Selim Gürbüzer


KAN DEMEK CAN DEMEK

Belli ki Şair; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” derken boşa söylememiş. İşte bu mısralar eşliğinde her defasında göndere çekilen bayrağımıza şan katan kırmızı renge mest oluruz bile. Öyle ki nice yiğitler bayrak uğruna şehit düşüp toprağın bağrını kanla boyarlar da.


Belli ki Şair; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” derken boşa söylememiş. İşte bu mısralar eşliğinde her defasında göndere çekilen bayrağımıza şan katan kırmızı renge mest oluruz bile. Öyle ki nice yiğitler bayrak uğruna şehit düşüp toprağın bağrını kanla boyarlar da. Zaten al bayrağımıza rengini veren de toprağın bağrına düşen şehit kanlarıdır. Bu yüzden denilir ki gecenin karanlığında şehit kanları üzerine düşen hilal ve yıldızın yansımasından ötürü o gün bugündür ay yıldızlı bayrağımız sembolümüz olmuştur. Öyle ya, mademki ay yıldızlı bayrağımız şehit kanlarıyla anlam kazanmış durumda, o halde birde al bayrak üzerindeki hilal ve yıldız motifleri yerine vücutta yaklaşık 13 litre civarında bulunan kanın mikroskobik incelemesini bir bakalım acaba hangi şekilli elemanlarla karşılaşacağız bir görmüş olalım:

        Bilindiği üzere damardan alınan bir sıvı kanın konik tüpe konulduktan bir süre sonra kanın pıhtılaştığını gözlemlediğimizde pıhtılaşan kanın üst fazında yer alan hafif sarı renkli sıvı serum olarak addedilirken içerisinde  %90 su ve geri kalan %10’u protein, yağ, karbonhidrat içeren birtakım biyokimyasal maddeler de kan plazması olarak addedilirler hep. Plazmanın altında kalan kısım ise kırmızı görünümlü olup, içerisi kanın şekilli elemanlarının bulunduğu bir mekân olarak karşılık bulur. Şurası muhakkak plazmanın dış görünümüne bakarak içerisinde ne var ne yok bilmemiz mümkün değil, ama birtakım biyokimyasal tetkikler sonucunda içeriğinin protein, tuz (elektrolit), glikoz, amino asit ve diğer birtakım önemli hayati maddelerden ibaret olduğunu fark ederiz. Hakeza kanın şekilli elemanları da öyle olup bunları da ancak ve ancak sadece mikroskop altında izleyerekten varlıklarını fark edebiliyoruz.  Şöyle ki; K3EDTA’lı bir tüpe alınan sıvı kanın lam üzeri periferik yaymayla birlikte hazırlanan preparatların mikroskobik görüntülerine baktığımızda:

-Akyuvarlar (lökositlerkandaki toplam sayısı 25-100 milyardır), 

  -Alyuvarlar (eritrositlerkandaki toplam sayısı 25 trilyondur), 

  -Kan pulcukları (trombositler)” denen üç ana elamanın varlığına şahit oluruz. 

 Peki, kan yapımı nasıl gerçekleşiyor, ya da biyolojik açıklaması nasıl derseniz, şimdilik aşağıda satırları bir izleyelim görelim derim.

       Dalak

       Dalak kan yapıcı ve yıkıcı lenf organı olup, içerisinde lenf sıvısı yerine kan sıvısı vardır. Ancak burada ki kan daha çok hemolenfe benzemektedir.  Dalağın başlıca misyon özelliği ise;

       -Vücudun korunmasında rol oynaması,

       -Vücudun en büyük lenf dokusu olması, 

  -Kan süzüm işlemi yapması (filtre organı olarak iş görmesi),

          -Demir depolama, hormon yapımı, makrofaj yapımı, antikor yapımı, lipit depolama, hormon yapımı ve lipit depolama gibi faaliyetlerde bulunmasıdır.         

        Tabii her organın üslendiği misyon ebedi değil elbet. Tıpkı her şeyde fanilik söz konusu olduğu gibi, bir kan hücresinin geçireceği hayat süreci de bir yere kadar sınırlı olacaktır.  Nasıl mı? Mesela bir alyuvar hücresi biyokimyasal faaliyet sürecini 120 günde tamamlıyor olması bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten. Neyse ki yaşlanan alyuvarlar yıkıldıklarında bünyelerinde taşıdıkları hemoglobin molekülünü heba etmeyip, kendinden sonraki kuşaklara devr edebiliyor. Devredilen bu değerli miras, derhal akyuvarlar vasıtasıyla retikulo endotial sisteme (savunma örgüsüne) dâhil edilip böylece mevcut sistem içerisinde karaciğer tarafından demirin ayrışma işlemi gerçekleşir. Ayrışan demir ise malum bağlandıktan sonra özgür hale getirilir. Derken serbest halde kalan demir lüzumu halinde alyuvar üretiminde kullanılmak üzere muhafaza altına alınır. Bu arada artık maddeler da safraya girdiğinde yeşil renk alırken idrar yoluna taşındığında dae sarı renkli bir sıvı hale dönüşür. 

             Peki, 120 günlük olan alyuvar hücresinin son ebedi istirahatgâhına uğurlanışı iyi hoşta uğurlanışı nasıldır derseniz, hiç kuşkusuz bu uğurlanışta tıpkı insanın kabre uğurlanışı gibi alyuvarlarda kan dolaşım sistemi mezarlığına uğurlanarak süreç tamamlanmış olur. Tahmin etmişsinizdir bu mezar dalaktan başkası değildir. Nasıl ki toprağın bağrında çürümüş beden harmanlanıp ayrıştırılıyorsa, dalakta kırmızı pulpa filtreden geçen yaşlı alyuvarları parçalayarak bir başka ayrıştırma işlemi uygulamaktadır. Böylece her gün göç eden yüz milyonlarca hücre haşir hayatında olduğu gibi canlar yeniden tazelenmiş olur. Yani ortalama 70 yıllık insan ömrü boyunca kan ve hücre yapıları 300 defa değişime uğrayıp yenilenmektedir.

          Öyle anlaşılıyor ki yeniden diriliş hücrelerimiz içinde geçerlilik arz eden bir durumdur. Nitekim dalakta beyaz pulpa, kırmızı pulpa diye anılan süzgeç dokular sadece yaşlı alyuvarları parçalamakla kalmayıp gerektiğinde lenf ve kan üretimi gerçekleştirmekle adeta durmak yok yok yola devam demekteler. Şu bir gerçek; dalağın rengi normal pembe ve üzeri kan damarlarıyla örtülü olsa bile bazı yangı ve kan yapımı bozukluklarına (anemi ve lösemi) paralel pulpalar arasında büyük değişiklikler görülebiliyor. Yani bu tür arızı değişikliklerde pembe renk koyulaşmasıyla birlikte kan damar sayısı azalacağından dalağın alınması icap edebiliyor. Ancak bu noktada dalak alınmadan önce hastaya muayyen aralıklarla hormon tedavisi uygulanması gerekir. Zira bu tedaviden amaç dalağın görevini diğerlerinin sırtına yüklemek içindir. Nitekim hastadan dalak çıkarıldığı zaman (splenektomi) dalağın görevini bu kez kemik iliği, ilişik lenf düğümleri ve karaciğer makrofajları (büyük yiyiciler) üstlenebiliyor. Madem öyle bu yedek mekanizmalardan bahsetmekte yarar vardır elbet.

        Kemik iliği ve  kan hücrelerinin yapımı (Hematopoiesis)

        Bilindiği üzere kan hücreleri normal erginde iki grup olup bunlar:

      -Lenfositt ve Monosit: Bunlar lenfoid doku veya kemik iliğinde yapılır.

      -Eritrosit ve Granulositler: Plazma değişikliklerine bağlı olarak kırmızı kemik iliği tarafından yapılıp, bunlar myeloid elemanlar diye bilinip,  bir takım bazı patolojik hallerde myeloid elemanlar; dalak, karaciğer, lenf düğümleri gibi dokularda üretilirler. 

      Bir insan düşünün ki 70 kg ağırlığında, elbette ki bu insanın kemik iliğinin 2600 gr (vücut ağırlığının % 4,5) olması son denece gayet tabiidir. Malum, yeni doğan bir çocukta ise iki yaşına kadar hem aktif kemik iliği (kırmızı kemik iliği) hem de inaktif kemik iliği (sarı kemik) var olup yaş ilerledikçe ilik rengi sarıya dönüşerekten zamanla renk eşitlenir de. Anlaşılan ilahi güç tarafından kanımızın her damlası yaratıldığı kaynak yatağında plazma, mineral, besin ve diğer hücre elamanlarınca öyle servis edilmiş durumda. Böylece bu mükemmel donanımlı hayat pınarından vücuda her 10 saniyede bir eritrosit mamulü üretilmek suretiyle vücudumuzun en uç noktalarına kadar servis edilmiş olunur. Hiç kuşkusuz bu tükenmez memba kaynak pınarın adı; kemik iliğinden başkası değildir. Kemik iliği sadece kırmızı kan hücrelerinin değil hemen hemen kanın tüm şekilli elemanlarını  (lökosit, trombosit vs)  kapsayan bir hayat kaynağı olup değim yerindeyse hepsi bu pınardan doğup beslenerek kan dolaşım sistemine zenginlik katmakta. Aynı zamanda kırmızı kemik iliğinin %70'i yağdan meydana gelmekte olup, ancak soğuk bölgeler bundan istisnadır. Çünkü buralarda yağ depolama ve eritrosit tüketimi çok daha hızlıdır. Keza uzun süre açlık ve bazı hastalıklarda myeloid miktarı (kemik iliği miktarı) azalacağından doku süngerimsi yumuşak bir vaziyet alıp yağ depolama işlemi sekteye uğrayabiliyor. Ayrıca Lenf doku içerisinde serbest hücreler diye bilinen bir grup hücre daha vardır ki, bunlar % 30-50 arasında lenfe iştirak edip daha çok patolojik hallerde çoğalmaktalar. Normal halde bu hücreler kan dolaşımında görülmezler. Zaten görülmemeleri icap eder. Zira kanda görüldükleri zaman akut myelogenous leukemia (öldürücü lösemi) diye bilinen kan kanseri karşımıza çıkacaktır. Kemik iliği bu kadarla sınırlı değil elbet, bunun eritroblast ve myelosit gibi safhaları da var. Şöyle ki; eritroblastlar: “Basofil,   Polikromatofilik ve Normoblast” olmak üzere üç tiptirler.

         Bazofil hücresi normal kan hücrelere en yakın tip olup, şekilce ameboid değildir. Fakat üç günde olgunlaşma kabiliyetine sahiptir. Aynı zamanda basofiller mitoz bölünmeyle çoğalırlar,  ancak yaşlandıkça sayıları azalma seyri gösterir.     

         Polikromatik (veya polikromatofilik), erken devrede çekirdekli olup (memelilerden deve ve lama hariç), yaşlı olanları çekirdeksiz yapıdadır. 

        Normoblastlar(veya eritrobalst), eozinofil boyasıyla boyandığında eritrositlerden biraz daha büyük olduğu ve kanama hallerinde çoğaldıkları gözlemlenmiştir. Aslında sayıca eritrosit sayısının %1'inden daha azdırlar, ama hemoglobin bolca bulunur. Olgunlaşmamış olanlarında ise normal hemoglobin görülmez, sadece ömür safhası kısa olan bir hemoglobin bulunur. Bu arada normoblastlar vitamin B12 ile nükleosit sentezi ve megalosit yapımına da iştirak ederler.

          Myelositler

         Değişim ve dönüşüm sadece sosyal hayata mahsus kavram değil tabii. Zira hücre âleminde her salise değişim ve dönüşüme şahit olmak mümkün. Nitekim myelositler tipik kemik iliği hücreleri olup başlangıçta promyelosit (ilk hücre) şeklindedir, daha sonraki safhalarda ise myelosite dönüşürler. Hatta bazofillerin sitoplazmik granüllerinin %20–30’u myelositler tarafından taşınır. Peki, myelosit neye dönüşür derseniz, onlarda mitozla çoğalıp olgunlaşarak metamyelositlere dönüşür. Ayrıca metamyelositlerin myeloblast yapımı sağlayan bir görevi söz konusudur. 

          Anlaşılan savunma sisteminin temeli kemik iliğidir. Bilhassa kemik iliğinin en gözde elamanı sayılan mezenşim hücreleri lökosit (akyuvar) üretmektedir. Hatta lenfositleri bile mezenşim hücreleri imal eder. Üstelik imal edilen her bir lenfosit göğüs kemiğinin altında bulunan timus bezinin kontrolünde eğitilmiş olurlar. Zaten eğitilmeleri de gerekir. Çünkü vücuda giren yabancı maddeleri daha önce kendisine yüklenen şifreler sayesinde tanıyacaktır, şayet tanıyamazsa lenfosit bu sefer kendini yok etme durumda kalacaktır. Bunun anlamı kendisinin bir anlamda intiharı demektir. Ki; bu noktada doku nakli, organ nakli denilen tedaviler devreye girmek zorundadır. Bu nedenledir ki lenfositlere bir başka gözle bakarız,  değim yerindeyse onlar vücudumuzun kontrol amirleridirler. Öyle anlaşılıyor ki; sıradan bir hücre sandığımız savunma hücreleri, kan hücreleri üretebiliyorlar. Neyse ki akyuvar üretiminde kırmızı kemik iliği yalnız değil, bu iş için karaciğer, dalak ve bademcik gibi lenf dokularda akyuvar üretimine katkıda bulunurlar. Derken üretilen akyuvarlar, çeşitli yollarla kana geçip edilgen (pasif) halden aktif konuma terfi ederler. Mesela aktif hale gelmiş bir lökosidin asıl birincil fonksiyonu fagositoz eyleminde bulunup bakteri imha etmek olacaktır. Özellikle Akyuvarların ilginç bir cinsi daha vardır ki; büyük parçaları bile imha edebilecek güçte yaratılmıştır. Bu cins elbette ki monositten başkası değildir. İşte bu yüzden monositlere makrofaj denmiştir. Nötrofiller ise fagositoz (yutma) kabiliyeti biraz daha az olan hücrelerdir. Bu arada lenfositler de fagositoz yaparlar, ama onların yutma işlemi diğerlerine göre daha sınırlı ölçüde gerçekleşir. Genellikle fagositoz özellik içeren alyuvarlar bünyesinde boyanabilen birçok hidrolitik enzim ihtiva eden granüller bulundururlar. İşte söz konusu bu enzim sayesinde birçok düşmanın üstesinden geline biliniyor. Ayrıca akyuvar bünyesinde enzim dışında öldürücü bakterisit maddelerde mevcuttur. Mesela granülosit içerisinde ki hidrojen peroksitin (oksijenli su) varlığı bunun tipik misalidir. 

          Şurası muhakkak iltihabı durumlarda bakteri ve diğer irritantlar (tahriş edici iltihap) vücuda girince organizma üzerinde permeabilite artmaktadır. Yani bakteriler plazma yoluyla bir yandan doku ve doku aralarına geçerken diğer taraftan nötrofiller boş durmayıp kapiller damarlardan dokuya geçiş yapmaya çalışarak bakteriyel iltihaplara yol açan yabancı cisimleri fagosite etme teşebbüsünde bulunacaktır. Ancak doku aralarında kalan bakteriler habire toksin saldıkları için kapiller yoluyla sızmaya çalışan nötrofillerin bu teşebbüsü fiyaskoyla sonuçlanıp kapı dışarı edileceklerdir. Bu durumda krem kıvamında yeşilimsi gri renkli ölü nötrofil toplulukları oluşup, bunlar Tıp dilinde cerahat veya adını alır.       

         Lökositler kan içerisinde 6 değişik tip polimorf şekillerde olup, enfeksiyonlara karşı emniyet görevi yapan çekirdekli hücreler olarak bilinirler. Dolayısıyla lökositler çekirdek yapılarına göre:    “Eozonofil,  Bazofil,  Nötrofil, Monosit,  Lenfosit ve Plazma hücreleri” diye tasnif edilirler. Ayrıca eozonofil, bazofil ve nötrofil çekirdeklerinin tanecikli olmaları hasebiyle her üçü bir arada granülosit adını alırlar. 

       Konuyu biraz daha açacak olursak; kan içerisinde farklı bir şekilde değişikliğe uğrayarak hem alyuvarları hem de akyuvarları meydana getirme kabiliyetine haiz hücrelere hemositoblast denmektedir. Hemositoblast bir yapıdan alyuvara dönüşüm safhasına kadar ki bölümün ara kademelerini teşkil eden hücreler ise proeritroblast, eritroblast (normoblast), normositer ve retikülosit olarak kategorize edilir. Hatta bu ara serinin ilk hemoglobin sentezi az da olsa eritroblast safhasında başlar.  Neyse ki sonraki kademelerde Hemoglobin teşekkülü gitgide artış gösterebiliyor. Normosit ve daha evvelki safhalara baktığımızda kan hücrelerinde nükleus mevcut olup, retikülositlerde ise nükleusun ancak kalıntısı görülmektedir. Eritrositlerde ise malum nükleus hiç yoktur.

          Polimorf çekirdekli lökosit ve monositler kemik iliğinden yapılırken, Lenfosit ve plazma hücreleri de lenfoid organ veya dokularda yapılırlar. Şurası muhakkak akyuvar üretimi için devamlı B kompleks vitaminlere ihtiyaç vardır. Çünkü X ışınları, radyoaktif ışınlar, birtakım ilaçlar ve bir kısım zehirli maddeler akyuvar üretimine zarar verebiliyor. Ki;  bu durumda ister istemez vücudun savunma sistemi olumsuz etkilenip hasta olmamıza neden olacaktır.

       Bilindiği üzere lenfoid doku ve organların lenf düğümleri (özellikle bağırsaklarda ve çeşitli organlardaki lenfler), dalak, timus tonsilla (bademcik) gibi lenfoid yapılar teşkil eder. Lökositlerin bir kısmı özellikle granülositlere ihtiyaç duyuncaya kadar kemik iliğinde depo edilmiş halde kalırlar. Böylece ihtiyaç hâsıl olduğunda granülositler depolardan salınarak kan dolaşımına geçerler. İşte bu durum lökositlerin kandaki hayat sürelerinin kısa olduğuna işarettir. Şöyle ki granülositlerin kandaki ömrü yaklaşık 12 saat olup, enfeksiyon esnasında ise 2–3 saattir. Monositler ise aylarca kan ve dokularda dolaşabiliyor, ancak herhangi bir iltihabı durumlarda hayatları sona erdiği gözlemlenmiştir.

        Akyuvarlar (lökositler)

        Kemik iliğinde bir miktarda olsa muhtemel tehlikelere karşı yedek kuvvet olarak akyuvarlar konuşlandırılmış durumdadır. Bu yüzden akyuvarlar (lökositler) tıpkı bir amip gibi büyük damarların iç cidarında yapışık kalmış halde her an mevzisinden çıkmaya hazır, vücuda bir şekilde sızmış mikropları zararsız hale getirebilecek güçte askeri timlerimiz olarak adından söz ettirirler. Dolayısıyla lökositler mikropların korkulu rüyası sayılıp, 1 mm3 kanda 4–10 bin sayı civarındadırlar. Bu arada akyuvarların kanda ki ömürleri 10 günle sınırlı olup, ardından ölen hücrelerin yerine yenileri gelmekte. Bilindiği üzere vücutta bir hastalık tehlikesi belirdiği anda akyuvarlar kılcal damar çeperine doğru hareket ederek hızla çoğalıp hazır ol duruma geçerler. İyi ki de çoğalmaktalar, aksi takdirde savaş meydanında her an kurda kuşa yem olmakta var işin içinde. Bu yüzden lökositler ameboid hareketlerle yabancı maddeleri sindirdiklerinde bu duruma fagositoz denmektedir. İşte bu sindirme olayına bağlı olarak kan içerisinde arta kalan artık maddeler özellikle plazma veya alyuvarlar içerisinde yer alırlar. Nitekim lenfositlerin bir mikrobu yutma, yani fagositize etme olayı 38,5 derecelik sıcaklıkta cereyan eder. İşte bu noktada ateşin artması mücadelenin başlaması manasınadır.  Aslında mücadelenin başında 38,5 derecelik ateş büyük bir nimet olup bu yüzden bilinçsizce ateşi hemen düşürmeye kalkışmamalı. Aksi takdirde savunma mekanizmasının aksi yönde işlemesine yol açabiliriz. Farz-ı muhal bir mikrobun bir saatte 15 milyon sayıda ürediğini düşünürsek o vücudu neler beklediğini siz hesap edin. İster istemez böyle bir durumda vücudun normal ateşi tırmanıp tıpkı tüberküloza yakalanan hastalarda olduğu gibi bir anda akyuvar sayısı 30.000’i bulabiliyor. Bu demektir ki; düşmanla karşılaşan akyuvarlar önce mevcut hacmini büyütüp makrofaj vaziyetine dönüşür, sonra hem kendi etrafında hem de mikrobun etrafında suratlı bir şekilde dönmeye başlar. Daha sonra da yalancı ayaklar çıkararak fagositoz bir eylemle mikrobun etrafını sarıp onu yutmaya başlayacaktır. Yuttuktan sonra ise son derece ileri bir seviyede tahrip gücü fazla bir teknolojik donanım devreye girip bir yandan mikrop sindirilirken diğer yandan da mikrobun kana saldığı zehri tesirsiz hale getirici maddeler salgılanır. Böylece vücuda bağışıklık kazandırılır. Şöyle ki; lökositler damar endotelinden geçerek dokuya sızarlar. Şayet ortamda salgılanan bir kimyasal madde varsa kemotaksis bir refleksle bu maddeleri bulmaları gerekir, bulamazlarsa çekilirler. Derken akyuvarların hareket istikametini belirleyen kemotaksis yoluyla hastalıklara karşı korunmuş oluruz. İşte bu yüzden gerek yabancı madde artıkları, gerekse bakteri ölüleri veya toksinlerin akyuvarı cezb etmesi sonucunda gerçekleşen refleks olayına kemotaksis denmiştir. Kelimenin tam anlamıyla akyuvarlar yıkıcı ajanlara karşı vücudumuzun hareket komandolarıdır. 

          Peki, akyuvar komandoları vücuda giren bu yıkıcı ajanları nasıl tanıyor derseniz, bu durum elbette ki akyuvar için son derece kolay bir iş. Bikere akyuvarların negatif yüklü olmaları, yıkıcı ajanlarınsa pozitif yüklü olması ona düşmanını ta baştan alt etme avantajı sağlayabiliyor. Hani daha öncesinden lise yıllarında fizikte zıt yükler birbirini çeker babından öğrendiğimiz bir kural vardı ya,  aynen öyle de zıt yüklü yabancı ajanlar içinde bu kural geçerli olup da kural gereği vücuda girdiklerinde her halükarda yakayı ele vermekten kendini kurtaramayacaklardır. Hadi yakayı ele vermediklerini farz etsek bile bu bir noktada kolaylaşmış olacaktır.  Nasıl mı?  Mesela akyuvar cinslerinden nötrofiller bir bakıyorsun alkali ortamda 5-25 düşmanı bertaraf etme kabiliyeti gösterirken, monositler ise asit ortamda neredeyse yüzde yüz başarı gösterecek bir bertaraf etme kabiliyetine haiz güç gösterirler. İşte bu tür güç gösterileri pek çok bilim adamının zihninde ufuk açmış olsa gerek ki, birtakım laboratuvar analiz çalışmaları sonucu hastada var olan cerahatin teşhis edilmesiyle birlikte yerine göre asit yerine göre alkali ortam şartları oluşturularak tedavi yöntemlerine yenileri eklenebiliyor. Mesela geleneksel yöntemde olsa pratik uygulama olarak eğer cerahat üzerine tükürüldüğünde sap sarılık bir durum ortaya çıkarsa asidik olduğu belirlenmiş olup böylece bu durumda hastanın bol limon yemesi tavsiye edilir. Şayet kahverengi ve kırmızı renk bir durum ortaya çıkarsa bazik olduğu belirlenip, bu durumda o bölgenin suyla yıkanmasının daha doğru olacağı ve asla ve kat’a sulu yemek yenilmemesi gerektiği hastaya tavsiye edilir.

       Vücudun yabancı bir cisme karşı gösterdiği reaksiyon kesin uyarı niteliğinde olup, genelde bu tür reaksiyonlar birçok hormon ve hücrenin cevabı niteliğinde bir tepkisi olarak değerlendirilir hep. İşte bu durum Tıpta vücudun bağışıklık kazanması manasına immün sistem olarak anlam kazanır.  Öyle ki yaratılış mayamızda var olan bu kurulu sistem sayesinde organizmaya yabancı kalan gerek büyük moleküllü karbonhidratlar gerekse proteinler antijen oluşturmak için var olurken, lenfatik dokular da gama globülin, yani antikor oluşturmak için var olurlar.  Kelimenin tam anlamıyla antikorlar kan ve lenf sistemi içerisinde çok özel gamma globülinlerin oluşumu için var olmaktalar. Böylece antikorların vücutta var oluş nedeni antijenlerin kana karışmasının neticesinde tepkisini ortaya koymakla le zahir olmasıdır. Ancak şu da var ki,  hiç bir organizma kendi antijenlerine karşı antikor üretememe durumu da konumunda olup, sadece kendi dışında vücuda bir şekilde girip de yabancı ve tanımadığı antijenlere karşı ancak ve ancak antikor üretimi oluşturabiliyor. 

      Akyuvarlar tüm hıncıyla bakterilere karşı savaşırken, öte yandan hasar görmüş dokuları tamir maksadıyla histamin salgılamayı da ihmal etmezler. Aslında salgı olayı hasar görmüş dokunun şişmesi, su toplaması ve kızarması olayının ötesinde vücutça alınan bir tedbirin bir işareti sayılmaktadır. Belki de bu tedbiri alınmasa vücudun hasar görmüş doku veya orgun bölgelerinde bakteri ve toksinler hızla çoğalıp geniş bir alana sirayet etmiş olacaklardı.  Dolayısıyla doktorlar dezenformasyona uğramış bu tip bölgelerin şişmesine neden olan iltihaplanmaya karşı hastaya damar genişletici ve histamin türünden ilaç tedavisi uygulayaraktan hem antikor- antijen birleşmesine yardımcı olurlar, hem de akyuvarların rahat nefes alma imkânına kavuşması sağlanmaktadır. Fakat bu tip ilaçlar her an otoimmün (bağışıklık) hastalığın bir belirtisi olarak alerjik reaksiyon gösterip hastanın alerjik durumlarında eozinofil sayısının arttığı gözlemlenmiştir. Ayrıca parazit hastalıklarında eozinofillerin antikor yapımında hazırlayıcı rol oynadıkları tespit edilmiştir. Şayet mikropların yayılmasına engel olunamazsa bu sefer lenf sistemi devreye girecektir. Zaten dokuda gudde oluşumu veya şişmelerin nüksetmesi lenf sisteminin olaya el attığı anlamına gelir. Oldu ya, mikropların hakkında buralarda da baş edilemedi, artık bu noktadan sonra mikroplar açısından kana karışmak çok zor olmayacaktır. Böylece vücut daha büyük çapta enfeksiyonla karşı karşıya kaldığını ilan edecektir. Kelimenin tam anlamıyla akyuvarlar vücudun sağlık görevlisi, alyuvarlar ise vücudun beslenmeye yönelik ambarından sorumlu bir görevlidir. O halde birazda ambar görevlisinden bahsedebiliriz pekâlâ.         

         Alyuvarlar (eritrositler)

   Ambar görevlisi alyuvarlar genellikle kemik iliğinde üretilip kaynağında iken çekirdek haldedir. Bu yüzden kemik iliklerine üretim hane gözüyle bakılır hep. Kemik iliği aynı zamanda içerisi mükemmel bölmelerin bulunduğu kanal sistemiyle donatılmıştır. Öyle ki kanalcıklar arasında retükulo endotelyal sistem denen savunucu ve kan yapıcı bir tek hücreden her çeşit hücre imal edilebiliyor. Hatta bunlara eritrositler de dâhildir. Alyuvarlar (eritrositler) ne zaman ki çocukluk ve gençlik dönemlerini tamamlar olgunlaşma evresine terfi ederler, işte o zaman çekirdeksiz disk şeklinde hücre yapısına dönüşmesiyle birlikte dolaşıma geçip vücut için ab-ı hayat kaynağı olurlar. Belli ki; çekirdeksizlik avantaj olup damar içerisine geçişte elastikiyet sağladığı gibi çekirdeksizlik aynı zamanda oksijen nakli açısından da büyük bir kolaylıktır. Dolayısıyla iyi planlanmış bir tasarımın gereği milyarlarca hücre oksijensiz kalmamaktadır. Bu yüzden kaynak yatağında (kemik hücrelerinde) çekirdekli halde bulunan alyuvarlar aşırı kan kaybı durumları hariç olgunlaşmalarını tamamlamadan asla kana karışmalarına müsaade edilmez.

 Bilindiği üzere 1 mm3 kan içerisinde ortalama 4 ila 5 milyon civarında alyuvar bulunup, bunlar mezanşim hücrelerinin imal ettiği oksijen paketlerini, mümkün mertebe tez elden ihtiyaç sahibi doku ve doku hücrelerine götürme vazifesiyle donatılmışlardır. Zaten alyuvar ihtiyacını belirleyen ana etken unsur doku oksijen ilişkisidir. Oldu ya, dokular bir şekilde oksijensizlikten alarm vermeye başladı, bu durumda ister istemez alyuvar üretimi daha da bir artış kaydedecektir. Peki, bu noktada alyuvarlar dokuların oksijensiz kaldığını nereden bilecek derseniz, dokuları yaratan yaratıcı güç elbet bu durumu haberdar edecek sistemi yaratılış mayasına kodlamış durumda zaten. Nitekim bu iş için eritroprotein hormon görevlendirilmiş bile.  Böyle bir sistem vücut iklimimizde kurulmamış olsaydı oksijensiz kalan vücudun bir anda çökmesi an meseledir diyebiliriz. Ayrıca şu bir gerçek alyuvarlar dokulara oksijen nakletme başarısını hemoglobine borçludur. Zira eritrositlerin yapısında bulunan demir içeren kırmızı boya türünden “hem”  faktörü ile oksijenen bağlanmasında ve taşınmasında rol oynayan bir protein içerikli globinin birlikteliğinden doğan hemoglobin maddesi bir yandan kanın kırmızı renk almasını sağlarken diğer yandan karbondioksitin dokulardan temizlenmesi için de akciğerle işbirliği yapmış olurlar. İşte bundan dolayıdır ki eritrositler çekirdeksiz ve küremsi yapılar olarak tanımlamanın ötesinde bütün vücuda besin, O (oksijen) ve CO2 taşıyan hücreler olarak da tanımlanırlar. 

  Kemik iliğinde yaklaşık ayda 400-500 mikro litre arası eritrosit yapımı gerçekleşmekle birlikte teşekkül hızı kandaki oksijenbasıncına bağlı olarak değişebiliyor. Mesela yüksek rakımlı yerlerde anormal bir şekilde vücutta eritrosit yapımı çoğalabiliyor. Çünkü yüksek rakımlı yerlerde oksijen oranı az olup, bu durum beyne gelen oksijen miktarını azaltarak aşırı kalp atışlarına sebep olabiliyor. Dolayısıyla aşırı kalp atışları neticesinde polisitemi hastalığı görülebiliyor. Yine bu ve buna benzer bir başka olay koşma halinde görülmektedir. Malumunuz halk arasında “Harekette bereket var” denilse de koşmakla dokuların oksijen ihtiyacı hız kazanıp, dalağımız ister istemez kasılarak dolaşıma kan vermek zorunda kalacaktır. Hatta çoğu kez koştuğumuzda sol böğrümüzde (yanımızda) hep ağrı hissederiz ya,  işte o sızı dalağın kasılmasıyla ilgili durumdan başka bir şey değildir. Bu arada dalaktan başka kanın oksijen seviyesini ayarlayan bir diğer mühim organımız olan böbreğin ortaya koyduğu faaliyetleri de unutmamak gerekir. Bilhassa böbrekler, bu noktada böbrek üstü bezlerin salgıladıkları eritropoetin hormonu sayesinde gerektiğinde alyuvar üretiminde kemik iliklerini uyarıp böylece bu sayede vücudumuz zinde tutulmaya çalışılır. Belli ki sistemin en ufak bir krize tahammülü yoktur,  her an olası çıkabilecek bir krize meydan vermemek için hemen her şey en ince ayrıntısına kadar hesaplanıp ona göre alarm sistemi veya krizi yönetecek masa kurulmuş durumdadır.  Mesela kriz durumlarında eritrositlerin kanda azlığı bir anda anemik durum (kansızlık), alyuvar sayısının artmasına paralel hemoglobin birikmesi gibi arızalar nüksedebiliyor.  Öyle ya, madem 100 mililitre kanda ortalama değer 14 gram hemoglobin bulunması gerekir, o halde bunun üstü ölçüm değeri hem de altındaki ölçüm değer vücut için risk teşkil etmesi kaçınılmaz bir durum ortaya koyacaktır. Yani laboratuvar analizleri neticesinde ortaya çıkan hemoglobin ölçümü normal değerlerin üstüne çıktığında Hemokromatoz hastalıklar, altına düştüğünde ise halk dilinde kansızlık diye tabir edilen anemi hastalığı vuku bulacaktır. Hatta hemokromatoz esnasında fazla miktarda demirin karaciğere bağlanmasıyla birlikte siroz,  kalbe yerleşmesiyle birlikte kalp yetmezliği, pankreasa sirayet etmesiyle birlikte de şeker hastalığı nüksedebiliyor. Bir başka gerçek daha var ki; o da B12 vitaminin kemik iliğinin özü mesabesinde olmasıdır. Dikkat edin öz diyoruz üvey değil. Tabii işin şakası bir yana 'öz' sadece akrabalık ilişkileri için kullanılan bir sözcük değil elbet,  biyoloji bilim literatüründe memba (kaynak) manasına da kullanılır. Hele bir şeyin özü bozulmaya bir görsün biranda dengeler altüst olabiliyor. Dolayısıyla B12 vitaminin eksikliği kansızlığa yol açabiliyor. Yine de her şeye rağmen kan rengini tayin eden hemoglobin maddesi bu açığı kapatmak adına bütün enerjisini eritrosit yapımına adamayı ihmal etmez. Anlaşılan hemoglobin molekülü bileşiminde başta dört atomluk demir olmak üzere toplam 10.000 atomdan meydana gelen bir ünite olarak dikkat çekmekte. Nasıl dikkat çekmesin ki, baksanıza bu ünitenin azlığında kan sistemi alarm durumuna geçebiliyor. Nitekim kemik iliğinin azalması, demir ve B12 vitamini eksikliği gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan anemi hastalığı bunu doğruluyor da. Hatta gama radyasyonunun etkisine maruz kalan insanlarda kemik iliğinin harap olmasıyla birlikte öldürücü anemi ortaya çıkabiliyor. Görüyorsunuz kana rengini veren eritrositler bir yandan cana can suyu olurken diğer yandan da bu can suyunun azlığında kansızlık olarak karşımıza çıkabiliyor. İşte bu nedenledir ki bu can suyunun önemine binaen bir kez daha “Kan demek can demek” sözü bizim açımızdan büyük bir anlam kazanmış olur da. Hem nasıl anlam kazanmasın ki;  bikere kemik iliği fabrikasında yaratılış birçok safhalardan geçmek suretiyle gerçekleştirilmekte.  Malum bu safhalardan sonra kana geçen alyuvarların her birine verilen 100 ila 120 günlük arası bir ömür süresi içerisinde vazife gördükten sonra akıbetleri ölümle sonuçlanır. Yani alyuvarlar 120 gün içerisinde oksijen taşıyıp akabinde yaklaşık 1 milyondan fazla eritrosit hayata veda etmiş olurlar. Bu durumda vücut, kandaki alyuvar sayısını korumak için yeni alyuvarlar üretmeli ki ölenlerin yerine yenileri devreye girebilsin, zaten vücut üretir de. Dile kolay eritrositler küçük damarlardan geçişi sırasında incelip uzarken ister istemez enerji sarf edeceklerdir. Fakat enerji temin eden enzimler kullanıldıkça ömür sınırları azalmakta, derken eritrositler damardan geçerken incelip uzayamadıklarından parçalanıp mevta olup yerine yenileri devreye girmiş olur. Değim yerindeyse “Her dem yeniden canlar tazelenir” misali kanda bile haşir olayı gerçekleşir. Dahası yeni doğanlar hayata göz kırpıp Yücelerden gelen emrin gereği iş başı yaparlar. Tabii bu durum sinir hücreleri için geçerli değildir. Zira sinir hücrelerinde kaybolanın yerine yenisi gelmez, üstelik bu eksiklik ömür boyu devam eder bile. Yani sinir hücreleri canlının yaşama ömrü ile sınırlıdır. 

         Evet, eritrositlerin 120 günlük bir hayatından söz ettik. Peki, bu sınırın istisnası yok mu derseniz, elbette var. Şöyle ki; orak hücreli anemi hastaların tipik özelliği doğuştan alyuvarların arızalı olmasıdır. İşte bu söz konusu arızalı orak hücreli alyuvarlar kan içerisinde 120 günü tamamlayamayan cinsten hücre olduklarından görevlerini yerine getirememek gibi bir takım sıkıntılar doğururlar. Mesela bu sıkıntıların başında alyuvar eksikliği gelip, bunun adı hepimizin bildiği anemi demektir. Yine bir başka problem alyuvar tipi ise çapça küçük kolayca yırtılabilir olması hasebiyle görevini yapamıyor oluşudur. Dolayısıyla buda ister istemez bir tür kalıtsal kan hastalığa, yani Talasemi'ye (Akdeniz anemisi)  neden olmaktadır. Hakeza birde Aplastik denen bir anemi türü daha var ki,  icabında en büyük tehlike arz eden anemi türüdür dersek yeridir. Çünkü bu tür hastaların kemik iliği alyuvar üretemediklerinden artık ölüm onlar için kaçınılmaz bir alın yazısı olabiliyor. Öyle anlaşılıyor ki; tüm anemi vakalarının ortak problemi damarlarda dolaşan kanın ihtiyaçtan az olmasına paralel dokuların düşük oranlarda oksijensiz kalması sonucu bir takım organlarda verimin düşmesine yol açan hadisenin yaşanmasıdır. Peki, kanda aşırı derecede alyuvar sayısı fazla olursa ne olur derseniz, bu durum polisitemi'ye yol açıp,  oluşan bu vaka damarlarda kan tıkanıklığı ve kan yapıcı organların tümörleşmesine sebep teşkil etmesi demek olacaktır..       

        Trombositler (kan pulcukları)

         Trombositler kemik iliği kök hücrelerinden teşekkül edip, kanın pıhtılaşmasını sağlayan 2 ila 4 mikron arası çapında renksiz kan pulcuklarımızdır. Bunlar 1mm3 kanda 200-400 bin arası kadar bulunup, daha çok hasar görmüş doku bölgelerinde tıkaç oluşturmakla görevlidirler. Gerçekten de hasara uğramış bir dokunun önce şiştiği, sonra giderek yaygın halde çıkıntılar oluşturduğu ve daha sonra yapışkan hale geldiği gözlemlenmiştir.  Dikkat ettiyseniz özellikle yapışkan diyoruz, ama ne yapışkanı? Herhalde piyasada satılan bildiğimiz yapışkan maddeler değil elbet. Bilakis bu yapışkan madde bizim bilmediğimiz, fakat uzmanların çalışmaları sonucunda fark edilen mukopolisakkarit içerikli, ipliksi, protein içeren ve hücreler arası bağlantıyı sırasında tek başına da değildir,  ADP salgısı salgılanmasıyla birlikte her an yanında iş bölümüne hazır takviye kuvvetleri olay mahalline gelerekten trombositle birlikte kanayan yaraya tampon güç oluştururlar. Tamponla kanayan yaranın durdurulmasının akabinde ise trombin enzimi devreye girip tamponlanan bölge daha da mantolanmak suretiyle pıhtılaşmayla ilgili işlemler tamamlanmış olur. 

        Hiç kuşkusuz trombositer kaynaklı hastalıkların nüksetmesiyle birlikte trombin enzimi aracılığıyla yapılan ikazlar karşılık bulup trombosit kuvvetlerini harekete geçirmeye yetebiliyor.  Tabii emir yüksek yerden gelince el mahkûm talimat gereği değim yerindeyse  “Evet, mesaj alınmıştır” şeklinde başım gözüm üstüne denilip, kanda sıvı halde bulunan fibrinojen fibrine dönüştürülüp böylece trombositler, trombositer hormonu veya bünyesinde bulunan fibrinojen madde sayesinde kanamalar anında durdurulmuş olur. Fibrin burada bir nevi yara sarıcı iplik veya yapıştırıcı rol üstlenmiş bir işlev görür. Özellikle fibrin iplikleri damar kavşağının önüne duvar örüp  (yumakçık-kan pıhtısı) kan plazmasının damar içerisine geçişine de izin vermez. Nasıl ki bir yırtılmış bir su kırbası dikiş veya yapıştırıcı ile tamir edilmediğinde içerisinde su kalmazsa, aynen öyle de vücudumuzun herhangi bir kaza sonucu yaralandığında önlem alınmaz ya da pıhtı faktörü devreye girmezse dolaşım sistemimizin kansızlıktan tarumar olacağı muhakkak. Dolayısıyla lifli ipliksi fibrin deyip es geçemeyiz, belli ki pıhtılaşmayla ilgili tüm faktörlerin kan kaybına tahammülleri yoktur. Madem öyle pıhtı faktörleri hakkında bizim cansiperane can yeleklerimizdir dersek yeridir. Düşünsenize trombositler olmasaydı vücudun herhangi bir yerinden meydana gelebilecek kan kaçağı sonucu ölüm kaçınılmaz olacaktı. İşte bu nedenledir ki trombositler bizim için Yüce Allah’ın bir lütfu olarak vücudumuzun herhangi bir darbe karşısında yaralarımıza saracak pansuman uzmanlarımızdır dersek de yeridir. Bu söz konusu uzmanlar küçük pulcuk yapıda renksiz cisimler olup görünüm itibariyle yuvarlak veya disk şeklindedir. Çapları ise ortalama 3 mikro litredir. Dolayısıyla 1mmkanda ortalama 250.000 kadar trombosit bulunmaktadır. Trombositler aynı zamanda boyanma durumuna göre;  erguvani renktekiler granülomer olarak addedilirken, soluk mavi olanlar ise hyalomer adını alır.  Tabii bu konu burada bitmedi, dahası var.  Şöyle ki; trombositler glikojen depo ettiklerinden yapışkandırlar. Yani yapılarında serotoninin (damar büzücü) bulunduğu için kan kaybının önü alınabiliyor.  Nitekim damar yırtılmalarında derhal plak oluşturup tıkaç rolü (pıhtılaşma rolü) üstlenmelerinin yanı sıra ayrıca tromboplastin enzim üretimi de ihmal edilmez.

         Şayet trombositler kan içerisinde normal değerlerin dışında düşük seviyelerde seyrediyorsa pıhtılaşma defekti   (bozukluk) oluşup kırmızı mor renkli kanama odakları denen purpura meydana gelecek demektir. Zaten purpura oluşumların en temel tipik özelliği kanın damar dışına çıkmasıyla birlikte doku aralarında veya lenf damarı içerisinde birbirlerine yapışık halde odaklar, yani kümeler oluşturmasıdır. Dolayısıyla bu durum lenf damarı tıkanıklığına,  dokuda ise su birikmesi ve trombosit ödemine neden olacaktır.

        Fibrin, fibrinojenden teşekkül edip, üç fazdan oluşmaktadır.  Mesela ön fazda yer alan protrombinaz pıhtılaşmayla alakalı 13 faktörden ilk dokuzunu (protromblastin sistemi)  protrombine çevirdiğinden “protrombin-2” olarak tanımlanır. Yani trombin,  trombinaz enzimiyle var olmakta. İyi ki varlar, aksi halde trombosit sayının düşmesi veya trombinazın yokluğunda trombositopeni hastalığı  (hemofili-kanama) nüksedecektir.   Bu yüzden bunun önüne geçebilmek adına son fazda fibrinojen katı haldeki protrombini fibrine çevirme işlemini gerçekleştirerek büyük bir efor sarf etmiş olacaktır. Yani trombin fibrin dönüşmesinde fibrinojen etken faktör olup, Tıpta bu etken maddeye efektif faktör (etkili faktör) denmektedir. Şayet etken faktöre rağmen hala kanamalar devam ediyorsa hemen acele bu tip hemofili bir hastaya kan verilmesi gerekecektir. 

        Peki, kanın durdurulmasına yönelik pıhtılaşma işlemleri böyle yürürken bunun tam tersi olarak kanın pıhtılaşmaması içinse ne gibi işlemlere ihtiyaç vardır? Hiç kuşkusuz bunun içinde vücutta kanda pıhtılaşmayı önleyen antitrombin sistem bu iş için misyon yüklenmiştir. Bilhassa bu iş için sistem içerisinde konuşlanmış heparin içeren plazma proteinlerinin çok büyük rolü vardır. Heparin asit bir madde içerdiğinden, pıhtılaşma faktörü heparin albümin karmaşık içeriğinin devreye girmesiyle ancak önü alınabiliyor.  Hatta pıhtılaşmayı önleyici heparin maddesi formaldehit bazik boyaların bulunduğu ortamda da trombini inaktive edebiliyor. Hakeza bu sistemin fibrin eritici plazma özelliği de vardır, olması da gerekir zaten. Çünkü herhangi bir kazaya maruz kalan bir kişinin periyodik tedavisi süresince pıhtılaşma devam edebiliyor. Ta ki iyileşme aşamasına kadar pıhtı faktörü üzerine düşen görevi yaptıktan sonra ancak o zaman olay mahallinde kalmanın kendisine zarar vereceğini bilmişçesine kendi kendini yok edebiliyor. Zaten kendini ortadan kaldırmasa damarların tıkanmasına yol açıp hastanın ölümüyle sonuçlanabilecek çok büyük bir risk oluşturacaktır. İşte bu tür durumlara meydan vermemek için 1-2 gün içerisinde birtakım aktivatör maddelerin devreye girmesiyle birlikte fibrin eritici plazminojen, plazmine dönüşür de. Böylece plazmin fibrini parçalayarak protein eritici (proteolitik) misyon yüklenmiş olur. Bu arada mevcut sistemi tüm ayrıntılarıyla komple düşündüğümüzde bu iş içerisinde sitrat, oksalat, florür,  Ca gibi birçok bileşenlerin de kan pıhtı faktör tayininde devrede olduklarını görürüz. Öyle anlaşılıyor ki plazminin biricik vazifesi fibrin üzerinde doğrudan etki yapıp pıhtıyı eritmek olurken,  bu noktada akyuvarların görevi ise eriyen pıhtı artıklarını tahliye edip yaralanmış dokuda iz kalmamasını sağlamaktır.  Görüldüğü üzere kanda pıhtılaşması denen hadise öyle sanıldığı kadar rastgele vuku bulan bir hadise değil, son derece birçok bileşenlerin devreyi girmesiyle birlikte vuku bulan planlı mucizevi bir hadisedir. Elbette ki ara sıra plan dışı istenmeyen bir takım istisnai durumlar da olacaktır, oluyor da. Mesela plazma içerisinde aminoasitler, vitaminler, hormonlar, enzimler, şekerler, metabolitler, ilaçlar, aminoasitler, peptitler, glikopeptitler, laktik asit, hippürik asit, organik tuzlar, keton cisimleri, üre, ürik asit, NH3, safra boya maddeleri, bazı pigmentler, lipaz ve amilaz gibi bileşenler oluşan pıhtının yenilenmesini güçleştirebiliyor. Hakeza pankreas hastalığı nüksettiğinde artmakta olan amilazın kanın pıhtılaşmasını önlediği bilinmektedir. Bu durumda hastaya amilazın fazlasını dışarı atması için idrar söktürücü ilaç veya serum verilir de. 

         Anlaşılan gerek vücut dokularında gerekse kan içerisinde bulunan yaklaşık 30 değişik türden bileşenin pıhtılaşma olayıyla doğrudan ilişkisi vardır. Söz konusu 30 değişik türden bileşenlerin bir kısmı pıhtılaşmayı kolaylaştırırken diğer kısmı engelleyebiliyor. Aslında burada tez antitez ilişkisine dayalı bir olay fark edilip, bu bize vücudumuzda otomatik işleyen homeostatik denge sistemimizi hatırlatır da.  Hem nasıl hatırlamış olmayalım ki, baksanıza normal bir kan içerisinde pıhtılaşmayı engelleyici faktörler her an devreye girebiliyor. Malum yukarıda da belirttiğimiz üzere aksi durum söz konusu olduğunda kan dolaşımı pıhtı faktörlerinin kuşatmasına maruz kalıp pıhtı atması gibi birçok beyin kanaması gibi vakalarla karşılaşmak an meselesidir diyebiliriz. Ayrıca bunlardan başka pıhtılaşmayı önlemeye yönelik damar iç yüzeyince emilmiş negatif yüklü protein tabakasının varlığı apayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani bu tabaka sayesinde kandaki pıhtı faktörü damar yüzeyince itilerek pıhtılaşmanın önüne geçilmiş olunur. İyi ki de birçok faktör devreye giriyor da bir yandan normal durumlarda kan dolaşımının pıhtılaşmaması sağlanırken, öte yandan olağan üstü durumlara özgü hasar görmüş dokuların tamiri için de pıhtılaşma faktörleri aktif hale gelmesi sağlanmakta. Böylece vücut şehrimizin virane olmasının önüne geçilmektedir. O halde bu noktada Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Bu arada Yüce Allah’ın vücudumuza yerleştirdiği kanın pıhtılaşmasına etki eden belli başlı faktörleri iki alt başlıkta şöyle kategorize edebiliriz de. 

       1-Protromboblastin faktörler:”Fibronojen,  Protrombin,  Tromboblastin,  Ca, Ac-globülin,  Accler globülin,  Prokonvertin vs.”

       2-Stabilize faktörler: “Antihemofilik faktör, Antihemofilik globülin faktör, Antihemofilik B faktörü ve Ca-kofaktör.”

        İşte yukarıda basamak basamak sıraladığımız birçok faktörün görüldüğü üzere pıhtı olayında doğrudan etkisi söz konusu olup, hatta K vitamininin de bu noktada pıhtılaşma olayında etken faktördür diyebiliriz.

         Evet, herhangi bir nedenle damar cidarlarında zayiat verildiği zaman, söz konusu bu sıraladığımız faktörler olaya el koyup derhal onarım işlemini başlatan faktörler olarak göz doldurmaktalar. Derken yaralandığımız zaman aman bir damla kanın akmasından ne olur ki deyip kendi halimize terk edilmiyoruz, bilakis vücudumuzda oluşabilecek gizli kanamalara karşı damarlarımızda dolaşan birçok faktör imdadımıza yetişebiliyor.  Bakınız Mevlana Hzleri bir damla kanın kıymetinin bilinciyle ; “Gerçi bir katreyim, fakat bende umman gizlidir. Bir zerreyim, fakat bende güneşler gizlidir”  demekten kendini alamamış bile.  Madem bir damla kanda olsa “kan demek can demek”,  o halde bu hadiseye birde plazma proteinleri açısından baktığımızda bu sözün önemi daha da bir ortaya çıkmış olacaktır. Bilindiği üzere plazma proteinlerin sentezinde,   plazma ve bazik lökositler bazı değişiklik mekanizmalarıyla yakından ilişkili olup büyük çoğunluğu karaciğerde sentez edilir. Hatta bir kısım sentez olayının bağırsaklarda meydana geldiği tahmin ediliyor. 

        Plazma proteinlerinin azalması durumlarında malum: “Doku harabiyeti,  Ödem oluşması,  Kanamalara bağlı kan kayıpları, Plazma hacminin artması ve Protein sindiriminin azalması” gibi haller vuku bulabiliyor.

      Şurası muhakkak plazma proteinlerinin azalmasına paralel ödem oluşup, böbrek, karaciğer ve kalp hastalıkları nüksedebiliyor.  Malum albümin, kandaki molekül ağırlığı bakımdan düşük değerlerde olması hasebiyle osmotik basınç yönünden globüline nazaran daha fazla dikkatleri üzerine çeken protein cinsinden bir moleküldür. İşte bu noktada kan albüminini gerek iç kanama veya ascites hallerinde, gerek karaciğer yetmezliğinde, gerek plazma değişikliklerine bağlı dehidratasyon olayında,  gerekse dış kaynaklı kanamalarda normal değerlerin altında azalış kaydederek karşımıza çıktığını görürüz. Zaten idrar analizinde albüminin artması birçok organ yapılarında kayıplar verildiğine işarettir. Peki, bu durum,  anne karnında nasıldır derseniz bikere bu noktada fetüs; gamma globülin üretememe noktasındadır, ancak yine de kendisi için gerekli olan globülini bir şekilde plasenta yoluyla anneden ihtiyacını karşıladığı da bir vaka. Derken yeni doğan çocuklarda anneninki kadar gamma globülin birikebiliyor. Fakat 12-16 haftalık dönemde %17'den  % 0,1'e kadar mütemadiyen düşüş kaydetmektedir. Böylece bebek yaşadığı bu düşüş aşamasında enfeksiyona yakalanabiliyor. Neyse ki bebek 8-12 aylıkken normal seyrine kavuşup, böylece bir takım enfeksiyonlarla baş edecek hale gelebiliyor. Zira protein sentezi bu safhada start almaktadır.       

       Peki ya,  plazma proteinlerin parçalanması hadiseleri vücudumuzun nerelerinde vuku bulmaktadır derseniz bağırsak lümenlerinde olduğu tahmin edilmektedir. Dahası plazma proteinlerin elektrik yüklü bir ortamda taşıdıkları şarj nispetinde hareket ettikleri belirlenmiştir. Dolayısıyla pnömoni (akciğer enfeksiyonu) ve ateşli hastalıklarda alfa globülin artmakta olup, antikor teşekkülü hallerinde ise gamma globülin çoğalmaktadır. Albümin ve fibrinojenin tamamını ise karaciğer yapmaktadır. Ancak karaciğer kanseri, siroz, hepatit ve beslenme bozukluklarına bağlı vakalar da serum azalma gösterir.

  1.         Başlıca serum ve plazma proteinleri

        Bilindiği üzere plazmanın kendine özgü özel proteini olup, bunlar bildiğimiz fibrinojen ve fibrin maddelerinden başkası değildir.  Fibrinojen uzun elips çomak şeklinde olup molekül ağırlığı 40.000'dir. Ayrıca fibrinojen serum içerisinde erimiş halde bulunduğunda sulu kesim plazma adını alır. Zaten fibrinojenin fibrine dönmesi plazmanın serum haline geçişi demektir.

       Öte yanda serum total protein durumlarına baktığımızda; Plazmada fibrinojen ayrılınca serum içerisinde serum total protein (albümin ve globülinler) yer almaktadır. Elektro fazla yapılan plazma total protein fonksiyon analizleri sonucunda elde edilen yüzdelik (%'lik) dağılım oranları aşağıdaki gibidir:  “Albümin % 57,    Alfa globülin % 5,    Alfa 2 globülin % 7,5,   Gamma globülin % 11,    Beta globülin % 12 ve Fibrinojen % 6,5” olduğu görülür.

       Globülinler

       Fe, Cu ve Zn gibi bir takım metallerle birleşmiş çeşitli proteinlerin yanı sıra Alfa ve Beta globülinler de lipoprotein ve glikoprotein yapısına girerler.

       Proteinler molekül yapılarına göre bir karşılaştırma yapılınca en küçük albümin 69.000, en büyük fibrinojen 400.000 kadar olduğu görülecektir. Daha sonra sırasıyla hemoglobin, Beta globülin, Alfa lipoprotein, Beta lipoprotein, Gamma globulin ve fibrinojen gelir. Şimdi adından söz ettiğimiz bu elemanlara kısa bir göz atabiliriz. Şöyle ki;

       Gamma globülin; bağışıklık maddesidir.

       Beta globülin; lipoprotein, protrombin ve aglutinin(antikor) teşekkülünde görev yapar.

      Fibronojen; kan pıhtılaşması görevi yapar.

     Albümin; plazma taşıyıcısı olup, kan osmo regülâsyonu temin etmenin yanı sıra organizmanın protein rezervini teşkil eder. Hatta birçok maddelerle reversibl bağlantı yaparak onları transport eder.

      Globülin(lipoprotein); yağ, stereoid ve fosfolipitleri oluşturur.

Hiroksene bağlanan protein;  seratonoidler ve tyroxin nakli sağlar.

Haptoglobülin; parçalanan eritrositlerin serbest hemoglobin'lerini temin eder.

Ceruloplazmin; Cu naklini temin eder.

Antiotensinogen;  kan basıncında görevlidir.

Globülin (metal ihtiva edeni) transferin ve siderofilin Fe taşırlar.

Globülin;  antikor ve komplementlerini teşkil eder. 

 Bunlardan ayrı plazma proteinlerin arasına transimanaz, dehidrogenaz, peptidaz, fosfataz, aldoz, amilaz ve diğer enzimler de dâhil edilir. 

  1.  Bazı kan proteinlerinin yapılarına iştirak eden elementler:

 Fe:  Transferin, stokromlar, periksodazlar demir içerirler.

 Cu: Ceruloplazmin bakır madeni için tipik bir örnek teşkil eder.

Zn: Dehidropeptidoz, karboksipeptidaz, ürikaz, karbonik anhidraz, insülin çinko yönünden zengindirler.

         Mg: Klorofil içeren hayvansal organizmalarda bulunup daha henüz tam fonksiyonu netlik kazanmamıştır.

        Tuzlar (elektrolitler) ve organik kristaloitler kapiller damarların cidarından basınç yoluyla kolayca geçebiliyorlar. Özellikle kapiller damarların dış kısmında hidrostatik basınç gerçekleşip, iç kısımda ise osmotik basınç etkindir. Dolayısıyla plazma proteinlerinin geçişi için toplamda 28 mmHg osmotik basınç uygulanıp, bunun 10 mmHg basıncı İnterstiyel sıvı için, 18 mmHg basıncı ise plazma proteinler için efektiftir(etkili).  Ancak bu efektif değerler arter ve vena damarda değişiklik gösterebiliyor. Mesela arter bölgesinde hidrostatik basınç osmotik basınçtan daha fazla uygulanır. Yine mesela kan proteinlerinde azalma olduğunda efektif osmotik basınç düşüp, buna paralel kapillerden arter damar içine sıvı akışı gözlenecektir. Böylece sıvı akışıyla birlikte ara dokuda sıvı miktarı artıp ödem oluşacaktır. Keza kandaki alkalen fosfataz enziminin artış kaydetmesiyle ortaya çıkan kemik hastalıkları ve tıkanma sarılıklarında böyledir. Zira alkalen fosfataz; osteoblast ve bağırsakta imal olunmaktadır.     

      Kanda grup faktör tayini 

      Evet, bir damla kan adeta devasa bir ansiklopedi külliyatı hükmünde paha biçilmez değere sahip bir hazinedir. Her hangi bir ansiklopedinin bütününde tek harfin karşılığı ne ise insan vücuduna denk gelen bir damla kanın karşılığı da odur elbet. Öyle görülüyor ki bir damla kan sadece içerisinde bulunan şekilli elemanlarıyla sınırlı değil, bunun ayrıca grup faktör tayininde karşılığı olan A, B, AB, O antijenlerin varlığı da söz konusudur. Nitekim anne karnında ki her bir ceninin kendine özgü grup faktör kimliği vardır. Dolayısıyla çocuğa ait kan grup faktörü ve hücrelerinin tamamını anneden alması söz konusu değildir. Cenin aynı zamanda plasenta sayesinde kendi alyuvarlarını kendisi imal edebiliyor. Fakat bu noktada demire de ihtiyaç vardır. Neyse ki bu noktada plasenta,  anneden gelen alyuvarları parçalayarak açığa çıkan demiri cenine aktarabiliyor. Yani plasenta bir nevi karaciğer fonksiyon işlevi görmektedir.  Hatta bununla kalmayıp lenf sistemi görevi üstlenmiş durumdadır. Anlaşılan plasenta anneden gelen bir kısım antikorları kabul etse bile bir kısmını da kendisi karşılamakta.  Değim yerindeyse plasenta cenin için ekmek, su, peynir gibi aş demek olup yapışık ikiz gibidirler. Onsuz gelişmesi mümkün değil zaten.

         Bilindiği üzere insan kanında birbirinden farklı A ve B tipinde iki tür antijen var olup bir sonraki kuşaklara kalıtsal olarak geçmekteler. Dolayısıyla dünyaya gelen her bir insan söz konusu antijenlerin ya bir tanesine ya da her ikisine de sahip olabiliyor. Veyahut da hiçbirine sahip olmayabiliyor. Bu yüzden hiçbirinden mahrum kalanlar mevcut bu iki tip antijene karşı vücudunda spesifik reaksiyon gösteren antikor bulunmaktadır. Böylece A ve B tipi antijenler aglütinasyon olayında tetikleyici unsur olarak adından söz ettirecektir. 

          Kanda grup faktör tayini  (A), (B), (AB) ve (O) olarak dört ana başlıkta incelenir. İşte grup faktör tayininde eritrosit bünyesinde yer alan antijenlerin kanda bulunup bulunmamasına göre;  

    -İçerisinde şayet A ve B aglutinojen yoksa grup faktör 0 grubu,

    -İçerisinde şayet sadece A aglutinojeni varsa grup faktör A grubu,

          -İçerisinde şayet her iki aglutinojen(hem A, hem de B aglutinojen) de varsa grup faktör AB grubu adını alır.  Ayrıca bu gruplara ilave olarak M, N, P ve Rh gibi alt grup faktörler de vardır.

    Bilindiği üzere plazmada (serumda) yer alan proteinlere aglütinin denirkeneritrositlerin (kırmızı kan hücrelerinin)  bağrında var olanına ise aglutinojen denmektedir. Dolayısıyla bir şahsın eritrositlerinde A aglutinojeni yoksa plazmasında anti-A aglutinini var demektir. Şayet eritrositinde B aglutinojen yoksa plazmasında anti-B aglütinini mevcuttur. Dolayısıyla A grubu kanda A aglutinojeni ile anti-A aglütinini bulunur. 0 grubu kanda ise aglutinojen olmayıp sadece anti-A ve anti-B aglutininler (antikor) vardır. Malum AB grubu kişilerde ise A ve B aglutinojenlere sahip olmakla birlikte plazmalarında aglütinin bulunmamaktadır. Dolayısıyla doğumdan hemen sonra bebeğin plazma içerisindeki aglütinin miktarı sıfır seviyelerde olduğu belirlenmiştir.

   Kan naklinde önemli reaksiyon oluşturabilen antijenler A-B-O ve Rh faktörü başlığı altında değerlendirilir. Madem ortada böylesi bir kurulu sistem var, o halde kan transferi işlemlerinde önce vücudumuzun damarlarında dolaşan bu kurulu sistem dâhilinde alıcı ve verici uygunluğu belirlenmeli,  sonrasında da kan naklini gerçekleştirmek olmalıdır. Yani önce grup faktör tayini sonra uygulama esas olmalıdır. Mesela A ve B antijenleri bir insanda olmayabileceği gibi sadece bunlardan biri ya da her ikisi pekâlâ bulunabiliyor. Bu yüzden alıcı ile verici arasında uyumluluk aranması şarttır. Şayet alıcı verici arasında kan uyuşmazlığına rağmen kan nakli yapıldıysa alıcı ve verici alyuvarları birbirlerine bağlanıp yapışık kümeler oluşturacağından bu durum aglütinasyona (çökmeye) yol açacaktır. Yani verici ve alıcı kan uyuşmazlığına bağlı olarak adeta aralarında soğuk rüzgârlar esmesiyle birlikte ortada anti-A veya anti-B taşıyan aglütinin çatışması cereyan edip akabinde aglütinasyon (parçalanma-pıhtılaşma-çökelme) hadisesi vuku bulacaktır. Kelimenin tam anlamıyla bu çökme hadisesinde; önce aglütininler eritrositlere bağlanır, sonrasında malum tek bir aglütinin iki veya daha fazla eritrositi birbirine bağlayıp sırasıyla kılcal damarlarda tıkanmalar, kalp koroner damarlarının tıkanması ve ardından kalp krizine kadar varacak bir dizi vakalar yaşanacaktır. Anlaşılan her şey birkaç dakika içerisinde fagositik eritrosit ve epitel sistemin aglutine olmuş hücrelerinin hemoglobini plazmaya vermesiyle başlayıp, sonrasında damar tıkanıklığı gibi bir takım istenmeyen vakaların ortaya çıkmasıyla birlikte ortaya üzücü bir durum yaşanacaktır. Ortaya çıkan bu problemli vaka Tıpta organik oto terapi (kemik tedavi) yoluyla giderilmeye çalışılsa bile Normokromik normositer (özel bir kansızlık) sonucu ölüm vuku bulabiliyor.   

          (0) grubu adı üzerinde sermayesi olmayan tüccar misali sıfır durumda, yani eritrositi aglutinojen ihtiva etmediğinden anti-A ve anti-B serumu ile reaksiyon oluşturmayacaktır. AB grubu ise bünyesinde bulunan mevcut A ve B sermayeden (aglutinojen) dolayı aglütinasyon meydana gelecektir. Bu yüzden 0 grubu genel verici özelliği ile cömert kan olarak(bütün gruplara kan vermekle) dikkat çekmektedir, ancak kendi dışında kan alamamaktadır. AB grup faktörü ise genel alıcı kan olması hasebiyle tüm gruplardan kan alma konusunda tüm kapılar ardına kadar açık, fakat kendi dışında hiçbir grup faktörüne kan verememektedir. 

        Yukarıda bahsettiğimiz üzere ABO sisteminden başka Rh faktörü, Mm, Nn, Pp, Ss faktörler de vardır. Mesela Mm, Nn, Pp, Ss faktörler özellikle Adli Tıp çalışmalarında çok önem arz etmektedir. Biz sadece şimdilik sadece Rh faktöründen bahsedeceğiz.

         İnsanların % 85’inin kanında Rh faktörü mevcut olup, geriye kalan %15’inde bu faktör olmadığından bu gruptaki insanlar rh negatif (-) kısmı temsil etmektedirler.  Şayet Rh pozitif (+)  bir kan, rh (-) kişiye enjekte edilirse yavaş yavaş anti-Rh aglütininleri oluşup takriben 2 ila 4 ay sonra maksimum konsantrasyona ulaşılabiliyor. Fakat bu cevap çok kimsede olumlu değildir. Mesela rh negatif (-) bir anne ile Rh pozitif(+) bir babanın evlendiğinde doğacak çocuğun bir halini düşünün, illa ki bu evlilikten doğacak olan bebek, babasından Rh pozitif (+) alacağından anne ile çocuk arasında Rh faktörü yönünden ister istemez uyuşmazlık doğacaktır. Böylece fetüsten anne kanına geçen antijene karşı reaksiyon (antikor) oluşacaktır. Neyse ki ilk çocukta yeteri kadar antikor titresi oluşmayacağı için bu noktada birinci aşamada pek risk teşkil etmeyecektir. Fakat ikinci ve üçüncü doğumlarda antikor titrelerinin yükselmesine paralel çocukta kuvvetle muhtemel eritroblastosis fetalis hastalığının ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bu demek oluyor ki; rh negatif (-) bir annenin aglütininleri fetüsün eritrositlerinde aglütinasyona neden olmakla kalmayıp, birkaç doğum sonrası aglütinasyon seviyesine göre şayet gerekli önlemler alınmazsa bu durum çocuğun ölümüne yol açabiliyor. Dolayısıyla olası ölüm riski taşıyan bu hastalığa Tıp dilinde eritroblastosis fetalis denmektedir. Yani ilk evvela Rh pozitif (+) kana sahip bir babanın birinci çocuğu vasıtasıyla annenin rh negatif (-) kanı duyarlaştırılır,  daha sonra ikinci hamilelikte duyarlılık daha da hız kazanarak ikinci çocuğun kanında aglütinasyona neden olabilecek aşama gerçekleşir. Derken yaşanan bu aşamalar eritroblastosis fetalis (aşırı kansızlık veya sarılıkla kendini gösteren bir hastalık) hastalığının ortaya çıkmasına neden olabilecektir. Hatta herhangi bir Tıbbi önlem alınmazsa 1-2 aya kalmaz çocuğu ölüme sürükleyecektir. Bu arada şunu unutmamak gerekir; bu tip kan gruplarına sahip her evli çifte ait çocuklarının bu hastalığa %100 yakalanacak diye kesinleşmiş bir kural yoktur, zaten ihtimal dâhilinde diyoruz. Kaldı ki günümüz Tıp dünyasının gelişmesiyle birlikte bu hastalığın pençesine yakalanan çocuğun kanı derhal antikorsuz bir kanla değiştirilerek bu mesele bir çırpıda çözülebiliyor. 

     Şimdi gelelim can alıcı soruya.  Deniliyor ki; Hz. Âdem ve Hz. Havva Anamız bu dört grubu bir arada nasıl toplayabiliyor. İlk bakışta bu soru doğru kabul edilse de genetikte baskın ve çekinik genlerin varlığı bir an olsun unutulmuş gözüküyor. Çünkü (0)  grubu geni, hem A hem de B gurubu genlerin yanında çekinik halde bulunabileceği gibi iki çekinik (0) genin bir arada bulunmasıyla baskın halde (0) grubu olarak da karşımıza çıkabiliyor. Yani yarı anne ve yarı babadan gelen grup faktörü genler 2n2 formülü gereği bu dünyadan göç etmiş ya da yeni doğan ve gelecek kuşaklar sayısınca taksim edilip pay edilmiş olmakta. Hakeza Rh faktörü de öyledir. Bir başka ifadeyle Rh faktörü baskın genle kontrol edildiğinde pozitif, çekinik genle kontrol edildiğinde negatif diye tanımlanacaktır. Kaldı ki insanlar farklı deri renklerinden dolayı ırklara nasıl ayrılıyorlarsa aynen öyle de kan yapıları itibariyle de farklı kan grubu faktörlerine ayrılması son derece gayet tabiidir. Bugün dünyada en çok (0) grubu mevcut olup, bunu sırasıyla A ve B grupları takip etmektedir. Mesela Kızılderililer ve Eskimolarda saf (0) grubu kan daha çok bulunurken Türkiye’de ise en çok A grubu kanın daha çok görüldüğü belirlenmiştir. Belli ki ilk insanın kanı O, A ve B kan gruplarıyla birlikte orijinal halde bulunup daha sonra insanoğlunun çoğalmasıyla birlikte çeşitlenerek her birinden belirli oranlarda dağılım gösteren kan grubu faktörüne sahip popülâsyonların ortaya çıktığı anlaşılıyor. Dolayısıyla insanlık,   aslında bir manada Hz. Âdem ve Hz. Havva anamızın taşıdığı kan grubu kodlarının özeti şeklinde yeryüzüne dağılmış durumdadırlar. Mesela insanlığın yaşadığı avcılık döneminde, yani yabani hayvanlarla beslenen insanlar (0) kan grubuna sahiptiler, bu yüzden çok küçük alanlarda yaşayan insanlara nispeten bu grup faktörü avcı kan grubu olarak nitelendirilmiştir. Fakat sonradan nüfus artışına paralel göçler artmış bunun sonucunda yerleşik hayatın simgesi olan doğurgan toprağın keşfi ve bitkiyle beslenmenin devreye girmesiyle birlikte A grup faktörü Asya veya Orta doğuda ivme kazanmıştır. Dolayısıyla bu gruptakilerin ataları ilk vejetaryen ataları olarak isimlendirilip, bugün bu faktör daha çok çiftçi kanı olarak bilinmektedir. Bilhassa B gurubu Himalaya bölgesinden start alıp sonradan özellikle Pakistan ve Hindistan’da görülmesi hasebiyle buna da göçebe kanı denmiştir. AB grup faktörü ise malum, hem A, hem de B gruplarını bağrında taşıması hasebiyle en nadir görülen grup faktörü olarak gün yüzüne çıkmıştır. Dahası Mendel çaprazlamalarına bakıldığında bu konuda ne demek istediğimiz ziyadesiyle meramımızı anlatmaya yetecektir diyebilirim.   Hatta bu konuda benim Erzurum Atatürk Üniversitesinden Botanik Hocam Prof. Dr. Adem Tatlı'nın bize derslerde öğrettiği aşağıda detayını sunduğum tespitine bakmanız meseleyi açıklığa kavuşturmaya yeter artar da. Şöyle ki:

      “AA, AO, BB, BO, AB ve OO. O geni, A ve B genlerine göre çekinik (resesif) bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla AA genleri A kan grubunu verdiği gibi, AO genleri de A kan grubunu verecektir. Aynı şekilde BB ve BO genleri, B ve AB genleri AB ve OO genleri de O kan grubunu hâsıl edecektir. Bir başka ifade ile kan grubu A olan bir kimsede bu kan grubunu tayin eden genler, ya AA veya AO şeklindedir.

        Hz. Âdem'de AO ve Hz. Havva'da, BO genleri olması halinde, aşağıdaki durum ortaya çıkar: Şemada görüldüğü gibi, Hz. Âdem'de A, Hz. Havva'da da B kan grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde, günümüzde 4 kan grubu da meydana gelebilecektir. Hz. Âdem (A.S.) ve Hz. Havva'nın kanlarında A, B ve O genlerinin bulunması dahi, günümüzdeki kan gruplarının ortaya çıkması için yeterlidir.” (Bkz.Prof. Dr. Âdem Tatlı, Gerçeğe Doğru Serisi, Cilt 2, Sayı:17, İstanbul, 2000, ss. 22–24.)

       Yukarıdaki izahatta görüldüğü üzere Hz. Âdem’de A grubu, Hz. Havva’da B grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde günümüze kadar kuşaktan kuşağa aksamadan dört ana başlıkta toplanan kan grubu gen kombinezonu yoluna devam edip böylece kan demek can demek olduğunun idrak etmiş olacağız,

        Vesselam.