Selim Gürbüzer


KÜLTÜRSÜZLÜKTEN KÜLTÜRE

Bugünkü yaşadığımız bunalımların temelinde kültürsüzlük yatmaktadır.


Bugünkü yaşadığımız bunalımların temelinde kültürsüzlük yatmaktadır. Öyle ki kültür değerler alt üst olmuş durumda, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamayacak derecede şaşkın bir haldeyiz. Nereye baksak, her yerde kültürsüzlük hâkim. Oysa bunalımdan çıkış yolu kültürsüzlükten kültüre doğru adım atmaktan geçer.

Malum; kültürel değişimler toplumu, toplumsal değişmeler ise kültürü değiştirir. Öyle anlaşılıyor ki içinde bulunduğumuz meseleler daha çok sosyal ve kültürel alanlardaki kıyasıya yaşanan sancılardan kaynaklanıyor. Değişim bir alın yazısıdır elbet.. Fakat değişime uğrarken, kültürsüz politikalar takip ediliyorsa sosyal huzursuzlukların doğması kaçınılmazdır. Kültürsüz medeniyet kurmak iddiası bir hayalden ibarettir sadece. O halde hem kültüre önem verilecek, hem de kültürel zenginliğe hız verilecek ki, ancak o zaman gerçek anlamda medeniyet olunabilsin. Kültür medeniyetin ruhudur çünkü. Ruhsuz ceset bir anlam ifade etmezken, kültürsüz bir medeniyette kuru meşe odunu misali sembolik olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Medeniyet bir anlamda kültürün bedeni, yani maddesi hükmündedir. Dahası kültürün gelişmesiyle medeniyet oluşabiliyor. Zira bir toplumun zihniyetinin kemale ermesi kültürden medeniyete geçiş yapmasıyla mümkün.

Bakınız Ribot bu hususta ne diyor: “Zihin fazla bir gelişmeye mazhar olunca seciyeyi (karakteri) bozar. Bireyde zihin ne ise toplumda da uygarlık odur.

Malumunuz Ziya Gökalp ise bu konuda:

-“Kültürü kuvvetli fakat uygarlığı zayıf bir millet ile kültürü bozulmuş uygarlığı yüksek millet vardır” şeklinde iki ayrı millet tipinin varlığına vurgu yapar. Ziya Gökalp’ın bu tezini doğrulayacak örnek nedir derseniz, işte Berberilerin fütuhata dayalı kültürünün Hazarilerin sulhçu uygarlığına yenik düşmesi bunun tipik örneğini teşkil eder. Hakeza yeni doğan Fars Devletinin de, uygarlık bakımdan güçlü fakat kültürce zayıf Mısır’ı mağlup etmesi de bunun bariz bir örneğini teşkil eder. İran’da malum bir zamanlar uygarlık bakımdan yükselen bir değerdi, ama gel gör ki onlarda daha henüz kültürleri bozulmamış Yunanlılara yenilmişlerdi.

Belli ki Ziya Gökalp’ta tıpkı İbni Haldun ve O. Spengler gibi belli bir zaman dilimi içerisinde; uygarlık ve kültürün çökeceği fikrine inanmaktadır. Nitekim O. Spengler; “Medeniyetlerinde her varlık gibi muayyen bir ömre sahip olup Avrupa’nın da artık inhitat (düşüş) devrine girdiğini” yazmıştır (Bkz. Ziya Gökalp Sosyolojisi. Prof. Orhan Türkdoğan). Anlaşılan o ki teknolojik derecelenmeyle ile kültür derecelenmesi ters orantılı bir seyir takip etmekte. Kültür belli bir kıvama ( katılığa) ulaştıktan sonra ancak o zaman yerini ister istemez medeniyet hamlesine bırakabiliyor. Gönül ister ki; hem kültürü kuvvetli hem de uygarlığı yüksek bir millet olabilelim.

Medeniyet olmak hoştur elbet, ancak kültürü muhafaza etmek daha bir bambaşka güzelliktir. Bugün teknolojik gelişmelere paralel olarak ister istemez kültürsüzlük meselesini de beraberinde gündemimize taşımış oluyor. Geçmişten hala gerekli ders alınmamış olsa gerek ki doğru dürüst kültürel politikalar ortaya koyma iradesi daha henüz ortaya koymuş değiliz. Her nedense işi hep yokuşa sürüp kültürün önüne set çekiyoruz. Bu yüzden A. J. Balfour; “İlme hayranız, fakat artık o uğrunda her şeyi kurban ettiğimiz müstebit bir put değildir. Hizmetlerinden faydalanıyoruz ve ona minnettarız. Fakat artık ona büsbütün de ümitlerimizi bağlayamıyoruz. Bir ahlak tesis etmekten acizdir çünkü. Yani Dinlerin yerini almaktan acizdir” der. Bu satırlardan anlaşıldığı üzere teknolojinin tek başına insanı huzura kavuşturan öğe olarak görmek büyük bir yanılgıydı, illaki teknolojiye kültürel ruhta katmak çok mühimdir. İkisi bir arada olursa insan ancak o zaman huzur bulabilir.

Profesör Johachim Ritter ise bu konuda; İlimlerin ilerlemesinin insan kaynaklı barbarlığa mani olmadığını uzun uzadıya anlatmaya çalışır. Nitekim bu anlamda Fransa’da De Gaulle; “Gençlerin kiliseye gitmeleri ve dinlerine bağlı olmaları istikbaldeki nesilleri de kurtaracaktır. Allah ile beraber olmak güzel şeydir” sözlerini sarf ederek genç dimağlara dini motivasyon aşılamaya çalışır.

Laik Amerika’da kültürsüzlüğe tedbir olarak dolarların üzerine; “Biz Allaha inanırız’’ ibaresini koydurmuştur. Yetmedi onların en büyük bayramları Allah’a şükran günü olarak kutlanır. Daha da yetmedi seçimle iş başına gelen Başkanları İncil’e el basarak göreve başlaması gibi bir dizi uygulamalar da göze çarpar. Bu yüzden ABD Başkanı Johnson; “Birleşik Amerika’nın dünya milletleri arasında yükselmesine kadar onun kaderine rehberlik eden adamlar vazifelerini yerine getirmek için muhtaç oldukları kuvveti dizleri üzerine çöküp dua etmekle elde etmişlerdir” deyip kültürün temeli olan din gerçeğini bir başkan edasıyla haykırmasını bilmiştir.

Peki, dış dünya böyle iken, biz ne durumdayız? Malum bizde dini sosyal hayatın dışında görmek isteyen birtakım seküler çevreler, kültürsüzlüğün öncülüğünü yapmışlardır. Malum bir takım aklı evvel yarı aydın çevreler habire Ulu Hakanın kültür uygulamalarını bile ters yüz gösterip, II Abdülhamid’i güya edebiyat düşmanı ithamıyla karalamışlardır. Ulu Hakan bu mesnetsiz karalamalar karşısında özetle; “… Hayır! Ben edebiyatın değil, edepsizlerin ve edepsizliğin düşmanıyım” diyerek cevap vermiştir. Çok şükür o’nun hakkını teslim eden aydınlarımız da var. Mesela Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu; “Memleketteki bugünkü birçok yüksekokulların ve modern öğretim müesseselerinin temelleri hep Sultan II Abdülhamit devrinde atılmıştır” şeklinde dile getirmek suretiyle Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın hakkını teslim etmesini bilmiştir. Bir bakıyorsun Keçecizade Fuat Paşa’nın; ‘Yüzyıllardan beri biz içerden, siz dışardan yıkmaya çalıştığımız halde hala ayaktayız” sözleri de kayda değer bir itirafname olarak zihinlerde yankılanmakta.

Her ne kadar birtakım çevreler halen Ulu Hakana iftira atmaya devam etseler de bugün gelinen noktada yerli kültürümüzden yoksun kadınlarımızın evlerinin içinde ve evlerinin dışında yarı çıplak ya da çırıl çıplak halde dolanmalarını sıradan bir olaymış gibi izliyoruz maalesef. Üstelik bu edepsizlikler kültür şenlikleri adı altında sergilenirken, güya uygarlığın gereği olarak yutturulmaya çalışılmaktadır. Dahası işi ileri boyutlara taşıyarak topluma evrensel kültür zırvalamasıyla empoze edilmeye çalışılıyor. Oysa kültür yerel (milli), medeniyet ise evrenseldir (beynelmilel). Kültüre beynelmilel kimlik vermeye kalkışmak abesle iştigaldir. Ancak kültür dairelerinden söz edilebilir. Ki; bu konuda Türk milleti olarak birçok kültür daireleri ile iç içe ilişkilerde bulunmuşuz zaten. Hatta hem batı hem de doğu ile hemhal olmuşuz. Dolayısıyla bu durum kültürün evrensel değil yerel olduğunu gösterir. Elbette ki milletler, başka kültür dairelerinden etkilenir ya da etkileyen konumda olabilir. Bu demektir ki kültür daireleri kendi etki gücü nispetinde hem alır hem verir durumda olabiliyor. Ama yine de kültür iletişiminde her kültür dairesi asimilasyona uğramadan kendi tabii mecrasında ilerlemesi daha makul olanıdır.

Kültür ait olduğu milletin çevresi veya tabiatı ile uzun bir ilişki ya da uğraşı ve düşünüş yönünden meydana çıkardığı ortak telakki tarzıdır diye tarif edilebilir. Türk İslam ülküsü mütefekkiri Seyyid Ahmet Arvasi’nin de belirttiği üzere insan tabiatı işleyerek kültüre ulaşmıştır. Nitekim Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin; “İnsan çamurdan yaratılan dünyanın cilası olmuştur” sözleri bu durumu teyit ediyor. Yani çamuru cilalayan insan bir yandan maddi antropo-sosyal çevreyi oluştururken diğer yandan kendi iç âlemini işleyerekten de manevi antropo-sosyal çevreyi oluşturur. Derken insan çamurla ruhun karışımı olarak iki hedefe odaklanmış olur. Zira birinci odaklandığı alan maddi antropo-sosyal çevre, diğeri de manevi antropo-sosyal çevredir. 

Maddi boyutta antropo-sosyal çevreyi esas alıp manevi antropo-sosyal çevre denen iç dinamikleri göz ardı edenler şunu iyi bilsinler ki yaşadıkları hayat sürecinde huzur bulamayacaklardır. Hem nasıl huzur bulsun ki, birkere iç ve dış her zaman birbirine muhtaç öğelerdir. Hayatın kanunu iki kanaldan ilerlemekte.. Öyle ya, madem kâinatta hemen her şey çift yaratılmış o halde maddi ve manevi dengeyi kurmak zaruridir. Dolayısıyla manevi bütün unsurlarıyla antropo-sosyal çevreyi dikkate almayanlar sürekli kültür ve inanç yıkıcılığını körüklemekle meşgullerdir. Zaten örnek aldıkları vahşi batının bu konuda pek sicili parlak değildir, bakmayın siz öyle onların ikide bir özgürlük havarisi kesilmelerine, işin aslına baktığımızda kendi dışındaki ülkelere hürriyet götürmedikleri gibi, yerel ve milli kültürleri de kurutmuşlardır. Oysa Müberra dinimiz insanlığı iç içe daireler halinde görmüş ve bu dairelerin başına da “insanlık” dairesini oturtmuştur. İkinci büyük daire ise millet dairesidir. İslamiyet insanlığa şamil bir din olup evrensel mesajlarla yüklüdür. Üstelik milletlerin örf ve adetleri Kuran’a ters düşmediği sürece kaynak olarak kabul görür de.

İslam dini, Arap coğrafyasında doğmakla beraber Acem, Hint, Afrika derken bütün cihana yayılarak gönülleri fethetmiştir. Hıristiyanlık Sami ırkın orta dairesinden çıkmakla beraber Latin, Cermen ve Anglosakson toplumlarla sınırlı kalıp böylece evrensel nitelik kazanamamıştır. Bu demek oluyor ki; İnsanlık dairesini kucaklayan tek din İslamiyet’tir. Dinimiz evrensel olmanın ötesinde yerel bazda ülkelerin kültürlerini yok etmemiş, bilakis mevcut kültür dairelerini İslamiyet’e hadim (hizmetkâr) kılmıştır. Zira kültürel farklılıklar bölünme değil tam aksine zenginliktir.

Velhasıl-ı kelam, Allah (c.c); “Renklerinizin birbirine uymaması Allah’ın ayetlerindendir” (Er-Rum/12) diye beyan buyurmakta.

Vesselam.