Selim Gürbüzer


KÜLTÜREL VARLIKLAR VE MİRASIMIZ

Kültürel mirasımıza ne kadar sahip çıkıyoruz, elbette ki bu tartışılır. Malum kültürel mirasımızın bir maddi boyutu var, bir de manevi boyutu.


Kültürel mirasımıza ne kadar sahip çıkıyoruz, elbette ki bu tartışılır. Malum kültürel mirasımızın bir maddi boyutu var, bir de manevi boyutu.

Her ne kadar tarihi eserlere taş yığınları gözüyle bakanlar dış yönüyle ilgilenseler de, her bir taşın kendi hal lisanıyla geleceğe ışık saçan abidevi şah eserler olduğu gerçeğini asla örtemeyeceklerdir. Bu yüzden kültürel varlıklara sadece ekonomiye katkı olsun babından ve turizm gelirleri yönünden ele alan yaklaşımı doğru bulmuyoruz. Çünkü bir kültürel varlığın kendi öz tabiatını iyi okumakla ancak o eser tarihi kıymet kazanır. Maalesef kültürel mirasımızın daha çok turizm yönüne önem verilip mana dokusuyla ilgilenilmiyor. Milli hafıza yoksunu bir kısım insanlar ilgilenmeye dursunlar, kültürel varlıklar kolu kanadı kırılmışta olsalar bir şekilde; ‘Yıkılmadım ayaktayım’ diyebilecek güçte varlıklarını devam ettirebiliyor.

Şu bir gerçek ülkemiz çok zengin uygarlıkları bağrında taşıyan özelliği ve kültürel miras yönünden Yunanistan, Mısır, Irak, İran ve İtalya gibi ülkeler arasında en üst seviyede konumlanmakta. Bu gerçeğe rağmen, bizim dışımızdaki ülkeler kadar bağrımızda taşıdığımız miraslara sahip çıkamıyoruz. Tam bir garabet içerisindeyiz. Düşünsenize kültürel mirasımızın varlıklarına bile tahammül edemeyen bir zihniyetin iş başında olduğu dönemlerde yüz binlerce belgenin vagonlara doldurulup yurt dışına gitmesini onaylamışlardır. Düşünsenize Osmanlı arşivi Bulgaristan’a okkayla satmışlar bile (Bkz. Akşam gazetesi, 22 Mayıs 1931). Hakeza tuğra ve kitabeler kazınarak yok edildiği gibi cami, medrese, tekke ve zaviyelere ait her ne vakıf eseri varsa haraç mezat satıldığı da artık bir sır değil.

Hele bilhassa milli şef döneminden yeterince ders alınmamış olsa gerek ki o zihniyetin devamı niteliğinde koalisyonlu iktidar dönemlerinde de adından sıkça sözü edilen beş yıllık kalkınma planlarında kültüre yer verilmemesi, zaten içinde bulunduğumuz hazin manzarayı ortaya koyuyor. Maalesef söz konusu antik kültür Bizans kaynaklı olduğunda batı hayranlığı özentisinden mi nedendir bilinmez ama derhal kültürel miras kapsamında baş tacı edilebiliyor, ama Osmanlı ve Selçuklu eseri bahis konusu olduğunda sırt dönülüyor hep.

Malum kültürel varlıkların müze yoluyla sergilemek Fransız ihtilal sonrası gerçekleşmiştir. Derken müzeciliğin dünyaya yayılmasıyla birlikte 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de kazılar kazılmaya başlanmıştır. Tabiatıyla kazılardan çıkan eserler İstanbul’daki kurulan müzelere taşınmış, ancak bir takım kaygıları da beraberinde getirmiştir. Olur ya, tarihi kıymetlerin müzeleştirilmesiyle tekrardan acaba saltanat dönemine dönüş olur mu endişesi zihinlere zerk edilmiş, derken bu durum müzelerimizi öksüz bırakılmasına sebep olmuştur. Oysa müzelere ‘Kökü mazide olan atiyi hatırlatan kültür evleri gözüyle bakılabilseydi geldiğimiz nokta çok daha farklı olurdu. Nasıl ki bir zamanlar toplum mühendisliği çerçevesinde insanımızın kılığı kıyafetiyle uğraşılmış, hatta günlük konuşulan lisanımıza müdahale edilmişse, aynen öyle de müzelerde resmi tarih anlayışı çerçevesinde redd-i miras edilerek sayıları yüz binleri bulan belgelerin yurt dışına sürülmesi akıbetine uğramıştır.

Sürülen sadece tarih değildi elbet, vesikalar ve insanımızın geçmişini hatırlatan her ne varsa hoyratça çarçur edilip sürgün edilmiştir. Tabii bu söz konusu belgeler tarih şuurundan yoksun insanlar için kâğıt parçasından başka bir anlam taşımıyordu. İlginçtir tarihi vesikaları kâğıt parçası görmelerine rağmen, zaman zaman ekranlardan halkın karşısına çıkıp; ‘Tarihi yapıtlar belgeler yurt dışına kaçırılıyor, peşkeş çekiliyor’ türünden afakî söylemlerle pişkinlik sergileyebiliyorlar. Peki, adama demezler mi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diye. Öyle ya, adama önce zihninizdeki çelişkiyi çözün, sonra da gelip bize kültürel varlıklardan dem vurun derler. Maalesef durum vaziyet bu mecrada seyrediyor. Kaldı ki kültürel varlıklardan bahsettiklerinde de zaten kendi öz tarihi eserleri kast etmiyorlar, tam aksine zihinlerine kodladıkları antik dönemleri kast edip böylece tarihi dönemler ayırımcılık üretiyorlar. Yetmedi antik eserleri müzeleştirerekten de milletimize kendi tarihi hafızasını hatırlatmak değil, bilakis kendi öz tarihimizle bağlarımızı koparmanın peşindelerdir. İşte bu noktada günümüz müzeleri için dert dava aslında halkı aydınlatmak değil daha çok yabancı turistlerin hizmetine sunulmuş döviz büfeleri dersek yeridir.

Her yeni doğru, her eski yanlıştır anlayışından kurtulmadığımız sürece bu ülkede daha çok kültürel varlıklarımızı birer birer eridiğine şahit olacağız demektir. Kodaman zenginlerin koleksiyon ve Show niteliğindeki sunumları müzecilik sanan zihniyet bertaraf edilmedikçe tarihi bağlarımızla buluşmamız gecikecek gibi gözüküyor. Kayıp nesil birazda kayıp tarihten kaynaklanıyor.

Müzelerimizin kıyısından köşesinden kesitler sunmakla iş bitmiyor, oysaki müzelerimiz bu noktada taş galerine çevrilmiş görünümü veriyor adeta. Üstelik bu haliyle müzeler hem öksüz, hem sessizdir. Baksanıza, bize ait olmayan resimleri sırça köşklerinde albümüne koyan zihniyet bununla da yetinmemiş tarihi kıymetlerimizi tırpanlaması sonucu kendini küçük gören bir neslin türemesi için didinmişler. Zira resmi tarih anlayışı köksüz, ideolojik zihniyet besliyor. Bir zamanlar Osmanlı’yı reddi miras eyleyen zihniyet yüz binlerce belgenin sürgün edilmesinde rol üstlenirse karşımıza tarihinden bihaber neslin ortaya çıkmasına şaşmamak gerekir.

O halde kültür varlıkları deyip es geçmeyelim. Zira hale geldiğimiz noktada Mısır piramitlerinin yapılış tekniğini çözemeyen 21. asrın insanıyız. Eskiye eskimiş demekle iş bitmiyor, birde tarihi gerçekler var. Bakınız Paris’te Louvre müzesini yılda 8 milyon insan ziyaret ediyor. Peki ya biz ne haldeyiz? Malum İstanbul’da arkeoloji müzemizi yılda ancak 200 bin kişi ziyaret ediyor. Şimdi sormak gerekir, yoksa bu istatistik rakamlar, tarihi bağlardan koparıldığımızın canlı şahidi değil mi?

Vesselam.