Malumunuz, Mehdi kavramının sözcük anlamı ‘kurtarıcı’ demektir. Öyle ki hemen hemen tüm inanç sistemlerinde kendisine beklenen kurtarıcı gözüyle bakılan Mehdi; aslında Yahudilikte Mesih olarak addedilirken Hıristiyanlıkta Hz. İsa olarak addedilir. Hakeza tarihi süreç içerisinde günümüze dek kahır ekseriyetle ehlisünnet çizgisini takip eden İslam âlimlerine göre de beklenen mehdi: Muhammed b. Abdullah olarak addedilir. Ancak şu da var ki, ehlisünnet dışı akımların kurucu önderlerinin de dönem dönem değişik isimler altında Mehdi iddiasıyla ortaya çıktıkları bilinen bir tarihi gerçekliktir. Örnek mi? İşte Hint ekolünden gelen Ahmedîlik akımının kurucu önderi Mirza Gulam Ahmed Kadiyânî bunun en bariz örneklerinden birini teşkil eder dersek yeridir.
Düşünsenize Mirza Gulam Ahmed Kadiyânî denilen bir adam, 19. Yüzyılın sonlarına doğru Hindistan’ın Pencap Kadiyân’da kendi ismiyle müsemma “Ahmedîlik” akımını kurup ilk önceleri kendisinin Mehdi olduğunu ileri sürüp ilerleyen dönemlerde ise peygamberliğini ilan edecek derecede haddini hududunu aşar hale gelen adam olabiliyor. Ne diyelim o kendi kendine gelin güvey olup mehdiliğini ve peygamberliğini iddia ede dursun, oysa Allah Resulü (s.a.v)’den sonra peygamber gelmeyeceğinden ardından bıraktığı Ehlisünnet yolunun devamına yönelik Tevhid sancağını Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın halife olarak seçilmesiyle birlikte devr almıştır. Ondan da sırasıyla bu Ehlisünnet yolu Tevhidi sancağını sırasıyla Hz. Ömer (r.a), Hz. Osman (r.a), Hz. Ali (k.v) devr alıp böylece ehlisünnet çizgisinin misyonunu yüklenmiş oldular. Derken dört büyük halifeden sonra Ehlisünnet Tevhit sancağı Tabiin’in büyüklerine intikal edip Tabiin’den de Tebe-i Tabiin’e ve onlardan da ilmiyle amil Ehlullah’a devr olunmuştur. Hem kaldı ki, İslam’ın bir güneş gibi ışığının Hindistan’a yayılması Kadiyânîyyeler kanalıyla değil, tam aksine sofiler kanalıyla yayılmıştır. Her ne kadar ilk dönemlerde Hindistan’da ki sofilerin varlığı sayesinde Hinduizm ile İslami kesimler arasında yakınlaşmayı beraberinde getirmiş olsa da Hinduizm’in dünyadan el etek çeken aşın riyazete dayalı bir akım olduğunu yerinde gören İmam-ı Rabbanî Hz.lerinin irşad faaliyetiyle bu söz konusu yakınlaşma son bulacaktır. Öyle ki İmam-ı Rabbanî Hz.leri, 16. Yüzyılda Ekber Şah’ın başlattığı Hinduizm ile İslam’ı birbirine harmanlayıp kendince bir Din-i İlahi sentezi kurma girişimine yönelik karşıt bir duruş sergileyip böylece sofilerle olan bağını koparan ilk isim olur. İyi ki de İmam-ı Rabbanî Hz.leri Serhendi duruşuyla sofilerin Hinduizm’le yakınlaşma bağını koparan ilk isim olmuş. Nitekim onun sayesinde kendinden bir asır sonra Şeyh Abdullah-ı Dihlevî (k.s) zamanında da Serhendî yolu daha da bir riyazete dayalı Hinduizm akımının olumsuz etkilerinden git gide uzaklaşıp böylece Serhendi ekolü Nakşibendi tarikatının Halidiyye kolu üzerinden dünyanın hemen hemen her bölgesine yayılış kayd etmiş olacaktır.
Tabii bu arada İngilizlerde boş durmayacaktır, onlarda milliyetçilik tohumunu Hind dünyasına taşıyacaklardır. Derken İngiliz idaresi hâkimiyeti altında buralarda Hıristiyan Papazların yürüttükleri misyonerlik faaliyetleri neticesinde Müslüman-Hindu rekabetini körükleyeceklerdir. Neyse ki İngiliz sömürüsüne karşı başlatılmak istenen, aynı zamanda Müslümanların üstüne yıkılmak istenen Büyük Sipahi ayaklanması fiyaskoyla neticelenecektir. Hani hemen hemen her dönemde vuku bulan provokatif hadiselerde günah keçisi olarak hep Müslüman kesim hedef tahtasına konulur ya, aynen öyle de yaşanan bu Sipahi isyanı hadisesiyle birlikte çok büyük sindirme ve baskı uygulamaları devreye girecektir. Öyle ki oluşturulmayan çalışılan kaotik ortamda ne yapacağını şaşıran Hindu Müslümanlar beklenen kurtarıcı Mehdi düşüncesinden medet umar hale geleceklerdir. Nitekim Ahmedîlik akımının kurucu önderi Mirza Gulam Ahmed Kadiyânî de böylesi bir kaotik ortamda yetişmiş bir isimdir. Kendisinin Sialkotta bölge mahkemede memur olarak çalışmışlığının yanı sıra, Kadiyân’da yerel gazetelerde yazdığı İslam’ı savunan ateşli makaleleriyle de bir anda ilgi odağı olmasına ziyadesiyle yeter atar da. Hele bir insan ilgi odağı olmaya bir görsün, kendisine kurtarıcı gözüyle bakılmasının gurur okşayıcılığıyla hemen müceddidliğini ilan ediverir de. Hatta vahyin kesilmediğinin iddiasıyla 1885 tarihi itibariyle taraftarlarından her konuda kayıtsız şartsız itaat edilmesi için biat alır bile. Yetmedi ileri sürdüğü iddialarını Tevrat’ın 10 emriyle çağrışım kurmayı da ihmal etmez. Hatta kendisi Mehdilik konusunda da ahkâm kesip Hz. İsa çarmıha gerildiğinde ölmediğini, Keşmir’e yerleştiğini ve en nihayetinde 100 yaşına geldiğinde vefat edip göğe yükseldiğini etrafındakilerinin zihinlerine sürekli işleyerek hareket edecektir. Böylece güya Hz. İsa (a.s)’ın ölümüyle alakadar olduğunun imasıyla kendince ilerisine yönelik ön alıp Mehdilik iddiasına dayanak oluşturacaktır. Öyle ki Hıristiyanların beklediği Mesih’in Hz İsa olmadığını, bilakis Hz. Muhammed (s.a.v)’in ümmetinden kendisine benzeyen biri olduğunu demeye getirerekten bu uğurda kılıçla değil kalemle cihad edilmesi gerektiğini etrafına aşılayacaktır. Ne diyelim, hani aç tavuk kendini darı ambarında buğday sanır ya, aynen öyle de o da önce kendini Din’in yenileyicisi anlamında müceddid olarak lanse eder, sonra da kendisini insanlığın kurtuluş umudu Mehdi olarak görür. En son tahlilde de malum kendini Allah’ın zıllî (gölgesi) anlamında “Nebî” ve “Resul” görecek noktada konumlandırır. Hakeza daha da hızını alamayıp kendisini Peygamberin tecelli yansıması olarak kesinlikle şeriat getirmediğini, bilakis üç dinin sentezi bir ekolu olarak Hinduların kurtarıcı beklediği Krişna olduğu iddiasında bulunacaktır. Oysa hakiki kurtarıcı ben şuyum, ben buyum gibi enaniyet türünden kokan cümleler sarf etmez. Nitekim Zünnûn-ı Mısrî (k.s.) öyle der; "Senin O'nu görmene perde ne arşdır, ne de kürs'dir, ne de semavat. Senin O'nu görmene perde senin benliğinin ölçüsüdür" diye beyan buyurmak suretiyle kibirlenmenin çirkinliğini ortaya koymuştur.
Peki, Mirza Gulam Ahmed Kadiyânî yaşadığı devirde kendini müceddid, mehdi gördü de ne oldu? Nihayetinde ecel kapısı çaldığında hevesi kursağında kalmış olacaktır. Nitekim bu dünyada göç ettikten sonra kurucusu olduğu akımın başına Hakim Nureddin getirilip onun da 1914 yılı itibariyle ölümünden sonra kurucusu olduğu harekat, birbirinden farklı anlayışta “Lahor ve Kadiyân” akımları olarak iki kola ayrılacaklardır. Böylece Lahor akımı kendi aralarında harekâtın başına Mevlana Muhammed Ali’yi seçmekle Mirza Gulam Ahmed Kadiyânî’nin nebîlik iddialarını reddedip yeni bir yol ayrımına girmiş olurlar. Diğer kolun mensupları ise Mirza Gulam Ahmed Kadiyânî’nin oğlu Mirza Beşirüddin Mahmud Ahmed’i halife olarak seçmekle de babasının kâmil nebî olduğu iddiasına sadık kalıp aynı yol üzere hareket edecektir. Her ne kadar tarihi süreç içerisinde Ahmedîlik akımının temelleri Mesihlik, Mehdilik ve Nebîlik üzere şekillenmiş olsa da zamanla kendi bağlıları arasında bile bu sapkın iddialar marjinal düzeyde taban bulup kahır ekseriyeti Lahor kolunun çizgisine gelmiş durumdadır dersek yeridir.
Mirza Gulam Ahmed Kadiyânî’nin oğlu babasının yolunda devam ede dursun, Ahmedilik akımın Lahor kolu Hanefi mezhebinin akılcı yaklaşımını benimseyip hareketin kurucusu Gulam’ın nebîlik iddiasına inanmamakla küfre girilmeyeceğini ortaya koymuş oluyordu ki, elbette sapkınlıktan uzak kalmak adına bunu önemli bir dönüşüm ve gelişim olarak görebiliriz. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi Hind dünyasında asıl kalıcı değişim, hiç kuşkusuz İmam-ı Rabbani Hz.lerinin irşat faaliyetiyle vuku bulmuştur.
Malumunuz İmam-ı Rabbani (k.s) babasının vefatıyla birlikte Hac yolculuğuna çıkmışlığı sözkonusudur. İlginçtir dönüşte Delh’te Hace Muhammed Bâkî-billâh (k.s) ile bir şekilde yolu kesiştiğinde işin rengi daha bambaşka bir renge bürünür. Zira Onu görmekle yeni bir çağın kapısı aralanır. Ve o bu büyük buluşmayla birlikte Hace Muhammed Bakibillah’ın elinden biati gerçekleşmiş olur. Tabii Hace Muhammed Bakibillah (k.s) kendisine bağlanan gencin yüzündeki o engin pırıltıyı gördüğünde Şeyhi Hace Emkenegi’niden aldığı işaretle Hindistan’ın Serhend şehrine irşad için uğurlar. Besbelli ki bu sıradan bir uğurlayış değildi, Serhend’i aydınlatacak uğurlayıştır bu. Üstelik uğurlandığı yere gittiğinde aydınlık ışığı Serhend’le de sınırlı kalmaz, Ekber Şah’ın bulunduğu Ekber Abad şehre de uzanır. Derken Nakşibendî tarikatının feyzi bereketi dalga dalga yayılıp zorba Hanlardan Müslümanlığın feyzi ve bereketi üzerlerine sirayet ettikçe kalpleri yumuşayıverecektir. Öyle ki Ekber Şah’la başlayan zorbalık, oğlu Cihangir döneminde yumuşamaya bırakacaktır. Hakeza devamı diğer dönemlerde de tahta oturan hükümdarların bir öncekinden daha merhametçe adil bir şekilde yönetim sergiler hale geleceklerdir. En nihayetinde Evrengzib Han tahta oturduğunda ise halkın tam manasıyla rahat nefes alır hale geldiği görülecektir. Hem halk nasıl rahat nefes almasın ki, artık bundan böyle dini bütün bir hükümdarla yüzleşir hale gelinmiştir. Ne diyelim, gerçek aydınlanma, gerecek irşat bu olsa gerektir.
Evet, irşat budur. Gerçekten de İmam-ı Rabbani (k.s) Faruk-i meşrebiyle (iyiyi kötüyü ayıran) sessiz sedasız yaşadığı çağın değişimini gerçekleştirdikten sonra her fani gibi o da 1624 yılında ardından dört yüz halife bırakıp ahrete öyle yol alacaktır. Öyle ki, O şimdi her devrin gönül tahtında kıyamete kadar yaşayacak da.
Hâsılı, bizim tercihimiz ehlisünnet çizgisinden taviz vermeyen Serhendilikten yanadır.
Vesselam.