğunu, çünkü dünyanın her yerinde fiziki ihtiyaçların karşılanmasıyla doğrudan irtibatlı olduğunu düşünüyordum.  

Mackinder’i yeni okuyorum;  “bugünü yorumlayabilmek için geçmişe bakmak” bizim açımızdan malumu ilam. Çünkü “Düşünce”nin bir Coğrafya ile İrtibatı” ya da düşünce-yurt özdeşliğini kurma çabası olarak gördüğümüz “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak: Türk Felsefesine Giriş” için anakronizm riskine dikkat ederek geçmişi/tarihi  okumaya çalışıyoruz zaten. 

 

Türklerin Ötüken Ergenekon’undan çıktıktan sonra Mackinder’in deyimiyle “kara-kurtlar” olarak İç Asya’ya yayılmaları, sonra sürekli Batı’ya ilerleyerek Ön Asya yani Anadolu’ya gelmeleri, ardından 16. Yüzyılda “deniz-aslanları” olarak bir dünya gücüne dönüşmesini, “iki tür siyasi cihangir” vasfına sahip olduklarını, şanlı tarih sendromuna düşmemeye çalışarak eleştirel okumalarla inceliyoruz. 

            Mackinder “5 ve 16.yy arasında “göçebe kavimleri” (Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Macarlar, Hazarlar, Peçenekler, Kumanlar, Moğollar ve Kalmuklar), “kenar hilal” de olduklarını söyler. Bunlar Avrupa, Orta doğu, Güneybatı Asya, Çin, Güneydoğu Asya, (Kore ve Japonya) bulunan devletleri ve halkları fethetmek veya kontrol altında tutmak için Orta Asya’dan hareket ettiklerini belirtmiştir.  Bu hareketlilik, 15.yy sonlarından itibaren  “Kolomb neslinin büyük denizcilerinin” Orta Asya’yı “dengelemek” için deniz gücünü kullanmayı başarmalarına dek devam etmiştir” ifadeleri ahir ömrümde beni oldukça mutlu etti, demek ki Türk Tarihine dair okumalarımız şanlı tarih sendromu değilmiş. 

Mackinder, dünyanın fizikî özelliklerini tanımlayarak bu özelliklerle kesin bağlantılı olduklarını düşündüğü tarihin belli başlı dönemlerini incelemenin öneminden bahseder. Biz de, zaten Türklerin Oğuz Kaan ile birlikte sürekli batıya ilerlemeleri, Kızılelma tasavvurları ve bunların nerelere tekabül ettiği üzerinde düşünüyorduk. Gökalp’in deyimiyle Anadolu’da Türkiye Cumhuriyetinin sınırlarında ilmi-felsefi-fenni istikrarı sağladıktan sonra yakın mefkure olarak Türkem/Oğuz ittihadı diye Suriye, Irak, Azerbaycan, uzak mefkure olarak da Turan yani Türk dünyasının tamamında harsi (kültürel ve ekonomik) birliktelik için çalışmayı görmek önemli. Tarihsel olarak Kızılelma hep farklı stratejik mevkilere yönelik olarak yenilenmiştir. Şöyle ki: İstanbul (Bizans) Kızılelma’sı, Roma Kızılelma’sı (Rim Papa Kızılelma’sı), Viyana Kızılelma’sı, Engürüs (Budin) Kızılelma’sı Orta Macaristan (Estergon Kalesi) Kızılelma’sı, Engürüs (lstolni Belgrat) Kızılelma’sı, (Almanyada) Büyük Kalona (Köln) Kızılelma’sı) baktığımız zaman “Kara Kurtlar”ın kurdukları devletlerin uzak mefkurelerini yakın ettiklerini görüyoruz. 

 

 

Emin Gürses’in “Mackinder ve Mackinderci Jeopolitik” başlıklı takdim yazısıyla (7-23)  sunulan Halford. J.Mackinder’in  Tarihin Coğrafi Kalbi adlı kitabı da H.R.Aksungur getirdi, Türkistan-Horasan-Mezopotamya kültürel kodlarını anlama çabasında kadim farsça bilen tarih mezunu bir yoldaşım. Okuyup, kendimde önemli gördüğüm hususları sosyal medyada paylaşmaya başladım. Çarşamba günü bir baktım 2. Baskısı gelmiş masamın üstüne. Yayınevinin internet siparişinde gönderen yazmıyor ki kendisine teşekkür edeyim. 2024 tarihli yeni baskıda Gürses’in makalesi yerine “Mackinder’in Dünyası” başlıklı Francis P. Sempa’nın yazısı yer almış. 

 

Bu kitap, Mackinder'in özellikle coğrafyanın, tarihi belirlemedeki rolü, coğrafyanın kapsam ve yöntemleri, İngiliz İmparatorluğunu etkileyen coğrafi şartlar ile emperyal bir güç olarak insan gücü ve para gücü üzerine farklı konuşmaların bir araya getirilmesinden oluşmaktadır. Onu jeo-politik çalışmaların öncülerinden görülmesinin nedeni, Britanya’ya uygun politikalar geliştirilmesinde dünya ülkelerin siyasi ilişkilerinde coğrafi özelliklerin farkına varma ve bunlara uygun politika belirlemektir. 

Mackinder Ağanın temel iddiaları üzerinde düşünelim: Bir ülke güçlü bir sermayeye sahipse daha fazla kazanacağıdır. Şu an içinde bulunduğumuz ekonomik savaşı düşününce bu tespiti iliklerimize kadar hissediyoruz. Para gücü açısından zayıflığımızı, uluslararası ilişkilerimizde insan-gücüyle dengelemeye çalışmak önemli ama nereye kadar?

Bu hususu küresel iki güç ABD ve Britanya üzerinde konuşalım:  ABD hem insan gücü hem de ekonomik ve askeri güç açısından oldukça güçlü, Britanya Krallığı temelde 4 farklı ülkeden oluşuyor ve nüfusu belli, commonwealth yani bir zamanlar Britanya’nın sömürgeleri olan ülkelerdeki nüfus gücünü kendi gücü olarak görebilir mi? 

Tarihsel ipek yollarının yeni ekonomi politik güzergâhlar olarak canlanmasında ana aktörler ile figüran devletlerin neler olduğunu ve potansiyellerini düşünelim bu çerçevede. Gerçi O, Britanya İmparatorluğu, halkların tesadüfen bir araya getirildiği bir imparatorluk değil diyerek, Kanada’yı, Avustralya’yı ve Güney Afrika’yı Hindistan ile birlikte Türk bayrağına yıldız yerine haç koymuş bir dizi deniz üssü olarak gördüğünü belirtir. Ben buna (emperyal açıdan da olsa) İngiliz Aklının Türk Aklından esinlenmesi diyorum, 

Macikinder buraları aynı zamanda okyanuslardaki küçük adalarının  savunulmasında ve kıtalı güçlerin deniz filosu inşa etme güçlerinin sınırlanmasında istihdam edilecek beyaz adam gücünün potansiyel olarak temin edilebileceği yerler olarak görür. Bir internet bilgisi; "İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth of Nations), geçmişte Britanya İmparatorluğu'nun (37 ülke), günümüzde de Birleşik Krallık'ın parçası olan (16 ülke) devletlerin oluşturduğu uluslararası bir koalisyondur. Üye ülkelerin 16’sı hâlen Britanya Kraliyet Ailesi yönetimindedir. Bu ülkelerde mevcut monark III. Charles; devlet başkanı görev ve yetkilerini, kendi tarafından atanan genel valiler aracılığı ile sürdürür. Kral aynı zamanda İngiliz Milletler Topluluğunun başkanıdır. Ülkelerin tümünün nüfus toplamı 2,5 milyardır." 

Tekrar Mackinder’e dönelim, bu açıdan Mısır da, okyanuslardaki adalarından biri olarak gördüğünü söyler. Türkiye, tıpkı Almanya ve Rusya gibi kıtalı bir güç ve demiryollarıyla taşınacak olan insan gücüne karşı hiçbir aracın nüfuz edemeyeceğini unutmamayı öğütlüyor. Suriye’nin içine zırhlı araç gönderemezsiniz, fakat bir kıta gücünün yahut müttefik devletlerin kontrolünde olan Süveyş Kanalı sayesinde, dünyanın bütün merkezî deniz üslerini avucunuza alabilirsiniz, der. Lübnan, İsrail ve Gazze bölgesindeki çatışmaları bu bağlamda bir kez daha düşünelim mi? İngiliz Aklı’nın Türk Aklını akarte ettiği noktalardan birisi de burası çünkü. 

Mackinder bakınız bunu nasıl anlatıyor: “Türkiye ve Mısır’da ise, aşağı yukarı otuz yıl önce, deniz gücümüzün kullanılmasıyla Sultanın İstanbul’daki hâkimiyetini desteklemiş ve onun adına ve onunla eşit derecede söz hakkı elde ederek Kahire’de kontrolü ele almıştık. O gün uyguladığımız politikanın ne kadar doğru olduğu ahlâken ve siyaseten her zaman sorgulanacaktır, ancak bu yardımın tabiî sonucu, doğu Akdeniz’de kapıların bizim pamuklu-dokuma ürünlerimize sonuna kadar açılması olmuştu. Şimdi, Avrupa’nın daha önce açık olan bütün kapıları artık bizim dokumacılarımıza kapatılmış durumda ve bu bölgelerde elimizle zengin ettiğimiz gümrükçülerden başka bir şeye sahip değiliz.”

Osmanlı devletinin bir dünya gücüyken kademeli bir gerilemeye girmesi ekonomi politik yollar olarak Ümit Burnu’nun aktif kullanımı ve Colomb’un keşiflerinin dünya dengelerini değiştirmesiyle doğrudan irtibatlı. 

Ümit burnu’nun keşfi üzerinde biraz daha duralım: Mackinder coğrafi şartlar ile beraber tarihi olayların seyrini incelerken, Ümit Burnu'nun keşfinin Avrupa-Asya'nın batı ve doğu yakalarındaki deniz yolları arasında bir irtibatın sağladığını ve Hristiyan dünyasına çok geniş bir hareketlilik sağladığını belirtmektedir. Benzer şekilde buhar gücünün kullanılması ve Süveyş Kanalı'nın açılması, kara gücü karşısında deniz gücünün hareket kabiliyetini arttırdığını söyler. 

Bugün Gazze üzerindeki çatışmaları, Kuşak-Yol İnisiyatifi ve İmec projelerini anlamak için bu önemli bir veri. Kuşak Yol projesi hep Çin merkezli sunulur, ama Birleşik Krallık ve İngiliz Aklının bir ürünüdür diyenler de var. Çünkü Mackinder, bir zamanlar “Hindistan, Çin, Birleşik Krallık, Mısır ve Türkiye, Güney Amerika ve Afrika. Japonya’yla yapmış olduğumuz ittifak sayesinde Çin pazarını korumuş ve Japonya'nın kendisine rağmen, yapmış olduğumuz antlaşmalarla bu kapının her zaman açık kalmasını garanti altına almıştık. Hatta Çin’in bölünerek, her bir parçasının birçok Batılı Gücün mandası altında bizim ticaretimizi sekteye uğratacak şekilde idare edilmesini bile engelledik. Uzun yıllar boyunca herkes, böyle bir bölünmenin aslında ne kadar kaçınılmaz göründüğünü ve bunu engellemek için bizim Yang-çe Nehri havzasında bütün ihtimalleri tek tek bertaraf etmek için ne ka dar çaba sarfetmiş olduğumuzu hatırlayacaktır.”

Mackinder de Kolomb öncesi ve sonrasını değerlendirerek, tekrar kapalı bir siyasi sistemin tüm dünya çapında  etkili olacağından bahseder.   Ona göre, toplumsal güçlerde yaşanan her patlama, dünyanın en uzak köşesinde bile yankı bulacaktır. Dolayısıyla her ülke buna yönelik bir etkinlik mücadelesi kaygısını taşır. Ki bu da uluslararası siyasette rekabeti öne çıkarır. Bu kitabı okuyunca Türk Aklının kadim dünyadaki yerini alan İngiliz Aklı ve Britanya İmparatorluğunun jeo-politik etkisini daha iyi anladım, sanırım. 

 

Tuğrul Bek Abbasi Halifesini Fatimi Halifesinin tasallutundan kurtardığı tarih dönüm noktası. (1050) Çünkü kadim dünyada Büyük Okyanus’tan Balkanlara, Kuzey Buz Denizi’nden Arabistan çöllerine, Afrika kıtasının ortalarına kadar uzayan bir coğrafyada Türklerin döneminin başlangıcını göstermektedir. Mackinder buna şöyle işaret ediyor: “Moğollardan üç ya da dört yüzyıl önce Orta Asya’dan çıkıp gelen Selçuk Türkleri, beş deniz olarak ifade edebileceğimiz Hazar Denizi, Karadeniz, Akdeniz, Kızıl Deniz ve Fars Denizini kapsayan muazzam genişlikteki bölgeye, İran güzergâhını aşarak yerleşmişlerdir. Kirman, Hamedan ve Küçük Asya’da kurulan Selçuklular, Bağdat ve Şam üzerindeki Fatımî hükümranlığını da düşürmüşlerdir.”

“Türk Rönesansı ve Aydınlanması”  XVI. asırda kadar devam etmiştir. Avrupalı tarihçilerinin bazıları bu döneme "Türk asrı" demesi bu açıdan önemlidir. Nitekim “Osmanlı İmparatorluğu üç kıtada, eski medeniyet ülkelerinde, iç denizlerde ve pek çok kavimler üzerinde hüküm sürerken İslâm dünyasının geri kalan memleketleri de diğer Türk devletlerinin idaresinde bulunuyordu. 

Hindistan’da Bâbürlü Devleti ve İran’da Safevî şahlığı, Türkistan’da ve Altun-ordu’da başka Türk hanlıkları bulunuyordu.  Böylece bu asırda Türk milletinin hâkimiyeti ve yayılışı Viyana kapılarından Ganj nehri vadilerine, Altay dağlarından Atlas dağlarına, İtil boylarından Habeşistan’a ve Büyük Sahra’ya kadar eski dünyanın yarısına kadar yayılıyordu. Osman Turan’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, Avrupalıların Muhteşem dedikleri Kanunî Sultan Süleyman bu devrin ve Türk Cihân Hâkimiyeti davasının tacını temsil eder. 

Fatih Sultan Mehmed’in Sultan-ı İklim-i Rum ve Halifey-i Ruy-i Zemin sıfatlarıyla Türk (İslam) Rönesans’ını bütün dünyaya ilan edilmesi ise "Kostantiniye Fethi"dir. Kostantinopolis artık Turkopolis olmuştur. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle Türk Aklının yerini İngiliz Aklı almıştır. 

Elimdeki kitap bu açıdan önemli. Mackinder’in biricik hedefi, İngiltere’nin dünya hegemonyasını sürdürmesi. Bunun da Avrasya’yı kontrol ile olacağına, bu bağlamda Almanya ve Rusya’ya dikkat çeker. Bölgemizdeki Rusya-Ukrayna savaşını bu bağlamda okuyalım lütfen. Burası Atlantik ve Pasifik'e eşit mesafedeki Hazar ve  Mackinder buraya “Kalpgâh-Heartland”.  “Deniz yoluyla içine nüfuz edilemeyen, tarihin antik dönemlerinden beri atlı göçebelere açık olan ve son zamanlarda da dört bir yanı demir ağlarla örülen Avro-Asya kara kütlesinin bu engin topraklan, dünya siyasetinin mihver bölgesidir.” Bu mihver bölgenin dışında büyük bir iç hilâl kuşağında Almanya, Avusturya, Türkiye, Hindistan ve Çin bulunurken; dış hilâl kuşağında ise İngiltere, Güney Afrika, Avustralya, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Japonya bulunmaktadır.

 

Selçuklu Osmanlı devleti kültürel birikimini tevarüs eden Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesi, Misakı Milli ile fiziki ve siyasi coğrafyasına, o dönemde savaşlardan kırılan nüfusuna göre hareket ettiği görülmektedir. O kadar stratejik bir alana çekilerek yeni devleti kurmuşlar ki, hepsine rahmetler olsun; o kadar badire yaşamımıza rağmen Türkiye’yi vazgeçilmez ülke kılmışlar. Cumhuriyetin ilan edildiği gün bu satırları onlara şükran ifadelerimin kabülü olması için yazıyorum.

            Mackinder’in ifadesiyle, fizikî coğrafya "Neden orası?" sorusunun cevabı ya, biz de Misak-i Milli’de bunu görebiliyoruz. Hatay’ın ne kadar önemli olduğunu bilen Atatürk’ün orayı sonra ülkemiz sınırlarına dahil etmesini, bugün Hatay-İskenderun üzerinde oynanan oyunları da bu bağlamda okumak mümkün. Misak-ı Milli’nin yani fiziki coğrafyamız ülkemizin dünya içerisindeki yerini daim önemli kılıyor, bu da siyasi rekabettte elini güçlendiriyor. 

 

Mackinder’den etkilenen ABD eski başkanlarından Jimmy Carter’in (1977-1981) ulusal güvenlik danışmanı Zbignievv Brzezinski, global hâkimiyetin ancak Avrasya’nın kontrolüyle mümkün olduğunu söyler. Kissinger’de Almanya ile Fransa’nın Avrupa’da birlikte hareket ederek Rusya ile yakınlaşmasını engellemek gerektiğini vurgular. Britanya’nın Avrupa Birliğinden çıkması, Rusya-Ukrayna savaşlarında izlediği rol, Almanya ve Fransa’nın konumu, özellikle oyun kurucu mu yoksa üzerlerine düşen vazifeyi yapmak zorunda kalan figüran devletler mi, sorusu geldi aklıma.

Mackinder önceki dönemin Moğol İmparatorluğu’nun yerine bugün Rusya’nın geçtiğini söyler. Finlandiya'nın, İskandinavya'nın Polonya’nın, Türkiye’nin, İran’ın, Hindistan’ın ve Çin’in üzerine Rusya'nın şu anda yaptığı baskı step göçebelerinin daha önce merkezden dışa doğru yaptıkları baskınlarının yerini aldığını söyle belirtir. “Eski Dünyanın yerleşim alanı olarak kullanılan tüm bölgeleri eninde sonunda steplerden gücünü alan bu yayılmacı ve hareketli güç karşısında düşmüşlerdir. Rusya, İran, Hindistan ve Çin ya vergi vermek zorunda kalmış ya da Moğol hanedanlar tarafından bizzat yönetilmişlerdir. Hatta Küçük Asya’da kuruluş aşamasında olan Türklerin hâkimiyeti bile yarım yüzyıl kadar yara almıştır.”

Bütün dünya hesaba katıldığında, Almanya'nın Avrupa içinde sahip olduğu merkezî stratejik mevkiini Rusya tüm dünya için işgal etmektedir. Rusya konumu icabı, her istikamete saldırı da bulunabilir ve kuzey hattı hariç her istikametten saldırıya maruz kalabilir

Ona göre, “Bütün dünya hesaba katıldığında, Almanya'nın Avrupa içinde sahip olduğu merkezî stratejik mevkiini Rusya tüm dünya için işgal etmektedir. Rusya konumu icabı, her istikamete saldırıda bulunabilir ve kuzey hattı hariç her istikametten saldırıya maruz kalabilir.” Özetle İngiliz Aklını anlamak için Mackinder’in fikirlerini iyi analiz etmek lazım. Nitekim dönemin İngiltere başbakanı T. Blair 13 Kasım 2000’de Londra’da yaptığı bir konuşmasında, “bir milletin dış politikasının amacı, çıkarlarını artırmak ve inançlarını yaymak için güç, kuvvet ve etkileme olmalıdır. Bu amaç hiç değişmez. Fakat takip edilen içerik değişir” demiş. (Halford John Mackinder, Tarihin Coğrafi Kalbi, haz:Kadir Yılmaz, İstanbul: Doğu Kütüphanesi yayını, 2013, Emin Gürses, Giriş, 15, 2. Baskıda (2024) yok burası)

 

Mackinder’i okuyunca, atalarımızın üç koldan Batı’ya doğru göçlerini, o dönemde yaşadıkları toprakların verimlilik durumu, sulak olup olmaması, en önemlisi de nüfusumuz yani insan gücünün kısıtlılığına rağmen varoluş ve yayılış süreçlerindeki özverili çabalarını gördüm. Selçuk Bek ve oğullarının (Tuğrul ve Alparslan) dehasına hayran kalıyorum bir kez daha. Eldeki mevcut insan gücünü bilip, Fars ve Arap siyasi-iktisadi baskınlığında onları karşısına almadan eş güdümlü bir şekilde varlığını müstakilleştirmesinden bahsediyorum. 1918 yılına kadar süren Türklerin Avrasya’da hâkimiyetleri Bu liderlerin ferasetlerine borçluyuz bence. Ve günümüzde 2020 yılında Türklerin farklı boylarına ait 7 Bağımsız devlet ve 15 özek cumhuriyet ile toplam nüfusunun 205.561.520 kişiye ulaşmasına nasıl hayran olunmaz ki!

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —