“Anne üzerinde beyan Fransız güpür elbise, çocuklar bahriye kıyafetli. Ellerinden tutmuş… Küçük Hakan annesinin nefesine teslim. Yükseliyorlar Akdeniz üzerinde”
Rumlar, Kıbrıslı Türkleri dünyanın gözleri önünde katlederken “insan hakları havarisi kesilen” batılı büyük devletler kılını kıpırdatmıyor; bu trajik durumu seyretmekle yetiniyorlardı.
İşkencenin tarihi Kıbrıs’ta yazılmıştır (Mustafa DÖNMEZ, sevgili Harbiyeli arkadaşım)
“Birinci Dünya Savaşı devam ettiği dönemde Çanakkale Cephesi’nde esir alınan Türk askerleri Kıbrıs adasına getirilmiş burada her türlü işkenceden geçirilmişlerdir. İngiltere’den sonra Fransızlar da 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi öncesi ve sonrasında işgal ettikleri Çukurova bölgesine sevk ettikleri Ermeni Doğu Lejyonu’nun her türlü askeri eğitim faaliyetlerini İngiltere’nin büyük desteği ile adada gerçekleştirmiştir.
Ermeni Doğu Lejyonu güneydoğumuzda savunmasız sivil halkı katleden, işkencelerden geçiren Ermeni birliğidir. (Bunlar bugün güzellemeler yapanlara ithaf olunur.)
Rumlar 1960 – 1974 yılları arasında 103 Türk köyünü içinde insanlarımız varken yaktı. Pilot Yüzbaşı Cengiz TOPEL’e yapılan insanlık dışı işkenceler; gözü oyuldu, omuzuna çiviler çakıldı yaşarken…
Bize sapasağlam diye resmi cevap yazılırken, ertesi sabah öldü diye bildirdiler. Cenazesini teslim ederken bile sorun çıkardılar.
Otopsi raporunda yazılanlar belli ve tarihin gerçekliğine ayna tutmakta… RUMLAR İNSANLIK SUÇU İŞLEDİLER.
“Zekai Yüzbaşım çocuklarımı ve eşimi şehit ettiler. Ben artık tabip değilim, Binbaşı da değilim! Senin bölüğünde er olarak savaşacağım” dedi hüngür hüngür ağlıyordu. Kendisini teselli etmeye çalıştım ve “KOMUTANIM BİRAZ SONRA HAREKÂTA DEVAM EDECEĞİZ. MERAK ETME BUNUN ÖCÜNÜ ONLARDAN MİSLİYLE ALIRIZ, HEPİMİZ BİLENDİK, O HAYASIZLAR GİBİ ÇOLUK, ÇOCUK, KADIN VE YAŞLIDAN DEĞİL, KARŞIMIZA SİLAHLI ÇIKANIN BURNUNDAN FİTİL FİTİL GETİRİRİZ” dedim.
Gözyaşlarını silerek biraz sakinledi. Tam o esnada sıhhiye eri gelerek hasta ve yaralı toplama yerine yaralı bir mücahidin getirildiğini söyledi. Binbaşım hemen dirildi ve hayat kurtarmak için vazifeye koştu, o anı hiç unutmuyorum ve Tabip Binbaşı Nihat İLHAN’a karşı olan sevgim, saygım bir kat daha artmıştı. (Emekli General Zekai DOĞANAY – Kıbrıs Türk Halkının Varoluş Savaşı ve Rauf R. DENKTAŞ adlı kitabın sayfa 257’si Emekli General Fuat AVCI – Emekli General Zekai DOĞANAY – Emekli General Ali Fikret ATUN’un anıları)
Şimdi emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İLHAN’ın anlattıklarına kulak verelim. “20 Mart 1962 tarihinde bir emir aldım. Kıbrıs’taki operatör arkadaş istifa etmiş, Kara Kuvvetleri Komutanlığı beni oraya göndermek istiyor. Ordudan tebliğ ettiler, o gün Ankara’ya eşimi ve çocuklarımı alıp, iki oğlum ve eşim. Bir de eşim hamileydi. Ankara’ya geldik orduevine. Görüştük orada kara kuvvetleriyle. “Hemen bugün gideceksin” dediler. Özel bir uçakla…
Ankara’dan havalandık, öğleden sonra Lefkoşa Havaalanı’na indik ve aynı gün Türk Kuvvetleri Alayı’na gidip göreve başladım.
Kıbrıs’ta üçlü karargâh vardı. O karargâhta Yunan ve Türk subayları görev yapıyordu. Eğitim birliğinde de 70’i Rum 30’u Türk yani Kıbrıs Türk’ü olan askerlere ben hekim olarak – Yunan Kuvvetleri Alayı’ndaki hekimle birlikte haftada bir saat sağlık dersi, ilk yardım dersi veriyorduk.
Şimdi Nejdet TUĞ Albayım dedi ki “Çocuklarını artık getir çok ayrı kaldın. Çocuklara da sana da yazık…”
Bunun üzerine çocuklara telefon ettim. Çocuklar geldiler, Ledra Palas yakınında Kumsal denen yerde bir ev kiraladık. Eşim Mürvet İLHAN, oğlum İhsan Murat İLHAN, oğlum Kutsi İLHAN ve küçük bebek Hakan İLHAN. Evimiz bir salon üç oda. Ev sahibimiz de evimizin bitişiğinde bir oda bir salon evde oturuyordu. Ben alaya gittiğimde çocuklara sahiplik yapıyordu.
Bi çobanımız vardı. O şey ederdi. Süt, peynir getirirken fırına da uğrar ekmek de getirirdi. Komşumuz vardı müzik öğretmeni. O da bizim olaylarda parmağından yaralanmış. Karşımızda bir evde İngiliz aile vardı. Bir diğer evde ise Efes Pilsen baş bayii İrfan Bey otururdu.
Semtin adı da Kumsal’dı.
Geceydi…
Gece yarısıydı uyuyorduk telefon geldi, ben kalktım eşimi de öptüm, çocukları da öptüm, küçüğü de öptüm yani Hakan’ı da öptüm. Hadi hoşça kalın dedim. “Kendinize mukayyet olun, Hasan Efendi size her şeyi getirsin”. “Hiçbir zaman dışarı çıkmayın” dedim.
Şimdi Makarios’un tek gayesi Megali İdea. Megali İdea da şu; Kıbrıs Rumların olacak. Orada Türk yaşamayacak ama kaçacaklar mı, yoksa göçe mi zorlayacaklar, yoksa gitmeyenleri öldürecekler mi?
Başlamışlardı katliama en son 18. Kanlı Noel’in 18’inde; 63 yılında şöyle oldu, Girne Kapısı vardı, un fabrikası vardı orada merkebe binmiş bir kadın, yanında üç erkek evlerine gidiyorlar. Kaymaklı’da oturuyorlar. Makarios’un polisleriyle aralarında arbede çıkmış.
Gittik alayda hazırlıklara başladık biz teyakkuz durumunda Gönyeli’ye gidiyorduk hazırlıklarımızı yaptık. Biz alayda hazırlık yaparken Rum Alayı’nın yanındaki tarlada; avcı kıyafetli, belli ki Rum subayları ya da Rum astsubayları yanlarında bir av köpeği omuzlarında av tüfeği avcı görünümünde… alayı gözetliyorlardı dürbünle.
Biz üç gün alayda kaldıktan sonra alayın etrafındaki telleri kestik tel makasıyla. Alay ağırlıklarıyla beraber Gönyeli’ye intikal etti. Ben de elli yataklı hastanenin malzemelerini otobüse yükledim. Hiç ömrümde otobüs kullanmamıştım, araba kullanırdım ama geçtik direksiyonun başına. Gönyeli yolunu tuttuk tarlalardan geçerek, gittik Gönyeli’ye. Otobüsü boşalttık, bir okulu hastane yaptık.
Bu arada Girne ile Gönyeli arasında boğaz var. Boğazdan yaralılar geliyordu. Kaymaklı’dan yaralılar geliyordu, öyle ki genç kız, ninesi yaralanmış, sırtında taşıyarak geliyordu. Biz onların tedavilerini yapıyorduk. Günler böyle geçti.
O çoban alaya gelmiş. Yüzbaşı Faruk’u görmüş, demiş ki “Yüzbaşım, doktor Binbaşımla görüşeyim” Faruk “Ne görüşeceksin?” demiş ki “Onun çocuklarına ben artık ekmek, süt, peynir götürmüyorum. Onlar Allahlarına kavuştular, yemiyorlar”
Faruk fenalık geçirmiş. Ağlamış falan…
Geldi bana dedi ki “böyle böyle…”, ben dedim ki “Ya dedikodudur. Bizimkiler rahat, ev sahibi de orada. Ev muhkem bir yer.”
Hasan SAĞLAM geldi. O da üçlü karargâhta kurmay subay sonradan Korgeneral oldu, emekli oldu, Milli Eğitim Bakanlığı yaptı.
Ona dedim ki “Komutanım bizim çocuklardan ne haber? Ben Lefkoşa’da olan şeyleri bilmiyorum” dedi ki “İyilik, güzellik” “Benim çocuklar nerede, nasıllar?” dedim “Evlerinde” dedi. Ben dedim ki “Beni götürebilir misin eve?” zırhlı arabayla gelmişti “Hayır ben götüremem, eğer eve gitmek istiyorsan ambulansa bin, gel. Kanlıdere’den elçiliğe, elçilikte görüşürüz.” Ben yine kötü bir şey düşünmedim. Ondan sonra 28’inde ambulansa bindim. Evin oradan geçerken, derenin kenarında ev köşede sonradan barbarlık müzesi oldu. Baktım kapı yanmış gibiydi o kadar. (Devam EDECEK)