Selim Gürbüzer


KAN DOLAŞIMI MUCİZESİ

Malum cenin anne karnında bir iki aylık dönemine girdiğinde dolaşım sistemiyle ilgili ilk emareler daha 19 günlükken oluşmaya başlayıp, hatta cenin teşekkülü yaklaşık yarım santimken bile kendi öz kan dolaşımına kavuşmuş olur.


         Malum cenin anne karnında bir iki aylık dönemine girdiğinde dolaşım sistemiyle ilgili ilk emareler daha 19 günlükken oluşmaya başlayıp, hatta cenin teşekkülü yaklaşık yarım santimken bile kendi öz kan dolaşımına kavuşmuş olur.  Belli ki dolaşım sistemi cenin için son derece hayati öneme haiz bir yapı olsa gerek ki damar ve kalpten önce oluşmuş gözüküyor. Baksanıza kirli kanın atılma işlemleri de bir iki aylık aşamalarda start almaya başlamış gözüküp bu süreç içerisinde anne ile bebek arasında donatılmış damar ağlar üzerinden plasentayla kontak kurulur da. Böylece bu sayede besin oksijen ve diğer maddelerin alışverişinde kirlenen kan anne karnında özel bir sistemle muameleye tabi tutularaktan temizlenip ve bu özellikli durum doğuma kadar sürer de. Derken dünyaya gelen bebek dışarda temiz havayla doğrudan yüzleşir yüzleşmez akciğerler biranda işlerlik kazanmaya başlar. Kelimenin tam anlamıyla dolaşım denen hadise anne karnında başlayıp dünya hayatıyla birlikte gelişim kaydedip bir mucizevi dolaşım şebekesi olarak anlam kazanmış olur. 

        Düşünsenize vücut hattımızda on bin kilometre uzunluğu bulan bir dolaşım şebekesiyle donatılmış bir halde dünyaya gelmişiz,  belli ki bu söz konusu dolaşım sisteminin var oluş nedeni daha çok vücut şehrine kan nakli ve taşımacılık işlemlerini koordineli bir şekilde dağıtımını yürütmek için kurulu bir şebeke ağıdır bu. Öyle ki bu şebekenin pompalanmasından tutunda dağıtımına kadar bir dizi süreçlerden süzüle süzüle nerdeyse vücudunun her zerre karesinde ulaşamadığı tek bir nokta yoktur diyebiliriz. Malumunuz vücuttaki kan dolaşım sisteminin karargâh merkezi kalptir. Kalp göğüs boşluğunun sol tarafında yer alıp tıpkı kendini otomatiğe bağlamış bir şebeke sistemi gibi çalışmakta. Ve bu otomatik sistem sayesinde kalp dakikada 70 defa atmasıyla birlikte mucizevi bir şekilde kan pompalanması gerçekleşmiş olur. 

         Hazır kalpten söz etmişken hakkında morfolojik olarak sert bir kasla birbirinden ayrılan iki bölümden meydana gelen etten yapılmış emme basma tulumba diyebileceğimiz toplam dört gözenekli odacıklardan donatılmış merkezi santral şebekesidir dersek yeridir. İşte bu morfolojik tanımdan da anlaşıldığı üzere kalp kası diğer kas hücreleri gibi yan yana dizilerek meydana gelen bir doku parçası değildir, tam aksine tek başına da manevra yapabilen sert doku yapısından ibaret bir organımızdır. Dahası kanın pompalanması kalp kasının otomatik olarak kasılmasıyla birlikte damarlardan bütün vücuda yayılabiliyor. Ayrıca kalbin her iki yakasında altlı üstlü,  sağlı sollu iki odacık daha vardır. Malum kanın toplandığı kısım yani üsteki odacığa atrium (kulakçık) denirken,  kanın pompalanmasını sağlayan kısım yani alttaki odacığa da ventrikül (karıncık) denmektedir. Yetmedi bu odacıklar arasında yukarıdan aşağıya doğru açılıp kapanan mükemmel yapıda donatılmış kapakçıklar da vardır.  İyi ki de bu kapakçıklar var da, bu sayede temiz ve kirli kan birbirine karışmayıp kalbin sağ cenahı daha çok vücuttan gelen oksijen bakımdan fakir kirli kanın dolaşımı için, sol cenahı da daha çok akciğerlerden gelen oksijence zengin temiz kanın dolaşımı için donatılmış durumda. Belli ki insanoğlu bu söz konusu kalp kapakçıklarından ilham olmuş olsa gerek ki bu arada baraj inşasında kapaklar yapmayı da ihmal etmemiş gözüküyor. İyi ki de ihmal edilmemiş,   baksanıza muhtemel sel baskınların ardından su taşkınların yol açacağı durumlarda bu kapaklar can simidi görevi yapmaktadır adeta. Hem nasıl ki barajlarda biriken su arıtma tesislerinden donatılmış su boruları eşliğinde evimizin musluklarından temiz içecek hale gelebiliyorsa aynen vücutta ki şebeke sisteminde yer alan kanın tüm dokularda dolaşımını tamamlayıp kıvrım kıvrım akan bir su misali sağ kulakçıktan kalbe döndüğünde yeniden akciğere pompalanmak suretiyle temiz berrak akar hale gelmekte. Buradan devri daimini sürdürme aşamasında sağ kulakçıkla sağ karıncık arasındaki kapakçık kapalı kalıp kulakçık tamamen kanla dolar hale gelir işte o zaman kapak açılıp buradan sağ karıncığa geçmiş olunur. Derken kanın doğal akışı içerisinde sağ kulakçıktan sağ karıncığa pompalanan kirli kan sağ karıncıktan çıkış yapan akciğer atardamarına (pulmoner arter damara) pompalanıp iletilmesi neticesinde kalpten çıkış yapan kirlenmiş kanın akış seyri akciğere gelerek buradan ilerleyerekten kılcallara (kılcal borulara)  kaymış olur.  Ve bu esnada karbondioksit kandan arındırılırken oksijende akciğer alveollerinden kana nakledilmiş olur. Yani bu demektir ki akciğer alveollerinde konaklayan kan tıpkı barajlarda su arıtma tesislerinin gördüğü muameleye benzer işleme tabii tutularaktan kandaki karbondioksiti dışarı atılıp yerine oksijen alınmak suretiyle arınma işlemi gerçekleştirilmiş olur. Derken akciğerde temizlenmiş olan kan akciğer toplardamarı (pulmoner ven) vasıtasıyla önce kalbin sol kulakçığına, sonra kalbin sol karıncığına geçip nihayetinde en büyük damar (aort damar)  kapağının ayaklarında ki papiller kasın incecik perdelerinin (teller) titreşimi marifetiyle vücuda dağılmış olur. İşte bu noktada kalp atışı denilen olay, sağlı sollu kulakçık ve karıncıkların ardı sıra dolup boşalmaları esnasında kasılmalar ve itilmeler neticesinde vuku bulmakta. Allah korusun kan akışı sırasında emme basma-tulumba kuvvetler topluluğu arasındaki vuku bulan kasılmalar ve itilmeler ritminde ki ahenk bozulmuş olsa kan akışı sekteye uğrayıp kalp krizine yol açması an meselesidir diyebiliriz.  Malum yetişkin bir insanın kalbi,  kan dolaşımdaki kanın normal akışı içerisinde mükemmel uyumluluğu sayesinde ancak dakikada 70 ila 80 defa atıp ritim kazanıp ve bu otomatik olarak koordinasyon merkezlerinin birinci ritmi aortun tabanında, ikincisi kulakçık duvarında, üçüncüsü de karıncık uzantıların ağ demetinde yer alaraktan yankı bulup devam eder. Seyrinde devam eden bu ritim sistol ve diyastol evrelerini kapsayan bir kalp döngüsü içerisinde her kalp atımında tekrarlanıp durur da. Üstelik bu kalp atımı sinir sisteminden bağımsız olarak kendine özgü uyarı iletim sistemi ya da aklımıza gelebilecek bir diğer fiziki ve ruhi faaliyetler eşliğinde kendi kalp kasının sahip olduğu özel uyarı merkezlerinden yankılanan elektromanyetik dalgalar eşliğinde bu iş cereyan ettiği düşünülmektedir. Bilim adamları düşüne durusunlar sonuçta günlük hayatta kurulan tesislerde olduğu gibi kalbi baraj ya da kalbi hidroelektrik santralı sayesinde vücuttaki kan dolaşımı kalp kasının ritim kazanması denen hadisede sistol (kasılma) ve diastol (gevşeme) evrelerini içeren bir kap döngüsü ile her kalp atımında ritmik olarak tekrarlanması bu şekilde gerçekleşmiş olur.

         Öyle anlaşılıyor ki, kan damarlarını vücut şehrin su kanalları olarak işlev görmekte.  Ama şunu da unutmamak gerekir ki; bu damarlar ne bir plastik boruyla, ne de elektrik kablosuyla karıştırmamak gerekir, insanlığın kendi elleriyle ürettiği borularla asla kıyas götürmez bir şekilde yaratılış mayamızda var olan tamamen kendine özgü mükemmel donatılmış borulardır. Dolayısıyla herhangi bir kan damarından enine kesit alıp incelediğimizde, damar sisteminin de kalp gibi iç içe dokulardan örülü üç tabakadan meydana geldiği görülecektir. Nitekim en içte bir sıcacık epitel tabakası, onun üstünde damarın asıl kalınlığını meydana getiren kas tabakası yer alır ki,  işte bu iki tabakanın kasılıp gevşemesiyle birlikte kanın akış şiddeti ayarlanmış olur. Fakat kan damarlarında mevcut esnekliğin kaybolması halinde damar sertliği meydana gelir ki, bu durum ister istemez birtakım kalp hastalıklarına yol açacaktır. Ayrıca damar sisteminin tedrici olarak aktivitesini yitirmesi ihtiyarlığın bariz alametleri olarak görülebiliyor.

         Aslında dolaşım sistemi sadece bugün değil, geçmişte birçok bilim adamlarının ilgisini çeken bir husustur. Bakınız Aristo; kanın karaciğerde teşekkül ettiğini, oradan kalbe gidip damarlar yoluyla vücuda yayıldığı şeklinde görüş bildirirken, Erasistratus da toplardamarlarla atar damarların farkını ortaya koyan bir isim olarak;  “Ana damarlar bir çeşit hava veya ruh taşımaktadır” şeklinde görüş bildirmiştir. Galen de tam aksine; “Arterler hava değil kan taşımaktadır, dolayısıyla kan merkezi karaciğerdir” şeklinde başka boyuttan bakarak bir görüş bildirmiştir. Hakeza William Harvey ise bugünün bilgilerine yakın bir yaklaşımla kan dolaşımının kalp çırpınışları eşliğinde kalbin sol tarafından arterler vasıtasıyla vücudun en uç bölgelerine yayıldığını, böylece toplardamarlar yoluyla sağ tarafa dönüş yaptığından söz etmiştir. Hatta Harvey görüş bildirmekle kalmayıp kalbin bir saat içerisinde dört bin defa çarptığını, vücuttaki topyekûn kan miktarından daha fazlasını pompaladığını göstermeye çalışmış çalışmasına ama o yıllarda mikroskoptan yoksun olması hasebiyle maalesef kendisi de ömrü yetmediği için kanın atar damar ve toplardamar ağının geçtiği kılcal damarları görememiştir. Olsun yine de böyle kanalların olabileceğini düşünmesi ileriki yıllarda pek çok bilim adamına ufuk penceresi açmasına yetmiştir. Nitekim Marcello Malpighi bu düğümü William Harvey’in ölümünden birkaç yıl sonra kurbağalarla yaptığı deneyler sonucunda kılcal damarlar ağının varlığını ispatlayarak bu meseleyi bir çırpıda halledivermiştir. 

          İşte gelinen noktada bu tür çalışmalar sayesinde kalbin sol karıncığından çıkan temiz kanın bütün vücudu dolaştıktan sonra kirlenmiş halde kalbin sağ kulakçığa dönme süreci büyük kan dolaşımı olarak addedilirken, kalbin sağ karıncığından çıkan kirli kanın akciğerde temizlenip kalbin sol kulakçığına gelmesiyle tamamlanan süreç ise küçük kan dolaşımı olarak addedilir. Öyle ki kalbin sol karıncığından büyük atardamara (aort) geçmesinin akabinde atardamarlar tarafından pompalanan kan,  vücudun kılcal damarlara kadar yayılıp, oralarda gerekli oksijen ve gıda alışveriş işlemlerinin tamamlanmasıyla birlikte kirlenmiş halde toplardamara geçmekle dolaşımını sürdürmekte. Akabinde toplardamarlar boyunca ilerleyen kan önce kalbin sağ kulakçığına sonra sağ kulakçıktan sağ karıncığa geçiş yaparaktan tekrar kalbe dönmüş olunur. Bu arada kalpte boş durmayıp kirlenmiş kanı temizlenmesi için ilgili atardamar kanalıyla akciğere pompalayarak devridaimini sürdürmüş olur. Derken akciğere pompalanan kan oksijenle pırıl pırıl temizlenmiş halde önce kalbin sol kulakçığına sonra sol karıncığa aktarılıp böylece kan sıvısı vücudumuzun en ücralarında her salise ölene dek dolaşımda varlığını sürdürmüş olur.  Anlaşılan; ne kalpsiz kan ne de kansız kalp birbirinden ayrı bağımsız bir sistem olarak düşünülemez,  tam aksine et tırnaktan ayrılmaz misali birlikte kan deveranını yürütmüş olurlar.  Madem kalp ve kan el ele gönül gönülle verip ortaya mükemmel bir dolaşım sistemi koymuş durumdalar, o halde bakalım ortaya koydukları belli başlı görevleri neymiş bir görelim. Gerçekten de bu belli başlı görevlerine şöyle bir göz gezdirdiğimizde:

-Kılcal damarlar vasıtasıyla tüm doku hücrelerine gerekli olan besin maddeleri, madenleri ve hormonları ulaştırmak,

      -Besinlerin yavaş yanma denilen bir olayla yakılması sonucunda enerjiye dönüştürülmesini sağlayacak olan oksijeni hücrelere ulaştırmak.

       -Hücrelerde biriken CO2 (karbondioksit) ve artıkları hem böbreklere hem de akciğerlere nakletmek.

-Vücuda hariçten girip hastalığa yol açan mikroplara karşı savunma hattı oluşturmak,

       -Vücudun iç kısımlarındaki fazla sıcaklığı yüzeye taşıyarak normal vücut sıcaklığı korumasını sağlamak gibi bir dizi faaliyetlerde bulunduklarını görürüz. 

  Kan damarlarında mevcut esnekliğin kaybolması halinde damar sertliği meydana gelir ki bu durum daha çok yaşlılarda görülür. Hatta bu tip arızi durumlar damar duvarlarında yağ ve aşırı derecede kalsiyum birikmesi neticesinde ortaya çıkar.

  Belli ki kalbin kanı pompalaması boşuna bir iş değilmiş,  işte sizde görüyorsunuz ya, kalbin aort damarından pompalan kan bel kemiği boyunca vücutta kılcal damarlar aracılığıyla bütün dokulara ulaşılması sonucunda kandaki oksijenin doku ve organlardaki hücrelere kadar taşınmasının yanı sıra besin alışverişi de gerçekleşmiş olur. Tabii ki bu gaz alışverişi öylesine sıradan al gülüm ver gülüm cinsinden bir ahbap çavuş ilişkisi değildir, bilakis atar ve toplardamarlar arasında yer alan her bir kılcal damar çeperinden süzülmek suretiyle kandaki besin ve oksijen ihtiyaç miktarınca dokulara adil bir şekilde pay edilerek gerçekleştirilen bir alışveriş sistemi ilişkisidir bu. Üstüne üstük kılcal damarlar marifetiyle kan ve doku arasında gerçekleşen madde alışverişi esnasında doku hücrelerinde biriken artık maddeler ve karbondioksit çöpe atılıp israf edilmez de.  Tam aksine kılcal damarlarla dokular arasında filtrasyon ve difüzyon gibi madde taşınması mekanizmaları şeklinde ağlar oluşturulup tıpkı tıbbi atık olarak akciğerde solunum yoluyla temizlenmesi için tekrardan kalbe dönüşleri sağlanır. Böylece sıfır atık sisteminden maksat hâsıl olmuş olur da. Tabii bizde bu arada tıbbi atık sıfır atık derken atardamarların besin ve oksijen taşımasına karşılık toplardamarların da artık madde ve karbondioksit taşınma işlemlerini günümüz taşımacılık sektörüne taş çıkartacak derecede nakliyecilik işlemlerini de başarılı bir şekilde yürüttüklerini de idrak etmiş oluruz. Kelimenin tam anlamıyla böylesi mükemmel donatılmış taşımacılık sisteminde atardamarlar oksijen bakımdan zengin temiz kanın nakliyesini gerçekleştirirken toplardamarlarda karbondioksit bakımdan kirlenmiş kanın nakliyesini gerçekleştirmiş olur.  .

  Malumunuz yukarıda da belirttiğimiz üzere kalple akciğerler arasında cereyan eden apayrı bir dolaşım sistemi daha vardır ki,  hepinizin bildiği gibi bu dolaşım sistemi küçük kan dolaşımı olarak adından söz ettirir hep.  İyi ki de küçük kan dolaşımı sistemi var da bu sayede kanı toplardamar yoluyla kalbe gelen kirli kan akciğerlerde temizlenip tekrar kalbe dönmüş olmakta. Bakmayın siz öyle onun adının başına konan küçük ibaresine, adı küçük ama gel gör ki kan dolaşımını 18 saniyelik kısa bir zaman dilimi bir sürede bu işi gerçekleştiriliyor olması boyundan çok büyük işler çıkarması hasebiyle aslında cürmünün üstünde büyüklüğünü göstermeye yetmiştir.   Hakeza kanın kalpten beyine ve beyinden tekrar kalbe dönüşünün 8 saniyede gerçekleşiyor olması ve yine kanın vücudun tamamında 23 saniyelik kısa bir sürede deveranının tamamlıyor olması da hacimce küçük görünse de muhtevası büyük türden kayda değer mucizevi işlerdir. 

  Birde meseleye mucizevi hadiseler yönüyle değil de sistem arızaları yönüyle baktığımızda mesela aortun (atardamarın) çıkış yerinde koroner adı verilen küçük bir atardamar daha vardır ki, bu damar herhangi bir sebeple tıkanması halinde göğüs anjinine (ağırsına)  neden olurken, sıkışması halinde ise kalp spazmı ya da kan pıhtılaşmasına neden olacaktır. Hatta sık sık tekrarlanan kalp enfarktüsü de ölüme yol açabiliyor. Bilindiği üzere kan damarlarda dolaşırken damar çeperlerine muayyen aralıklarla uygulanan basınç hadisesi Tıp dilinde tansiyon olarak karşılık bulur. Normalinde bir insanda kan basıncı 12 ila 14 mm cıva basıncı arasında olması gerekir ki tansiyon dengesi sağlanabilsin. Nitekim Yüce Allah yaratılış kodlarımıza tansiyon dengemizi bu sınırlar içerisinde kodlamıştır. Kelimenin tam anlamıyla yaratılış kodlarımızdaki tansiyonumuz,  Yaratıcı güç tarafından ayarlanmış göstergelerdir. Dolayısıyla dünyaya gelip gelişme çağlarında kan basıncının normalin üzerine çıkması durumunda damarların büzüşmesine neden olan birtakım olaylara kapı aralanması kaçınılmaz bir hal alacaktır. Yani damarların iç çeperinin sertleşmesiyle birlikte hipertansiyon (yüksek tansiyon) oluşacaktır. Daha doğrusu genel anlamda tansiyonu tanımlayacak olursak kalpten dokuya basınç yapıldığında büyük tansiyon olarak tanılanırken dokudan kalbe basınç yapıldığında da küçük tansiyon olarak tanımlanır. Elbette ki birinci tanımdan da anlaşılan o ki, kalbin en çok yorulmasına neden olan yüksek tansiyon, kanın doku vasıtasıyla yaptığı basınç türüdür. İkinci tanımdan da anlaşılan o ki şayet böbrekler kanı iyi filtre edemiyorsa, damarlar büzüşmüşse küçük tansiyonun yükselmesi kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla büyük tansiyonun yüksek olması fazla kafaya takılacak durum olmasa da, asıl düşündüren küçük tansiyonun 100 mmHg sınırını geçmesi olayı olup, bu vücut için kırmızı alarm demek olacaktır. Ve bu kırmızı alarmdan en çok etkilenecek olan da böbrek ve damarlarımız olacaktır. Her ne sebeple olursa olsun sonuçta yüksek tansiyon böbrek ve damarları yiyip bitiren bir hastalıktır. Tansiyonun normalin altına düşmesi halinde ise damarların genişlemesine paralel hipotansiyon (düşük tansiyon) nüksedecektir. Hipotansiyon ister istemez kalbin hızlı atmasıyla birlikte kalp kasının gücünü kaybetmesine neden olup çarpıntıya yol açacaktır. Dolayısıyla yetişkinlerde 120 mmHg basınca denk düşen tansiyon normal olarak kabul görür. Şayet bir insanın tansiyonu normalin dışında seyrederse yemek yerken bile stres oluşturup mide damarlarının büzüşmesine yol açacaktır.  Böylece o insanın strese bağlı olarak karışışına ülser olarak çıkacaktır. Öyle anlaşılıyor ki dolaşım sisteminin kısa bir süreliğine de olsa çalışmaması demek hayatımızı bir anda karartan bir takım tabloya dönüşebiliyor.  Madem öyle,   hayatımızı fazla stresle karatmadan en iyisi mi birazda işin moral ve motivasyon yönünden kalbimizin sesini duyup dinlemeye çalışalım ki kararan hayatımız gül bahçesine dönüşebilsin. O halde işe atomdan gezegene gezegenlerden insanlara indirgeyerek meseleye manevi boyut takabiliriz pekâlâ. Şöyle ki,   atomun merkezi çekirdek, gezegenlerin merkezide güneştir. Zira gezegenler güneş etrafında dönerler. İnsan vücudunun merkezi ise kalptir. Kalpte Allah adı zikirle mana kazanırsa asıl o zaman vücut şehrimiz bir anlam kazanacaktır. Nitekim güneşin etrafında dönen gezegenler misali semazenlerin de belli bir ahenk içerisinde dönüşleri de ötelere akıp giden yolculuk bakımdan anlam kazanmakta. Böylece atomun çekirdeği etrafında deveran olan elektronlar hem Mevlana’yı hatırlatıyor hem de dervişlerin Mevla’ya giden yolda semah halkasını ispatlıyor.  Sadece semah mı,  elbette ki Hünkâr Hacı Bektaşi Velinin cem halkası da öyle olup anlam yüklü bir deveran hadisesidir.

         Kalp sayesinde göz, kulak gibi organlarımız dünyada olan biteni görür,  işitir ve hisseder. Dikkat ederseniz bilhassa hisseder dedik, çünkü bazen öyle durumlar olur ki hislerimiz galebe çaldığında gözyaşımıza sahip olamayız, bunun bir sebebi olmalı elbet. Belli ki dökülen gözyaşımız kalp önderliğinde vuku bulun hissi bir duygu salınımı olarak tezahür olurken,  akıl melekemizde reseptörlerden (bağlayıcılardan) aldığı bu hissi uyarıları beyin merkezinde yorumlayıp değerlendirmekle ilgili organların nezdinde varlığını göstermekte. Yani birincisinde hissetmek vardır ikincisinde akl etmek vardır. Ki, gönlümüzün dile gelmesi kalp sayesinde gerçekleşmekte zaten.  Hele Kur’an ayetlerini derinlemesine anlamaya ceht ettiğimizde Yüce Allah'ın (c.c)  insan kalbini muhatap kabul ettiği görülecektir. Nitekim vahyi ancak kalp hissedip idrak etmekte. Böylece hem kalben hem de dille ‘Amenna ve saddakna' der ve Mevla’ya abd oluruz da. Bakın Dr. Haluk Nurbaki,  Yüce Allah’ın Kuran’da “Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş,  gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır”(Bakara, 17)  diye beyan buyurduğu ayet-i celileyi: Allah-ü Teâlâ; sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim anlamına gelebilecek şekilde yorumlayarak mealen dile getirmiştir. Gerçekten de Rabbü’l Âleminin (c.c)  “Ben yere göğe sığmam Mümin kulumun kalbine sığarım” diye beyan buyurduğu hadis-i kutsinin de bu manaya gelebileceğini pekâlâ düşünebiliriz.

              Vesselam.