Selim Gürbüzer

Tarih: 14.02.2025 17:08

KAPİTALİZMİN ÇÖKÜŞÜ

Facebook Twitter Linked-in

Kapitalizm, komünizmin çökmesiyle sahasında tek kutupluluğunu ilan etmiş bir ideolojidir. Malumunuz, Karl Marx’ın ‘Kapitalizmin son aşaması komünizmi doğuracak’ sözüyle bir bakıyorsun asıl ilk çöplüğe gömülenin komünizm olduğu ve bu düşüncenin hayal mahsulü bir kehanet olduğu görüldü. Bu yüzden Francis Fukuyama; komünizmin yıkılmasından sonra kapitalizmin alternatifsiz kalışını tarihin sonu olarak dile getirir. Belli ki fakirlik edebiyatına dayalı kominizim, zenginliği şiar edinen kapitalist sistem karşısında pek varlık gösteremediği çok açık ortada gözüküyor. İkisi de kurdukları sistemin temellerini kitleleri istismar üzerine kurmuşlardı. Biri yoksul kitleleri, diğeri de zenginleri arkasına alarak insanlara hükmedeceklerinin hesabını yapmışlardı. Karl Marx kitabını proletarya için yazmıştı, Adam Smith’de milletlerin zenginliği adına sistemini bina etmişti. Aslında her iki sistemin hareket noktaları farklı gibi görünse de birleştikleri ortak payda hemen hemen aynıdır. Yani kesişme noktaları, her ikisinin de ekonomik bunalım denilen endüstriyel çağının çocukları olmalarıdır. Dahası dönemsel şartlar onları meşhur etmiştir sadece. Sistemini sefalet edebiyatı üzerine kuran Karl Marx, burjuvazi tarafından hoş karşılanmasa da icabında fakir insanların ümidi olabilecekti. Diğer yandan paranın biricik değer kabul edildiği, zenginliğinse tek değer olarak piramidin tepesine koyan Adam Smith ise kimi sermaye sahiplerini harekete geçirerek iştahını kabartabilecekti.  Derken XX. yüzyıl hem kapitalizmin hem de komünizmin çekişmesine sahne olmuştur.  

          Komünizm, sistemini dünyevi ve ekonomik verilerin üzerine oturtup maneviyatı hiçe saymıştı. Hatta sübjektif değerleri kapitalistlerin (burjuvazinin) yutturması olarak ilan etmişlerdi. Her şeyi maddeye indirgemek komünizmin içine düştüğü bir kronik hastalıktı zaten. Tabii komünizmin içinde ruh olmayınca,  bu ideoloji Rusya’da ancak yetmiş sene süren kısa bir ömür yaşayabildi. Peki ya Kapitalizm, o da komünizm gibi maneviyatı hepten boşlamayıp sistemini Protestan ahlakı üzerine donatmıştı. Ki; bu konuda Max Weber şöyle der; ‘Kapitalizm, demokrasi, bilim ve hukuk dünyasının malı değil, Protestan ahlakının bir ürünüdür.”(Bkz. Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu)

          Gerçektende kapitalizm Protestan ahlakı ile yunmuş yıkanmış bir görünüm vermekte. Klasik kapitalist sistemi kuran Adam Smith, ekonomi derslerinin yanı sıra ahlak derslerini de vermesi bunun tipik bir göstergesidir. O’nun bu çıkışı klasik kapitalizmin ta kendisi bir çıkıştır. Dahası o’nun bu gösterdiği fiiliyatı klasik kapitalizmin bir ekonomik ve ahlak terkibine göre şekillendirdiğinin tezahürüdür. Günümüz dünyasında uygulanmaya çalışılan kapitalizm modeli ise malum Adam Smith’in klasik kapitalizm çizgisinden farklı kulvarda boy vermekte. Yine de günümüz kapitalizm modeli temel ilhamını Hıristiyan batı kültür normlarından alıp Adam Smith’in sistemleştirdiği klasik kapitalist ilkelerinden beslendiği aşikâr. Bilindiği üzere kapitalizmin ilk beşiği İngiltere olup daha sonra sırasıyla Almanya, Hollanda ve katolik ülkeler takip etmiştir. Oysaki bütün dünyada dalga dalga yaygınlaştırılmaya çalışılan kapitalizm toplumlara sancılı ve acılı süreçler yaşatmıştır. Örnek mi? İşte İngiliz sanayileşmesinin arka planında toplumuna ağır sefalet hayatı yaşatarak bedel ödetmesi bunun en bariz örneğini teşkil eder. O yıllarda hasta adam dedikleri Osmanlı’da sanayileşmeye yelken açmak isteseydi o da pekâlâ toplumuna bedel ödetebilirdi, ama bunu asla yapmazdı. Zira Osmanlı ta baştan sömürü sistemine dayalı vahşi kapitalizmin tam tersi bir insani düzen kurmuştu,  dolayısıyla sanayileşmenin bedelini idare ettiği toplumu iliklerine kadar sömürerek ödetmeyi kendine zül addedecekleri çok açık. Öyle ya, sanayileşmenin insanlığı insanlıktan çıkaracaksa, ya da tabiatı tabiatlıktan çıkarıp insanı Yüce Allah’la olan bağını koparacaksa kapitalist düzene geçmenin ne anlamı olurdu ki.  Baksanıza bütün dünyaya adaletiyle nizam götüren Osmanlının arkasında boşluk doldurulamadığı şundan besbellidir ki, sömürge düzeninden elde etikleri sermaye sayesinde kurdukları sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte modern kapitalist denilen düşünce akımına kapılan ülkelerin gözünü git gide maddi hırslar bürüdüğü içindir kendi toplumlarını bile gayri insani düzen içerisinde anomi toplum hale getirmişlerdir. Dahası toplumun çözülmesi dileyebileceğimiz bu söz konusu gayri insani anomi sistem bir anda batı toplumunun maneviyatını silip süpürerek yerine maneviyattan yoksun para kazanma iştiyakı, zengin olma hevesi ve kendi çıkarlarını ön plana alan egoist fertlerin çoğalmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum batı toplumu açısından çok büyük bir handikap teşkil edip ihtiras kölesi kurbanları olarak bir hayat yaşadıklarını gösterir. Öyle ki tüketim çılgınlığı batı toplumunu içten içe kemirip adeta dünyaya yemek, içmek ve cinsellik için gelindiğine inanan hiçler yığını asalak bireyler üretmiştir. İşte batı bu noktada kendi kendini bitirmekte ve ilk defa bir medeniyet kendi içinde vurgun yemiş perişan haldelerdir.  Oysa biz biliyoruz ki, her medeniyet başka bir medeniyetin gücüyle yıkılır. Fakat bu kez bildik ezberler bozuluyor gibi, batı medeniyeti kendi çelişkileri içinde boğulmakta ve içten içe yıkılmanın eşiğine gelmiş durumdalar. Sanki bu sefer yıkılacaksalar da durum vaziyet öyle gösteriyor ki kendi içinde yıkılacaklar gibi gözüküyor. 

     Yıllarca süren komünizm-kapitalizm rekabetinde kaybeden komünizm oldu. Kapitalizm bu mücadelede elde ettiği zaferin ardından bir bakıma yalnız kaldı, ama tek başlılığın ve tek kutupluluğun da garanti olmadığı anlaşılıyor. Hatta kendi içinde kırılan bir fay hatlarının kırılmasının oluşturduğu büyük bir boşlukla, gün be gün hızla yıkılışa doğru bir yol seyrettiği bilinen bir gerçekliktir. Bu durumun farkına varan batı aydını, artık bu bunalımdan çıkış yolunun yeniden gelecek kuşaklara tekrar manevi değerleri aşılamakla gerçekleşebileceğini dile getiriyorlar. Hatta hiç komplekse kapılmadan durumlarının vahametini açıktan açığa itiraf ediyorlar da.  Şu bir gerecek, Adam Smith’in sistemleştirdiği Protestan ahlakıyla yoğrulmuş ekonomik modeli artık çok gerilerde kaldı. Yeniden maneviyat dokusuyla aşılanmış ekonomiye özlem var batıda.   Avrupa sanayileşme hareketlerini tamamladıktan sonra hiçbir problemin olmayacağı zannına kapılmıştı. Bu seferki problemin niteliği başkaydı. Tüm mesele, batının kaybettiği ruhuna tekrar ulaşıp ulaşmayacağıdır. Çünkü Avrupa insanı kaybettiği ruhunu tekrardan geri almak istiyor. Nasıl istemesin ki;  tüketim çılgınlığı bugün batının madde karşısında esaretini simgeliyor. Tek kurtuluş maneviyata dönüşte görünüyor. Manevi bunalım, maddi bunalıma benzemez. İnsan uzun süre açlığa dayanabilir, ama ruhi boşluk açlığa benzemez, insanı intihara da sürükler. Nitekim batıda da madden hiç bir problem yaşamadığı halde insanların intihar etmeleri son derece düşündürücü bir durumdur.  Öyle anlaşılıyor ki teknolojik gelişmeler bir yönüyle Protestan ruhuyla beslenmiş kapitalist sistemin temellerini sarstığı gibi insanları da canından bezdirmiş durumda. 

        Modern kapitalizm helal kazanç, doğruluk, dayanışma duygulardan yoksun durumda. Bu yüzden İslam’ın ‘Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz’ hükmü vahşi kapitalizme çok yabancıdır. Hakeza Peygamberimiz (s.a.v)’in “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisi şerifi de batıya çok yabancı bir toplum modeli anlayışıdır. Yardımlaşma, meşru hayat, tasarruf, üretim gibi maddi ve manevi terkipler İslam’a has kural ve kaidelerdir. Gel gör ki;  Müslüman Türk toplumu vahşi kapitalizme doğru tam gaz itilmek istenmekte. Biz ise habire kapitalist sistemin tüm açmaz çelişkilerini kendi toprağımıza ithal eder haldeyiz.  Bakınız Uzak Doğu ülkeleri kadar bile olamamışız. Adamlar ekonomide liberalizmi örnek almışlar almasına ama manevi değerlerinden asla taviz vermemişler. Adına Pasifik kuşağı denilen Güney Kore, Taiwan, Honkong, Singapur gibi ülkelere bir bakıyorsun onlar için Budizm ve Konfüçyüs sistemi temel üst değerler olarak kabullendiklerini görüyoruz. Aynı zamanda hayat felsefelerini kabullendikleri değerler üzerine konumlandırıp icra etmekteler. Nitekim Japonya sanayide liberalizmi şiar edindiği halde, sosyal kurumlarında tamamen Japon kültürü hâkimdir. Hatta Budizm ve Konfüçyüs’ün ahlak sistemini baş tacı edinerek batıdan aldıkları ekonomik sistemin içini doldurmuşlar da. Hâsılı, Pasifik ülkeler ekonominin kalbi olarak Budizm’i ve Konfüçyüs sistemini kullanaraktan değerlerinden zerre kadar sapmamışlardır. Böylece asıl itici gücün inandıkları değerler olduğunu idrak etmişlerdir. 

      Biz ise bilhassa Tanzimat’la birlikte batılılaşma sevdasına düştüğümüz andan beri yeniliği yüzeysel alanda aradık. Giyimi, kuşamı ve yaşayış tarzını batıya uydurmaya çalıştık hep. Tabii bu arada geldiğimiz nokta da ise durum vaziyetimiz hiçte iç açıcı değil. Tarihi ile barışık olmayan, bilge insanlarla zıtlaşan, manevi değerleri hor gören bir tablonun varlığı söz konusu. Ekonomi anlayışımız ise hak getire,  kültür değerlerimizden yoksun ruhsuz mecrada seyrediyor. Üstüne üstük kültürde batıyı taklit eder pozisyon aldığımız gibi din olgusunu da ekonomiden arındırıp vicdanlara haps etmiş olarak ilan etmiş durumdayız. Oysa din faktörü millet olarak hem vicdanımızı hem de sosyal hayatımızın tamamını kapsayan temel değerimizdir. Öyle ya, madem Max Weber; “Kapitalizm, demokrasi, bilim ve hukuk dünyasının malı değil, Protestan ahlakının bir ürünüdür” diyor, hiç kuşkusuz bizim içinde Müberra Dinimiz ekonomimize can suyu katacak tek yegâne ruhumuz olmalıdır.

      Osmanlıda vakıflar, ahi teşkilatlanması, yerel teşkilat ağları ve zekât müesseseleri gibi bir dizi sosyal organizasyonlar dinin sosyal hayat veçhesini ortaya koyuyordu. Bu tür sivil organizasyonlar ve uygulamalar dış dünyanın bile dikkatini çekerken, biz hala köklerimizin kıymetini bilemiyoruz. Oysaki ekonomik uygulamalar dinden soyutlanamaz. Zira aksi yol izlenildiğinde bedavadan kazanma, mafya ticareti, ihtiras, israf çarkı diz boyu bir şekilde her tarafı sarıp kol gezecektir. Hele ki gelinen noktada uygulanmaya çalışılan serbest piyasa ekonomi modeli şayet ahlaki değerlerden yoksun bir şekilde işletilirse toplum üzerinde derin yaralar açması kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkacaktır.

        Bakınız Batı teknolojik doyuma ulaşmasına ulaştı ama halen ruhi doyumdan yoksun perişan hal vaziyet içerisinde kapana sıkışmış durumdalardır. Hani bülbülü altın kafese koymuşlar da, sonunda bülbül yine; “ah vatanım,  ah vatanım” demiş ya, aynen öyle de Batı dünyası da geldikleri noktada maddi refahın zirvesine çıkmasına çıktılar ama maddenin kölesi olmakla birlikte kaybettikleri kendi değerlerini yakalamak uğruna habire çırpınıp durmaktalar.  Bu demek oluyor ki; ekonomik refah tek başına mutluluk veremiyor, illa ki maneviyatta lazım gelir. İşte kapitalizmin açmazı bu noktada düğümlü.  O halde hem batı hem doğu hiç fark etmez, her ikisi içinde maddi ve maneviyat dengesinin sağlanması şarttır.  Dahası dünyada uygulanan tüm beşeri sistemler maneviyattan beslenmedikçe bunalımlardan yakasını kurtaramayacağı muhakkak. Vahşi kapitalizm bu manada can çekişiyor diyebiliriz. Ne diyelim,  bize ancak Allah hidayet versin demek düşer.

           Vesselam.

       


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —