Bu hafta, sizi haftalardır üzen Sayıştay Raporları konulu yazılarımdan uzaklaştırıp daha keyifli bir okuma iklimine taşımayı arzulayarak geçtim klavyemin başına.
Pazartesi günleri ikisi de görevli oldukları okuldan aynı saatte çıkıyorlar, birlikte Dervişağa Konağı karşısındaki kafede ikişer bardak çay içip biraz hasbihal, biraz hafta sonunun kritiğini yapıp ayrılıyorlardı. O gün sohbetlerinin konusuna nasıl girdiyse tadilatı bir türlü bitirilemeyen Küp Uçuranlar Kulesi girmişti. Son durumu neydi gidip birlikte görmeleri iyi olacaktı. Turizm sezonu bittiğinden ve hafta sonu da olmadığından kulenin çevresi tenhaydı. Yeni yapılmış ama çok çabuk yıpranmış kapısını açıp girdiklerinde gördükleri dağınıklık ikisinin de canlarını sıkmıştı. Kamuda bu işler neden başladığı gibi bitirilemiyor, kimler nasıl ayak sürüyorlardı da bu kadar para çarçur edilmiş oluyordu?
Biraz da burada oyalanmışlar, tam çıkmak üzerelerken bahçe kapısının önünde duran siyah renkli bir taksiden inen üç yabancı adamı fark etmişlerdi. Taksiden inen adamlar kararlı adımlarla kulenin yanına kadar gelmişler, bahçe kapısının karşı köşesinden bir süre Birgi’yi seyrettikten sonra geri dönmüşlerdi ki konuşmalarını duydular.
Bir tek burası kalmıştı ayakta kalan ve bekledikleri telefon gelir gelmez bu adamlar işte tam da buradan harekete geçerek burayı da etkisiz hale getireceklerdi.
Evet, ülkenin birçok yerinde planları işlemiş, bütün şehirler, bütün kurumlar tersyüz edilerek yozlaştırılmış, kuruluş amaçlarından uzaklaştırılmış ya da uyumaları sağlanarak ülkenin bütün dinamikleri etkisizleştirilmişti. Hekimler, mimarlar, mühendisler, hâkimler, savcılar, öğretmenler hatta polisler, askerler, kısaca bütün memurlar, işçiler bile bu adamların ülkeye soktukları dolarların ardına düşmüşler, hepsi de bu dolarlardan çok daha fazla kazanmayı yaşamalarının tek gayesi haline getirerek başkaca bütün değerlerini çok kısa zamanda kaybetmişlerdi. Ahlaklarına, mesleklerine, makam ve mevkilerine güvenilmiş insanların çoğu çok değişmişler, ortalık ‘mış’ gibi yapan insanlarla dolmuş ve hakkı gözeten, bu yozlaşmaya karşı duran insanların durumu her geçen gün daha da zorlaşmıştı. Sağlık, eğitim, hukuk, güvenlik hatta onların işleyişi, denetimlerinden sorumlu sözde kamuyu temsil eden kesimdekiler bile onların piyonları gibi çalışır olmuşlardı. Çarşıda, pazarda dolarların gücü karşısında ne bu ülke parasının hâkimiyeti kalmış, ne büyük küçüğünü sever, ne de küçük büyüğünü sayar olmuştu. Anayasada yönetim şekli olarak demokrasi adı geçse de yöneticileri bile dolarların gücü seçtiriyor, arkasına bu dolarların gücünü almayan parlamentoya bile giremiyor, parlamentodan da çıkan kararlar ise halkın yararından çok dolar sahiplerinin menfaatlerini koruma yönünde çıkıyordu. Aslını kaybetmeyen, tarih şuuruna sımsıkı bağlı kalarak ayakta kalan tek yerleşim yeri burası kalmıştı ve şimdi bekledikleri telefon gelir gelmez de buraya da aynı formülü uygulayarak burasını da diğerlerine benzetecekler ve ülkeyi tamamen kontrollerine geçirmiş olacaklardı.
Konuşmalarına kulak kesildikleri üç yabancı adam kulenin alt tarafında bir süre bu minvalde konuştuktan sonra araçlarına dönüp çıkmışlardı.
Bir süre adamların ardından birbirlerine baktılar sessizce. Adamların aralarında konuştuklarını düşündüler. Hayal mi, sanrı mı yoksa gerçeğin tam kendisi miydi? Gerçekten duydukları ile yaşadıkları arasındaki ilişkileri düşündükçe bir felaketin eşiğindeydiler ve hemen harekete geçmeliydiler.
Ne yapacaklardı şimdi? Kimdi bu adamlar, nereden gelmişlerdi ve nerede kalıyorlardı? İkisi de şaşkındı ve bir an önce bir şeyler yapmalıydılar ama nasıl?
Sevgili öğretmen arkadaşımız, yazar Ali Can’ın çocuk edebiyatı türünde yayınlanmış ilk kitabı olan Küp Uçuranlar Kahraman Arılar-1 isimli kitabını okuduğumda benim de aklıma hemen böyle bir kurgu geldi, ilham oldu.
Hangi meslekten olursa olsun işini severek yapan insanları görüp tanıdıkça büyük keyif alırım. Bazen sanayide, işyerlerinde böylesine aşkla, şevkle çalışanları gördükçe insicamlarını, dikkatlerini bozmaktan sakınır, selam vermeyi bile erteler veya selamsız, usulca uzaklaşırdım yanlarından.
Ticaretini, işini düzgün yapmak, çevreyle ilişkilerinde dürüst olmak dini kültürümüze göre de ibadetlerin en hayırlılarından olduğu gibi sağlığımız için de çok önemli.
Genç yaşta, yarınlarımızı emanet edeceğimiz çocuklarımızın önemini kavrayarak kollarını sıvamış, eğitimciliğin yüklediği sorumlulukla bilgisini, düşüncelerini, ideallerini yine duyarlı bir şekilde bütünleştirerek kaleme aldığı serinin ilk kitabı Kahraman Arılar bir solukta okuyabileceğiniz kadar kısa ama üzerinde bir o kadar da çok derin anlamlar, dersler çıkaracağınız kadar uzun bir kitap.
Tehlike, etrafınızdaki kuşatma ne kadar güçlü olursa olsun işbirliğinin, iletişimin, tarih bilincinin, çevre duyarlılığının önemini çocuklarımıza çok ustaca anlatıyor. Altı çizilen bu değerlerin çocuk gözünden değerlendirilerek aktarılması, nefis kurgu ve akıcı dil sayesinde akıp giderken hedef kitlenin azıcık da olsa üstünde bir yaşlarda okuyorsanız kitabı, sizleri de bende olduğu gibi çok daha başka mecralara da taşıma fırsatı veriyor.
İşini seven, eğitimciliğini yaparken ondan geçinmek yerine ondan faydalanıp üretmeyi öne almış; genç, idealist, kalemini çok iyi kullanabilen, şimdiye kadar ürettikleriyle içimizde çok rahat yerleşebilmiş, kabiliyetli ve gelecek vaat eden bir kalem Ali Can.
Çürümenin, bütün değerlerin bir çırpıda alaşağı edildiği günümüzde kahraman olabilmek için ille de canı feda etmeye de gerek yok. Sadece aldığını hak edecek kadar işini yapman, işine ihanet etmeden, severek, başka bir karşılık beklemeden çalışmak bence en büyük kahramanlık. Gerisi biraz da hamaset.
Ali Can öğretmen, mesajlarını kahraman olarak nitelediği arılarıyla verirken ben de bu zamana kadar ortaya koyup ürettikleriyle kahramanlığı asıl kendisinin hak ettiğini düşünüyor ve kahraman arılar gibi, kahraman nesillerin de ancak kahraman öğretmenlerin eseri olabileceğini vurgulayarak kahraman öğretmenler diyorum.
Toplumumuzun kahraman öğretmenlere, üreten ve işini hakkıyla yapan öğretmenlere o kadar çok ihtiyacı var ki…
İşte o öğretmenlerin, 24 Kasım vesilesiyle de ellerinden bir kez daha saygıyla öpüyorum.
Erdal ÇİL