Selim Gürbüzer


KÜLTÜRÜMÜZÜN NERESİNDEYİZ?

Kültür (culture) Fransızca ürün yetiştirme manasına gelen tarım bir kavram. Hars ise Arapça kavram olup çiftçilik demektir.


Kültür (culture) Fransızca ürün yetiştirme manasına gelen tarım bir kavram. Hars ise Arapça kavram olup çiftçilik demektir.

         İster adına hars densin isterse kültür, hiç fark etmez netice itibariyle bu kavramın pek çok tarifleri vardır.  Nitekim Amerikalı iki yazar araştırma yapıp kültürün yüz altmış tarifini tespit etmişlerdir. Pek çok tanımlamalar içerisinde kimi psikolojik, kimi tarihi, kimi tasvir, kimi normatif vs. yönünden tarifler yapmışlardır.

         Tüm bu tanımlamalardan hareketle anlaşılan o ki kültürün binlerce yıl ömrü söz konusu. Medeniyetler öyle değil, yani kültürel boyutta o kadar uzun ömrü yoktur, genellikle altı yüzyılı geçmeyen bir süreci söz konusudur, nihayetinde çöküş medeniyet içinde alın yazısı kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bakınız, İbni Haldun millet ve devletlerin doğuş, yükseliş ve inhitat (yıkılış) olmak üzere üç ayrı aşamalı dönemden geçtiklerini bildiriyor. Gerçekten de tarihi süreç incelendiğinde medeniyetlerin tıpkı bir insan ömrünün geçirmiş olduğu çocukluk, gençlik, ihtiyarlık ve ölüm evrelerinin bir başka benzer versiyonunu yaşadığını görürüz. Fakat kültür için aynı şeyi söyleyemeyiz. Çünkü zamana ve mekâna karşı dirençli olan vakıa kültürdür. Elbette ki kültüründe hemen hemen aynı gelişme evreleri var ama sonu ölümle noktalanmaz, tam aksine kendi mecrasında evirilip medeniyete dönüşür.

        Kültür gelişme evresinin en son noktasına ulaştığında kemale erip tabir caizse enerjisi nihayetinde medeniyet olarak sahne alır.

       Dünyada saf ırk olamayacağı gibi saf kültürde yoktur. Malumunuz bizim en nihai geldiğimiz noktada kültürümüzün temelleri İslam’a dayanır. Buna rağmen değişik kültürlerin etkisi altına girdiğimiz bilinen bir gerçekliktir. Tabii İslam öncesi geçirdiğimiz evrelerde var. Dolayısıyla İslamiyet öncesi ve sonrası geçirdiğimiz kültür serüvenlerimiz ana hatlarıyla şu evrelerden oluşur;

        - Göçmen kültür evresi,

        - Çin kültür dairesi,

         - İslam kültür dairesi,

         - Batı kültür dairesi.

         Şimdiki dururumuz ise ne tam batı, ne yerel,  ne de tam İslam kültür dairesini içeriyor,  kozmopolit kültür dairesi bir yapı haldeyiz.

        Malumunuz batı kültürünün kaynağı Yunan-latin kültürü ve Hristiyanlıktır. Biz ise Tanzimat’tan bugüne batılılaşma sevdasına kaptırmış ve batının ortaçağdaki yaşadığı durumun devamı niteliğinde batı taklitçiliğine dayalı kör bir özenti içerisindeyiz. Bakınız Japonya kültür bakımdan doğulu iken bilgi teknolojileri zihniyeti bakımdan batılıdır. Aslında bizde Japonya gibi kültürümüzden taviz vermeksizin batının teknolojisini örnek almayı deneseydik modern çağın en üst seviyesine gelebilirdik pekâlâ.

         Batılılaşma süreci kendilerini elit diye tanımlıyan birtakım yarı aydınlarımız tarafından başlatılmış, daha sonraları tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sürecinde medyatik tiyatro gibi sembolik etkinliklerle start alıp halka özenti şeklinde yansıtılmıştır. Şuan gelinen noktada Avrupa Birliğine girmek için gösterilen çabalar netice vermese de şu bir gerçek zaten batı dünyasının içerisinde doğrudan temas halindeyiz. Hele ki internet alanındaki hızlı gelişmeler sınırlara adeta meydan okuyup batıyla aramızdaki duvarları kendiliğinden kaldırmış ve kozmopolit görünümüz daha da koyulaşmıştır. Bu yüzden Şerif Mardin; modern toplumlarda doğru dürüst bir halk kültürünün kalmadığını böylece kültürün yozlaştığı ve kaybolmaya yüz tuttuğunu vurgulayarak bir durum tespitini gözler önüne sermiştir. O halde yapılacak olan ilk iş hem maddi kültür (medeniyet) ile hem manevi kültür (hars) ikilisini uyumlu hale getirmektir. Aksi halde kozmopolitlikten kurtulamayız.

          Belli ki kültürel değerleri önem vermeyip, yerli ve milli kültürel politikalar geliştirmediğimiz müddetçe bu durum hayatımıza kozmopolit bir yaşantı olarak  yansıyacaktır.. Ülkemizde cerayan eden kuşaklar arası kopukluk, birbirini anlamama gibi bir takım marazi durumlar aslında modern dünyanın önümüze koyduğu bir problem olarak karşımıza çıkmakta. Bu bir anlamda Yenidünya düzeni dedikleri âlemde yerli kültürlere yer yok gibi,  şayet bu çağda kültürden söz edilecekse hip kültür, antik kültür, karşıt kültür vs. varlıkları söz konusudur. Bu yüzden Pierre Emmanuel; “İnsanlar kültürü benimseyecek ki, insan tekrar insanlığına kavuşabilsin” der.

        Şimdilerde İslam dairesi içerisinde niye bulunuyoruz şeklinde sorgulayan kimlik bunalımı yaşayan köklerinden kopmuş tiplerin türemesi aslında kültürsüzlüğün bahtsız kuşaklarıdır. Oysa köklerini iyi bir araştırsalar tarihi kültür kodlarıyla her an buluşma fırsatı yakalayabilirler,  ama ön yargılardan sıyrılamadıkları için bir türlü yerli ve milli kültürümüzle yüzleşemiyorlar.

        Kültür dayatmayla, baskıyla ve yasakla önlenemeyeceği gibi, yönlendirilemezde. Zira kültürün anası da ferttir babası da. Toplumun vicdanında yaşayan değerler manzumesi kültür demektir. Karakteristik şahsiyet özelliklerini belirleyende kültürdür. Nitekim kültüre müdahale kalkışmak beraberinde ciddi sıkıntıları getirir ki, bu da kaba, zevksiz ve ruhsuz kişiliklerin türemesine neden olur. Batılılaşma sürecinde tepeden halka kültür dayatma uygulamaları insanımızı rencide etmiş ve halk vicdanında kabul görmemiştir. Hala kerameti kendinden menkul kendini elit gören bir kısım tipler Amerikalılar gibi viski içmeği, Fransızlar gibi dans etmeği, İngilizler gibi selamlaşmayı, Almanlar gibi tapınmayı kültürlü insan olmak olarak addedip bu tip yaşayışını ideal hayat gibi algılayaraktan toplumumuza empoze etme çabası içerisine girmişlerdir. Derken ilk önce Fransız etkisinde kaldık, akabinde Almanya’nın üniformasını almışız, daha sonra da Almanya savaştan mağlup çıkınca bir çırpıda yine Amerika’nın kıyafetine dönüş yapmış olduk.

         Edebiyat dünyasında da durum vaziyet aynıdır dersek yeridir. Malum önce Orhan Veli ile Yahya Kemal’i,  Nazım Hikmet ile Necip fazıl’ı, Tevfik Fikret ile de Akif’i karşıt rakiplermiş gibi gösterilerek birçok düşünür ve şairler unutturulmaya çalışılmış, sonrada klasik deyip küçümsedikleri kültür hazinelerimizi okumayan genç kuşağın ortaya çıkması sağlanmıştır. Bir başka ifadeyle; Tanzimat Edebiyatı devleti hedef seçmişti, Serveti Fünun ise toplumu.  İkinci dünya savaşının etkisiyle de edebiyatımız edepsizleştirilerek sol tandanslı bir kimlik üretilmeye çalışılmıştır. Oysa Divan edebiyatı devleti besliyordu. Tanzimatla edebiyatımız politikanın etki alanına girip devletle bağını kesmiştir. Böylece laf ebeliği edebiyat olarak içimize sızılmıştır. Öyle ki kültürdeki yozlaşma yaşama tarzımızdan kıyafetimize ve yanlış kültür politikalar tatbik edilmenin yanı sıra devletin kasasından ödenek ayrılarak dilimizden öz Türkçecilik adı altında kelimelerimiz katl edilmiş ve dilde uydurmacılık akımının ardından genç nesiller kültürsüzleştirilmiştir. Hatta diyebiliriz ki;  en çok kültür dejenereasyonu dilde yapılan tasfiye uygulamalarıdır. Çünkü bir milletin diliyle oynayaraktan ne kadar tahrip edilirse bir o kadar da kütüphaneleri sağırlaştırılmış olunur. Şimdilerde kültürümüz kütüphanelerimizin tozlu raflarında kendisine uzanacak ve onu okuyacak taliplilerini arıyor adeta. Ancak ne var ki gelinen noktada gerçek anlamda kitapların dilini anlayacak ne bir yetişmiş insan var, ne de gerçek aydın zümresi.

          Ziya Gökalp, malum kültür kavramı yerine hars kavramını kullanır ve şöyle der: “İngilizleri ileri götüren gelenekçiliktir. Bizi geri bırakan geleneklerimizi bir tarafa atarak geleneksiz bir takım kaideleri almamızdır… Barbarlık medeniyete galebe çalmaktadır. Uygarsız bir kültüre sahip olan millet sağlamdır. Fakat buna karşılık kültürsüz uygarlığa sahip bulunan bir millet hastadır.”

        Düşünsenize 2006 yılının ilk haftasında İtalya’nın Manzori dağlarının eteğinde “La Turchia” ismiyle Moena köyünde 323 yıldır Türk festivali yapılıyor, ama bunu her nedense bundan bihaberiz. Belli ki işin içinde Osmanlı olunca gecikmeli de olsa 2007 yılının farklı yayın medya organlarında “İtalya’daki Türk köyünden mektup var” manşetiyle ancak Türk kamuoyu bu durumdan haberdar olabiliyor. Bu söz konusu köy İkinci Viyana kuşatmasında yaralı olarak kurtulan bir yeniçerinin sığınması hadisesi üzerine her yıl Türk bayraklarıyla donatılarak kültürümüz sınırlarımızın ötesinde canlandırılmakta. Hakeza Belçika dağlarında keşfedilen Türk köyünde de asırlardır Türk elbisesi giyinerekten Türk bayraklarıyla festivaller düzenlendiği artık bir sır değil. Yine bir bakıyorsun Hollanda’dan, Amsterdam şehrine 250 km uzaklıkta bir köy  “Türkiye” adıyla adından söz ettirmekte. Zira gazete haberine göre buranın yerleşik köylüleri Protestanlıklarını Osmanlı’ya borçlu hissettiklerinden bu ismi vermişler. Yetmedi bir başka örnekte 2007 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın İspanya ziyaretinde bir bakıyorsun kendilerine “Los Turkoslar” diye tanımlayan bir gurup Osmanlı kıyafetleriyle karşılamaktalar.   İşte görüyorsunuz elin adamı geleneklerimiz ve kültürümüzü bizden uzak diyarlarda yaşatırken biz ise maalesef kendi değerlerimizin kıymetini bilemez hale gelmişiz.  Bu yüzden Gökalp’ın ifadelerinden kültür ve uygarlığın dengede tutulmasında sıhhatli bir toplumun var olabileceğini anlıyoruz.  Tekniğin, sporun, lüks hayat standardının dini ve kültürel olan her şeyi dışlamamalı. Halk genelde kültüre yatkın olurken, aydın kesim ise uygarlığa yatkındır. Halk ile aydın arasındaki yabancılaşmanın giderilmesi için aydın kesimin halka tepeden bakmayıp bizatihi doğrudan hemhal olmalı ki;  toplum dayanışması ve bütünleşmesi denilen olay gerçekleşebilsin. Bu yapılabilirse kültür-uygarlık ikilisi dengeye kavuşup birbirini anlama kanalları ardına kadar açılmış olacaktır.  Böylece uygarlığın halka daha sıcak geçiş yapması sağlanaraktan kültür değerlerimizi inceleme fırsatı doğacaktır.

       Kültürümüzün hammaddesini köyler oluştururken, zarafet (incelik) yönünü de şehirler oluşturur. Türkiye’nin talihsizliği ilim ve teknikte tam ilerleme kaydedememesidir. Bundan dolayı halk avam kültüründen öteye geçememiştir. Kültüründe bir maden gibi işlenip gün yüzüne çıkarılması gerekiyor. Nitekim kültüre sürekli işlerlik kazandırılırsa bir o kadarda kimlik krizinden kurtulma imkânı yakalayabiliriz pekâlâ. O halde yeniden özümüze dönmek bugün değilse, peki ya ne zaman? 

       Velhasıl-ı kelam zihin kodlarımızda yerleşik halde kazınmış iki kültür öğesinin etkisi altındayız, bunlardan biri şahsi kazanılmış kültür denen kitap okumakla ya da okulda öğrenilerek elde edilen kültürdür, diğeri ise sosyal hayatta edinilen milli kültürdür. İşte kültürümüzün gelişmesinde bu ikili unsura çok önem vermemiz gerekir ki özümüze dönmüş olalım. Böylece gerek eğitimde gerekse toplumcu politikalarla meseleye eğildiğimizde sanatı, estetiği, dini, sosyolojiyi ve kültürü anlamış olacağız demektir.

        Vesselam.