Ali İhsan Dilmen


KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLAŞMASI, FONLANMA ve HALKIMIZ

İnsanlık tarihinin şehadeti bize bariz bir şekilde şunu söylemektedir ki; Devletler ve kurumları, özellikle silahlı gücü elinde bulunduran ordular, milletin hizmetinde olduğunda değerlidir.


İnsanlık tarihinin şehadeti bize bariz bir şekilde şunu söylemektedir ki;

Devletler ve kurumları, özellikle silahlı gücü elinde bulunduran ordular, milletin hizmetinde olduğunda değerlidir.

Devletler ve orduları yönetenler tarih içinde ihtiyaç veya zorunluluk gerekçesiyle kurumların gücünden faydalanarak millete efendilik yapmaya, yurttaşları devlet ve ordunun yurttaşları olarak görmeye başladığında, ortaya totaliter, faşist, devleti ve orduyu kutsayan yönetimler çıkmaktadır.

Ülkemiz ordu mensuplarının bu hastalığından çok çekti.

Osmanlı döneminde Yeniçeri isyanları, Cumhuriyet döneminde 1961-1971-1980 ve 1997/28 Şubat postmodern darbesi bunlara örnektir.

Darbecilik, her şeyin tersyüz edilme halidir.

Esasen, devletlerin ve orduların yurttaşları değil, yurttaşların orduları ve devletleri olur.

Darbeler yoluyla yönetilenlerin “mükemmelleştirilmesi(!)” amacıyla haklar ve özgürlükleri, bütçeleri milletin hazinesinden karşılanan güçler tarafından kısıtlanmaktadır.

Oysa, böyle bir sapkınlığı önlemeye yönelik toplumsal ilişkileri, kurumların yetki ve sorumluluklarını düzenleyen;anayasa, yasalar ve birbirini denetleyen kurumlar oluşturulmuştur.

Oluşturulan kurumlar, birbirinin vesayetçisi değil, denetleyicisi olmakla sınırlandırılmış, görevlerini yerine getirmekle yükümlü tutulmuşlardır.

Yükümlülüklerden kaçınmak, tüm yetkileri bir elde toplamak, millet adına “yürütme yetkisi” alanlar tarafından yapılınca da doğru olmaz.

Toplum veya milletin devleti olmak, ancak birbirini denetleyen yasa ve kurumların varlığıyla mümkün olabilir.

Denetlemenin yapılamadığı yerde, devleti ele geçiren zümreler veya birileri “Benim milletim, benim insanım, benim devletim” diyerek milleti ve toplumu mülkü gibi davranma hakkını elde ettiğini düşünmeye başlar.

Kral veya monarkların “Benim tebam” anlayışının sandıkla oluşturulmuş olması, bu yönetim tarzını meşrulaştırmaz.

Hele ki, adı Cumhuriyet ve yöneticilerin seçimle, demokratik yollarla belirlendiği ülkelerde böyle davranmak asla meşru görülemez. 

Bunun meşru görülmesi kötülüğün örgütlü hale dönmesi ve millet bütçesinden finanse edilmesiyle mümkün olur.

Kötülüğün örgütlü olma hali, yerleşik anlayışların meşruluğunu “tekleştirmekle”  farklı olanları yok saymak ve şeytanlaştırmakla başlar.

Hitler Almanyası buna örnektir.

Aynı toplum içinde farklı inanç grubuna veya etnik aidiyete, yahut yerleşik kültür içinde toplumun alışık olduğu davranış tarzına, kültüre dönüşmüş haline aykırı düşen, farklı cinsel, etnik, dini, kültürel tercihlere sahip ve tercihlerini davranışa dönüştürme iradesi göstermek isteyenlere, farklılıklarını ifade ederek ortaya koyanlara karşı takınılan tavırlarla meydana çıkmakta, ortaya çıkan ayrımcı tavırları destekleyen kurumsal yapılar ile kimi sivil(?) yapıların, grupların eylemleriyle ifadesini bulan halin “örgütlü kötülük” olarak tanımlanması, keyfilik, mesnetsiz bir suçlama değil, tam aksine özgür ve eşit haklara sahip olmanın zorunlu sonucu olarak görmemiz gerekir.

Zaten olaylara;adil, özgürlükçü ve eşitlikçi yaklaşım gösteren kişiler, genellikle aynı veya benzer kimlikten olan insanlar tarafından yargılanmakta ve örgütlü kötülüğün muhatabı olarak mağduriyet yaşamaktadırlar.

Yani, bu kesimler ait oldukları çevre tarafından dışlanma riskiyle karşı karşıyadırlar.

Çoğu insan ve gruplar yaptıklarının kötülük olduğunu dahi bilmez, bilmeden kötülüğü beslemeyi onurlu bir iş ve eylem olarak görür.

Bugün İsrail'in Filistin'de, Çin’nin Doğu Türkistan’da yaptığı örgütlü ırkçılık, soykırım “örgütlü kötülük” eliyle yapılmakta, işlenen insanlık suçuna bu yolla kılıf aranmaktadır.

Otoriter rejimler tarafından kamu malının yöneticiler eliyle belli kesimlere transferi, yandaşlara yapılan fonlamalar,(!)nepotizmin arşı alâya çıkması, kayırmacılığın sıradanlaşması, çaresiz bırakılmışların etkili ve yetkili yerde “Dayı” araması, devlet fonlamaları ile “milliyetçilik” yapılmasına ses çıkarmayanların bakanlığını yaptığı kurumun mensubu öğretmenlere ürettikleri hizmet karşılığı verilen ücreti “fonlama” olarak tanımlaması, söylediği sözlerin tesadüfen söylenmiş sözler, ortaya konulmuş tavırlar olduğunu kimse iddia edemez.

Benzer tavır, devletin en tepe noktasında bulunan, Cumhurbaşkanı seçilmiş zat tarafından, milletin imkanlarıyla doktor olanlara “Giderlerse gitsinler” denilerek de ortaya konmuştu.

Bu iki söylem ve tavrın zihniyet dünyası aynıdır.

Ortaya çıkan tavır bu zihniyetin “ülkeyi kendi mülkü, yurttaşları da bendesi/kölesi/tebası”olarak görmesinin dışa vurma halidir.

Ve bu yolla kötülük sıradanlaşmış, toplum kanun kuvvetiyle mengene gibi çift yönden sıkıştırılmış durumdadır.

Ortaya konan kötülükler, toplum üzerine yine devlet imkanlarıyla beslenen, semirtilen medya organları, dijital medyada fonlanan “Troll orduları” üzerinden “Yerli ve Milli” olmak olarak pompalamakta, bu yol ile toplumdan aldıkları destekle, yaptıkları manipülasyon/kara propaganda/dezenformasyon ile meşrulaştırma çabası içine girmektedirler.

Milli ve dini kimlikler, kültürel alışkanlıklar  yahut herhangi bir sosyal kesimin inanç veya cinsiyeti üzerinden yasalara rağmen yapılan ayrımlar, işlenen hak ihlallerini sürdürebilmek için mevcut yasalar yok sayılmakta, devletin kurumları arasında çatışmalar yaşanmakta, kabul edilmiş hukuk yerine keyfi yorumlar ve kararlarla bilgi kirliliği oluşturulmakta…

Şaka değil, bütün bunlar bize göre değişik gerekçeler ileri sürülerek devlet eliyle “örgütlü kötülük” olarak tezahür etmektedir.

Bu arada toplum ne yapmaktadır, elbette hatırı sayılır bir oranı bu “örgütlü kötülüğü” meşrulaştırmak için farklı farklı gerekçeler üretmekte, daha doğrusu iktidar ve muhalefet güçlerinin troll veya kalemşorlarının etkisi altında canhıraş bir şekilde bu yangına odun taşımakta, kendilerini korumak yerine inandıkları, güvendikleri eliyle ortaya konan palyatif tedbirlerden medet ummakta, sorumluluktan kaçınmakta, yurttaşlık haklarına getirilen kısıtlamalar karşısında sessiz kalmakta..

Kısacası, bütün yetkilerini kullanan, hatta yetkilerini aşan seçilmişlerin ürettiği politikalar sonucunda acıyla beslenen, ancak haz peşinde koşması istenen bir halk ve “kötülüğü kaderleştirilmesinin” sonuçlarıyla boğuşmaktayız.

Demokratik siyaset, hukuk devleti, toplumsal barış, temiz siyaset ve adalet isteyenlerin ortaya koyacağı cesaret ve iradeyle, iktidar ve muhalefetin kısır siyasetinin dışında, tezahür edecek siyaset arayışları;ülkeyi ve topyekün milletimizi bu kötülükten kurtarmak için “kayıkçı kavgasına” dönen siyasetin dışında alternatif demokratik siyaset inşa edilebilir, makul ve meşru bir çıkış yolu bulunabilir ümidini taşımaktayım.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sonrası koyulaşan tahakküm yönetimi ilk defa otuzbir mart seçim sonuçları ile zaafa uğramış, demokratik siyaset için ufukta kuvvetli bir umut belirmiştir.

Bu umut mutlaka nitelikli çabalarla desteklenmeli, halkımızın siyaset üzerinde etkisi, gücü artırılmalı, siyaset bezirganlardan/tüccarlardan arındırılarak halka iade edilmelidir.

Çünkü, siyasetsiz çıkış yolu bulamayız.