Bir başka kanayan yaramız hiç kuşkusuz Kürtçülük meselesidir. Bir kere Kürtçülüğün bu topraklarda kabul görmesi imkân dışıdır. Dolayısıyla Kürtçülük yapanları muhatap almaya değmez. Zira Kürtçülük davası tamamen oryantalistlerin içimize attığı truva atı ırkçı bir akımdır. Bilhassa gerek etnisite ve nation batı kökenli kavramlar gerekse bizdeki millet ve kavim kavramlarını özdeşleştirme çabaları oryantalistlerin işine gelip kendi emperyalist emelleri doğrultusunda kullanacakları malzeme kavramlar olarak karşımıza çıkmakta. Oysa her kavram doğduğu topraklarda neşet bulup kıymet kazanmakta, bu yüzden bizim ithal kavramlarla doku uyuşmazlığımız söz konusudur.
Evet, öyle kavramlar vardır ki doğduğu topraklarda bile farklı lehçe ve şivelere bürünüp değişik anlamlar kazanabiliyor. Nasıl mı? İşte kavim ve millet kavramları arasındaki ince çalar farklılığının varlığı bunun bariz bir örneğini teşkil eder. Nitekim her iki kavramda tıpa tıp birbirinin tanımı aynı kavramlar değildir. Durduk yerde hiç kimse boşa heveslenmesin, bizi hangi kavramlarla vurmaya kalkışırlarsa kalkışsınlar asla Kürtçülük akımı bu topraklarda neşet bulamayacaktır. Hele ortalıkta Kürtçülük davası güden ırkçı kafaların bir haline bakın ne doğru dürüst ortak bir dilleri var, ne bir devlet gelenekleri var, ne de doğru dürüst bir edebiyatları.. Madem öyle, etnik siyasi ırkçı bir akımın varlığından gereksiz yere telaşa kapılıp da hiçte gözümüzde büyütmenin bir anlamı yoktur.
Bakınız tarihi süreç içerisinde yıllar boyu bu topraklarda Türkü, Kürdü, Laz'ı, Çerkez'i, Arab'ı, Boşnak'ı, Romanı vs. hep birlikte yaşadık, asla birbirimize ayrı gayrı gözle bakmadık, bakmayız da. Peki, şimdi ne oldu da birden bire ansızın birbirimizi ‘öteki’ gözle görür olduk. Kaldı ki birlikte solukladığımız bu coğrafyada Kürt kökenli akademisyenlerimizin, askerlerimizin, müzisyenlerimizin, yazarlarımızın, siyasetçilerimizin her birinden istifade ediyor, onlarda bizden istifade ediyor. İşte bu karşılıklı candan istifadelerimiz, elbette ki iş olsun babından istifade etmek değildi, bilakis biz birbirimiz için varız ve birbirimize candan faydamız dokunuyor babından bir istifade idi bu. O halde bırakın Türk–Kürt münasebetlerimiz kendi doğal mecrasında çözülsün. Herkes kin kışkırtıcılığına soyunursa bu memleketin hali nice olur. Dolayısıyla ortada yanlış anlaşılmaya müsait bir mesele varsa, bunu bir oturup kırk düşünüp bir kerede çözmemiz gerekir. Aslında çözümün adresi belli, o muhteşem medeniyetimize göz atmak bize ziyadesiyle yeter artar da. Şöyle tarihe bir göz attığımızda bir arada yaşadığımız unsurlarla asla soy sop faslına girmeyip farklı milliyetlerden olmak bizi birbirimizden ayıramazdı. İlla da o dönemlere ait bir ayrım örneğine ihtiyaç duyuluyorsa belki Müslim ve gayrimüslim tasnifinden söz edilebilir ancak. Kaldı ki bu da ayırım sayılmazdı, adı üzerinde tasnif, yani dini mensubiyeti belirten bir tasniflemedir bu. Şimdi gel de atalarımıza gıpta etme, baksanıza ne güzelde meselelerin üstesinden gelmişler; biryandan aynı kıbleye duran topluluklarla ilişkilerimizi ‘İnananlar kardeştir’ çerçevesinde yürütürlerken, diğer yandan gayrimüslimlerle olan ilişkilerimizi de ‘Dinde zorlama yok’ hükmüyle hal yoluna koymuşlardır. Çözümse işte çözüm budur. Hele ki ölçümüz Allah ve Resulünün hakikatleri olunca birlik ve dirlik tutkumuz üç kıtayı sarabiliyordu. Nitekim Osmanlı bir yandan aynı dine mensup topluluklarla soy sop faslına girmeksizin birlikte kardeşçe yaşarken, öte yandan gayrimüslimlere karşı da din ayrımı gözetmeme uygulaması sayesinde uzun yıllar bir arada yaşayabilmiştir. Ne zaman ki; Fransız ihtilalinden sonra menfi milliyetçilik akımları yükselmeye başladı, işte o gün bugündür tarihçi Prof. Dr. İlber Oltaylı’nın da işaret ettiği veçhiyle Türklük değer olmaktan çıkıp yeni truva atı cinsten sorunlu bir kavram olarak gündemimize girmiştir. Hele menfi milliyetçilik rüzgârları coğrafyamıza sıçramaya bir görsün, bir bakıyorsun yıllardır bağrımızda taşıdığımız unsurlar sanki talandan mal kaçırırcasına bizimle hemen yollarını ayırıp her biri bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bilinçli ya da bilinçsiz sonuçta ayrı gayrı düştük de. Ancak şunu iyi anlamamız gerekir, emperyalist devletler dün nasıl ki beraber yaşadığımız toplulukları paramparça devletler haline getirip bizden kopardıysalar, bugünde bağrımızdan koparılan unsurlar bir başka yöntemlerle kendi iç bünyesinde daha minimize bölük pörçük devletler haline getirilerek böl-parçala-yut metoduna tabii tutulmaktalar. Bir başka ifadeyle böl parçala yut taktiğidir bu. Nitekim Pakistan, Irak, Suriye içerisinden yeni devletçiklerin türetildiği artık bir sır değil. Her neyse, şimdilik en iyisi mi biz kendi içimizde birlik ve dirliğimizi nasıl koruruz onun derdine düşmekte fayda vardır elbet. Bakınız Ahmet Selçuk Özdağ, 12 Eylül öncesi ülkü neferleri ile devrimci sol neferler arasında kıyasıya yaşanan mücadelelerin ardından bir askeri darbe sonucu yargılanıp düştüğü mahpushaneden (medrese-i yusufiye) Menzilden aldığı bir ışık mektupla Osmanlının önemini belirten, Kürtçülüğün ise bir veba olduğunu şöyle ortaya koyar:
“Medrese-i Yusufiye’de iken Adıyaman'da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ''Sen Menzil'e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste...'' Arkadaşım gitmişti Menzil'e... Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ''Menzil'e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabalıktı fakat kardeşi Seyyid Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler...'' Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idraki ile Allah'tan, Resulullah'tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (k.s.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' ayet-i kerime mealine uygun hareket eden Muhammed Raşid (k.s.) Hazretleri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere duçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslam’ı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman Allah’ım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürcülüktür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... dualar... dualar... ediyorlardı. O, Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet'e ittiba etti, sadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüz binlerce insanı dünyadan ahrete bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi.
Allah rahmet eylesin...”
Hâsıl-ı kelam cılık, cilik, çülük gibi ekler ırkçılığı çağrıştırdığından elbette ki Kürtçülük sorunlu kavramdır.
Vesselam.