Selim Gürbüzer

Tarih: 10.01.2025 20:50

Kökü Mazide Olan Âtî Milletiz

Facebook Twitter Linked-in

          Evet, tarihte değim yerindeyse bağrında yetmiş iki milleti taşıma mahareti sergileyebilen tek devlet Osmanlıdır.  Bir başka ifadeyle Müslim ve gayrimüslim çatısı altında cem olmuş bir entegrasyondu bu. Belki de bir araya gelip böyle bir bütünleşme olmasaydı Osmanlı coğrafyası etnik ve din'i çatışmalardan geçilmeyecekti. İyi ki de Osmanlı gittiği yerlere kendi dışındaki kültürleri kurutmak için gitmemiş, ona yakışan olanı yapıp yeşertmek için gitmiş. Nitekim Balkanlardaki ikinci ana yurdu addettikleri Bulgaristan’daki Çingenelerin kendilerini Türk diye tanımlamalarının altında Osmanlının Çingeneleri öteki görmemelerinin çok büyük payı vardır. Ne zaman ki,  menfi milliyetçilik dalgası Osmanlı, Avusturya, Macaristan ve Rus imparatorluklarına ağır darbe vurmaya başlamış, işte o gün bugündür ulusçuluk akımı başa bela mesele hale gelmiştir. Hiç kuşkusuz bu yaşanan süreçte en çok ağır yara alanda Devlet-i âliyye oldu. Öyle ki,  Fernand Braudel’in “19. Yüzyıl gelene kadar bir Osmanlı gerilemesinden söz edemeyiz” dediği süreçte Osmanlı hasta yatağına düştüğünde bile yine boş durmamış şifa bulmak adına çarelerde aramıştır. Tabii çare arayım derken Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Batıcılık akımlarının odağında kendini bulmuş.  Bilhassa bunlar arasında Osmanlıcılık ve İslamcılık akımı ulus devlet anlayışına yenik düşen akımlar olarak dikkat çekmiştir. Derken Lozan sonrası yeni bir anlayış türer. Ve bu yeni anlayışın adı ulusalcılık ilkesine kayıtsız şartsız bağlı kalmak kaydıyla kendini Türk addedeni Türk kabul edilmesi ideolojisi esas alınıp kendi dışındakileri öteki gören ulusalcılık sahne alır.  Aslında bu yeni eğilim özden uzak satıh üstü kuru ulusalcılık davası gütmekten başka bir şey değildir. 

        Bakınız Japonlar batı teknolojisini alıp kendi alfabe ve kılık kıyafetini değiştirmezken biz ise A’dan Z’ye sil baştan her şeyi değiştirmek suretiyle batının fennini değil sadece satıh üstü yeniliklerini alıp ulus devlet konuma düşmüşüz. Japonlar da küresel güç olmuşlardır. Anlaşılan o ki, ulus devlet mantalitesi Japon modelinin tam tersi bir istikamette tek tip model oluşturmayı hedefleyip çoğulculuktan uzak yeni nesil inşa etmeyi öngörüyor.  Üstelik bu öngörme süreci devam etmekte de. Baksanıza her on yılda yapılan darbelerle necip milletimiz teste tabi tutulmakta, ama ne hikmetse bir türlü aşı tutmuyor. Zannediliyor ki, bu millete bir ırk ismi vermekle her mesele çözülmüş olacak.  Kaldı ki ortada Türk ismi verilmesinden gocunan da yok,  asıl gocunulacak bir husus varsa, o da millete dayatılmak istenen dikiş tutmayan dar elbisedir.  Elbette ki dikiş tutmaz,  tek tip uluslaşma politikalarından kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Bu yüzden Arif Nihat Asya son on yılda suni nesil yetiştirme çabaları neticesinde ortaya çıkan cumhuriyet nesillerini:

      -Ayetler kitabında geçen Dağ ile kurdun ağzında getirdiği Çocukla barıştırmak ister. Zira dağdan maksat Osmanlı olup çocuktan maksat ise cumhuriyettir. Dolayısıyla o çocuğu emzirip besleyecek asıl kaynağın dağ olacağını haykırmak suretiyle geçmişle barıştırıp ruh köklerimizi geleceğe taşır.

      -Estergon kalesi şiiriyle de köklerle âtî’nin birlikte uyanışa geçmesi yönünde adeta dede torun kaynaşmasının arzusunu dile getirerek ruh köklerimizi geleceğe taşır. 

      Evet, Arif Nihat Asya’ın arzuladığı Osmanlı Hisarlarının geçmişten kök salıp gelecek nesilleri de himayesine alacak ruh köklerimizin etki gücünü gelinen noktada bilhassa gerek Selçuklularca İslamlaşmış bugünkü Anadolu’muzun ve gerekse gerekse Osmanlının kendi elleriyle kurdukları ikinci Anadolu diyebileceğimiz Balkanların pek çok yerlerinde hatıra izlerini görebiliyoruz pekâlâ.  Gerçekten de Osmanlının bıraktığı o izler sayesinde bir zamanlar beraber halay çeker beraber yas tutardık,  kız verir kız alırdık, aynı sofrada beraber bağdaş kurup yemek yerdik, asla ayrılık gayrılık bilmezdik.  Bu yüzden her milletten insanla hiçbir problem yaşamadık, hep birlikte iri olup diri olup millet devlet kaynaşması yaşadık. Yetmedi bu kaynaşma sayesinde yediden yetmişe hemen herkesin duasında  ‘Allah devletimize zeval vermesin’ anlayışı yer etti de. Hem nasıl yer etmesin ki,  Osmanlı altı asır boyunca şemsiyesi altında yaşayanlara; “Benim gibi olacaksın” şablonu dayatmadığı gibi asabiyetçilikte yapmamış. İşte ortak hafıza, ortak duygu seli oluşturmak budur. 

       Şu bir gerçek zihin dünyamızda uzun süre hafızalardan silinmeyecek ister adına Kesrette vahdet denilsin isterse çokluk içinde birlik denilsin hiç fark etmez, sonuçta her daim her devirde kendini hatırlatan Osmanlı millet sistemi gerçeği vardır.  Elbette ki altı asır boyunca bağrında taşıdığı her millete ayrılık gayrılık gütmeksizin böylesi adil Osmanlı millet sistemi hatıratına can kurban dersek yeridir.  Nitekim böylesi adil Osmanlı idari sistemi hatıratımıza baktığımızda insanlığa hak ve özgürlük tanıyan ve İ’lay-ı kelimetullah için âleme nizam veren tek cihangir devletin Osmanlı olduğunu görürüz. Üstelik hatıratına baktığımız ceddimiz Osmanlının sadece kendinden sonra kurulan Türkiye’ye değil, dünyaya da ışık kaynağı olmuştur. Dahası bu hatıratta vahdet (birlik) bilinci doğrultusunda insanlığı eşrefi mahlûkat gören bir devlet-i ebed müddet anlayışı vardır.  Madem öyle, daha ne duruyoruz tez elden bize devrolunan Osmanlı hatıratını ortak hafızamızda nasıl diri tutar,  nasıl geleceğe taşır, nasıl yaşatabiliriz şimdi tamda bunun üzerinde kafa yormak zamanıdır.  İşte bu yüzden İlber Oltaylı bu muhteşem Osmanlı hatıratına gölge düşmesin diye; “Türklük, bedeli ağır ödenen bir kimlik olmuştur. Oysa Türkçe öğrenmek dahi Türk olmak için yeterli sebeptir.. Şecere araştırma hastalığı marazdır..” deme ihtiyacını hissetmiştir. Hissettiği bu ifadelerden öyle anlaşılıyor ki Türkçülük kavramının, Türk insanının bile ilgisini çekmediği besbellidir. Hiç kuşkusuz millet olarak bizim ilgimizi ancak  'Kökü mazide olan âtîyiz’ sözünün mana ve ruhunu hatırlatan bir millet tarifi çekmekte.  Zaten köklü millet olma tarifi bu dizelerde kodludur. Kelimenin tam anlamıyla Millet-i hakime anlayışıyla taban taban zıt olmayan bir tariftir bu. Madem öyle bir kez daha haykırmakta yarar var; Biz 'Kökü mazide olan ati’  bir milletiz. Bir başka ifadeyle hem kökleri derinlerde kadim milletiz, hem de devlet-i ebed müddet milletiz. Malumunuz  'kadim' ibaresi geçmişle köprü kurmanın ifadesi bir kavram olup  'ebed müddet' ibaresi ise geçmişten geleceğe sonsuza dek kanatlanmanın ifadesi bir kavramdır. Ama gel gör ki, Osmanlı bakiyesi üzerine kurulmuş tek tip ulus devlet yapılanması ne kadim bir devlet görünümü verebildi, ne de devlet-i ebed müddet bir devlet görünümü verebildi,  hatta toplumu teşkilatlandıramadığı gibi toplumla zıt düşmüşte. Hem nasıl zıt düşmesin ki,  tek tip ulus devlet mantığında toplum dokusunu hiçe sayıp homojenleştirme çabaları gırla gitmiştir.  Oysaki toplumun bünyesi tek tipleşmeyi kaldırmıyor, bu tip uygulamalara alerjisi var. Hem kaldı ki soy sop faslı bizi birleştirmiyor, tam aksine ayrıştırıyor. Bizi birleştiren müminler kardeştir hükmüdür, tarihte de günümüzde de tek geçerli hüküm budur.  Nitekim Mehmet Akif'in  ‘Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl’  demesi Arnavut oluşuna engel teşkil etmemiş,  bilakis  ‘Irkıma yok izmihlal’  diye haykırmışta. Şair “Hakkıdır Hakk’a tapan” demekle Allah’tan başka hiçbir mabuda kul olmayıp mutlak özgürlüğe vurgu yaparken, ırkıma yok izmihlal” demekle de hiçbir ırka kolay kolay nasip olmayacak nitelikte İslam'ın bayraktarlığını üstlenmek gibi bir misyonu yüklenmiş necip milletin yüceliğine vurgu yapmakta. Tabii burada zikredilen ırk kavramı somut değil, soyut anlam içeren bir ifadedir. Zira İslam'ın bayraktarlığını üstlenmek aynı zamanda İslam’a hizmetkâr olmak demektir. Dolayısıyla İslam’a hizmet eden o oranda hizmet şeref payesine de erişmiş olur.  İşte Akif, o hizmet payesini ırkıma yok izmihlal olarak algılayıp öyle mısralarına dökmüştür. Zaten İstiklal Marşı’nın anlam bütünlüğünü analiz ettiğimizde her milletten insanın Yemen’den Galiçya’ya, Kafkasya'dan Musul'a, Edirne’den Kars'a, Trabzon’dan Çanakkale’ye koştuğunu fark ederiz. Düşünsenize her cephede alt kimlik üst kimlik demeden aynı ortak heyecanı duyup: “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda. Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyadan cüda” olarak tek yürek ve tek millet olmuşuz bile. Asla soy farklılıkları bizi cepheden cepheye koşturmaktan alıkoymamıştır.  Anlaşılan kavmi çeşitlilik soy sop faslı demek değildir, bilakis Millet-i hakime ruhunun bir tezahürü çeşitliliktir. Hiç kuşkusuz Akif’te Millet-i hakime'den yana tavır koyup, asla Atsız gibi tek tip ırktan yana bir tavır sergilememiştir. Malumunuz Nihal Atsız Türkçü olmak için Türk olmayı şart koşan bir Türkçüdür. İcabında Türklük uğruna İslamiyet’ten vazgeçilebileceğini ima eden bir tutum içine girmişte. Tabii Atsızın bu çıkışı milli şef dönemine denk düştüğünü belirtmekte yarar var.  Ki,  o yıllarda ülke genelinde uygulanan tek parti dayatması vardı. O yıllarda hiç kimse gıkını çıkarıp ne ırkından,  ne de dininden söz edebiliyordu. Zaten rahat ortam olsaydı 1944 milliyetçilik olayları patlak vermezdi. Dahası Atsız ve arkadaşları Türkçü söylemlerinden dolayı tabutluklarda tevkif edilmezlerdi. Sadece Türk milliyetçileri mi, keza Risale-i Nur talebeleri de dini söylemlerinden dolayı takibe alınmazdı. Her neyse sonuçta millet olarak biz Avrupa’nın tarihi süreç içerisinde feodal yapıdan krallığa, krallıktan ulus devlete geçiş süreçlerini bu topraklarda yaşamadığımız için, ulus kavramı bu coğrafyaya hala yabancıdır. Kaldı ki bize yabancı olduğunu Ziya Gökalp’ta kabul ediyor. Nitekim  ‘Türkçülüğün Esasları’ adlı eserinde milliyet fikrini (nation)  batıdan aldığını itiraf ediyor. Buna rağmen bakın biz ne yapmışız, Ziya Gökalp’ın; “Türk Milletindenim, İslam Ümmetindenim, Garp Medeniyetindeyim” tezinin sadece Türklük ve batıcılık kısmını almışız, İslam’la alakalı olanı ise maalesef görmezden gelmişiz. 

        Günümüzde alt kimlik üst kimlik tartışmalarının hız kazanması globalleşme gerçeğinin bir sonucudur. Uluslaşma imparatorlukların dağılma sürecinde nasıl bir realiteyse, bugünde yerli ve yabancı sermayenin ülke sınırlarının ötesine taştığı bir süreçte küreselleşme olayı da bir başka realitedir. Dünyanın neresinde bir kriz çıksa, artık o söz konusu krizin tüm dünya ülkelerini yakından ilgilendireceği muhakkak.  İşte bu küresel hassasiyet ve küresel nabzın her ülkede artması bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mantığından hareket eden ulus devlet mantalitesini marjinal hale getirmeye yetmiştir. Nitekim küreselleşme karşıtı eylemlerin git gide azalması marjinalleşmenin bir işaretidir.  Zaten bir yerde dünyanın gidişatına aykırılık teşkil eden tepkisel eylemler varsa, biliniz ki orada değişim rüzgârlarına karşı ortada bir tahammülsüzlüğün varlığı söz konusudur. Aslında etnik ulusal sol ve etnik ulusal sağ akımların dünyanın gidişatına aykırı tepkisel bir tutum sergilemeleri son çırpınışlarının bir göstergesi olarak karşımıza çıkmakta.  Hele küreselleşme rüzgârları hız kazandıkça ulus devlet mantığı daha da can çekişecek gibi. Bakınız süper güçler ülkelere ayar çekip böl-parçala-yut politikalarla yerlerinden yurtlarından ederken Osmanlıda tam aksine kendisine sığınanlara şefkatli kollarını açıp bağrına basmıştır. Örnek mi? İşte 1848 ayaklanmalarında birçok ülkede patlak veren Avusturya ve Rusya’ karşı mağdur durumda kalan Macar ve Leh (Polonya) mültecilerine kucak açan tek Avrupalı devletinin Osmanlının olması bunun bariz örneğini teşkil eder. Hakeza bu örneklere Yahudilerde dâhil elbet.  Ancak ne var ki Yahudiler bizim bir zamanlar tarihte sığınacak liman olduğumuzu unutmuş gözüküyorlar. Nitekim Prof. Dr. Lütfi Şeyban “Endülüslü Müslüman ve Yahudilerin Osmanlı’ya Göçleri”  adlı eserinde Fransız tarihçisi Fernand Braudel’den aktardığı “Tarih, kendini birçok ses tarafından söylenmiş şarkı şeklinde ifade etmelidir” sözünden hareketle kitabında geçmiş hakikatleri şöyle haykırır da: 

        -Ey Yahudiler unutmayın ki, İslam medeniyetinin dünya hâkimiyeti çağlarında bizden biriydiniz siz. Şimdi siz şimdi Hıristiyanlarla birlikte Müslümanları ve kültürlerini yok etme savaşı verirken neye güveniyorsunuz? Tarihi devamlılığı olmayan ve gelip geçici çağdaş ideolojik düzenlere mi? Unutmayın ki dünya tarihini herkesten daha iyi bilen sizler, bir gün yine Müslümanlardan başka sığınacak kimse bulamayabilirsiniz!

       Evet, Yahudiler geçmişte sığınacak liman olduğumuzu unutsalar da Allah’a şükürler olsun ki Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girdiğimiz Yeni Türkiye Yüzyılı dönemde de Türkiye olarak totaliter Baas rejiminden kaçan Suriyeli mültecilere kucak açmakla Osmanlının devamı bir millet olduğumuzu unutmayıp tüm dünyaya yine sığınacak liman olduğumuzu gösterebildik.  Yeniden mazlumlara Ensar olup kucak açmakla en nihayetinde Suriye özgürlüğüne kavuşmuş oldu da. Düşünsenize altmış yıllık Baas rejimi Türkiye’nin izlediği akılcı politikalarla ve insancıl Ensar kucaklaşmamızla çöküverdi de.  Bu demektir ki sabırla, tevekkülle insanın kazanamayacağı gönül,  sevgi ve kardeşliğin fethedemeyeceği kale yoktur. Bu coğrafyadan şimdiye kadar kimler gelip kimler geçmedi ki.  Bakın biz acısıyla tatlısıyla değişik etnik kökenden insanlarla bir arada birlikte huzur içerisinde nasıl yaşanacağını bağrımızda taşıyarak yedi düvele karşı göstermiş bir milletiz. Dolayısıyla bizim için farklı kültürden topluluklarla birlikte yaşamak bize zül gelmediği gibi, keyif verir de. Neyse ki geldiğimiz noktada geçte olsa bu tür konuların rahatlıkla konuşuluyor olması geleceğe ümitle bakmamıza yetiyor. 

       Velhasıl-ı kelam; milletin değerlerine bağlı kalıp geleceğe kanatlanmak en ideal olanıdır, salt etnik aidiyet bağı ile devlet-i ebed müddet olmak pek mümkün gözükmüyor. Geleceğimiz Türkiye kiliminde mevcut desenleri zenginleştirmekten geçmektedir. 

         Vesselam.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —