Bakınız İbn-i Haldun toplumların değişim sürecini incelerken, Arap toplumundan bedevilerin bedeviyetten hadariyete geçişte değişime ayak uyduramayıp tepki gösterdiğini dile getirmiştir. Bizde ise Arap toplumundaki bedeviler gibi değişime karşı gösterilen tepkinin aynı şekli olmasa da bizim tarihi gelişim evremizde de saltanattan cumhuriyete geçişte sessiz direniş diyebileceğimiz türden içine sindirememek şeklinde bir tepki durumu tezahür etmiştir. Zaten gerek meclis, gerek yargı, gerekse siyasetteki muhalefet istese de tepkilerini dışa vuramazdı. Bir kere her şeyden önce 4 Mart 1925 tarihi itibariyle susma kanunu denilen Takrir-i Sükûn kanununun yürürlüğe girmişti, bu durumda millet meclisiyle, yargısıyla, siyasetteki muhalefetiyle birlikte topyekûn nasıl sesini çıkarabilsin ki.
Tabii dile kolay, ortada 600 senelik bir ulu çınarın bir çırpıda tarih sahnesinden çekilişi söz konusuydu. Dolayısıyla halk nezdinde yeni oluşumun kabullenmesi hemen öyle kolay olmadı. Öyle ki Osmanlı’nın çöküşüne sevinilen bir durum ortaya çıkmadığı gibi zaman içerisinde sosyal vakıanın neticesi bir durum olarak kabullenildi. Zaten her geçiş sürecinin sancılı olduğunu sosyologlarımızda kabulleniyorlar. Belli ki bu bir sosyolojik realite olup böylece sosyolojik realite olarak Osmanlının yerini Cumhuriyet alması gayet tabii bir durumdur. Hem kaldı ki bu realiteyi bilmek için illa kâhin olmakta gerekmez, dünya hızla imparatorluklardan ulus devlet olmaya doğru koşarken bizim de bu gelişmelere istesek de kayıtsız kalamazdık. Öyle ki dünyanın geldiği noktaya ayak uydurmak mecburiyeti doğmuştu. O halde Osmanlı tarih sahnesinden çekildi diye boş yere eseflenmeye ya da tam tersi “oh olsun canıma değsin” şeklinde sevindirik olmaya gerek yoktur. Zira ortada dünya ölçeğinde yaşanan sosyal bir vakıa vardır. Yediden yetmişe hemen herkes iyi bilir ki günümüzde tekrardan saltanata dönüş talebinde bulunmak çağımızın bedeviliği olacaktır. Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan birtakım geçiş sancılarının arkasına sığınıp da, o yıllara özgü şartları aynı tempo ile zamanımıza taşımak akıl kârı bir iş olmasa gerektir. Skolastik kafalar hâlâ Atatürk’ün Kuvay-ı Milliye ruhuyla kurduğu Cumhuriyet refleksinin bütün hızıyla devam ettiği zannındalar. Oysa Cumhuriyeti kuran irade Osmanlı medreselerinde yetişen kadrolardır. Dolayısıyla skolastik zihniyet boşa heveslenmesin, nasıl ki 1945 sonrası Almanya’sında Alman kimliği öcü gibi gösterilip bizde de Osmanlı kimliği öcü gibi gösterilse de sonuçta hem Almanya’da hem de Türkiye’de her şey şişede durduğu gibi durmayacağı malum. Dünyada o kadar hızlı değişimler yaşanmakta ki artık kendi skolastik emellerini Atatürk’ü maske ve kalkan olarak kullanmakla çağımızın insanına hiçbir şey veremeyecekleri aşikâr. Nitekim Türkiye’de her on yılda bir darbe olmasına rağmen artık Türkiye eski Türkiye olmaktan çıkıp birinci dönüş yılını 1953 yılı, ikinci dönüş yılını da 1953 olarak belirleyip hızla Yeni yüzyıl Türkiye’sine statükocu çevrelerin hevesini kursaklarında bırakacak şekilde geleceğe yönelmiş durumdadır. İşte bu noktada Yeni Türkiye yüzyılına ayak uyduramayacak derecede 1930’lu yılların söylemleriyle yerinde sayan Atatürk’ü istismar eden bu statükocu Kemalist skolastik zihniyetin ortak özellikleri şunlardır:
- Referansları 1930’lu yıllarına ait çözüm reçeteleri.
- İlham kaynağı Atatürk, ama Atatürk’ün işaret ettiği çizginin dışında bir yol takip etmek esastır.
- Metotları tümden gelimcidir (tümden parçaya).
Düşünsenize skolastik kafada olmak öyle bir şey ki, bir bakıyorsun Atatürk’ün sarf ettiği her sözü kendi sığ mantığına göre yorumlayıp işte çözüm budur diyebiliyorlar. Bu da yetmez o devrin şartlarını günümüz şartlarına eşitleyebiliyorlar. Oysa Atatürk, bugün yaşamış olsa dün yaptığının kim bilir belki de bugün tam tersini yapacaktı. Ama gel gör ki değişim gerçeğini çağın gerisinde kalmış bu skolastik kafalara anlatamazsınız. Maalesef tarihin bir kesitine gömülmek, tüm “yanılmaz sulta” zihniyetlerin çıkamayacağı bir çukurdur.
Şurası muhakkak hem gelenekçi olmak hem de tarihe bir bütün olarak bakmak gerçek ilmi yaklaşım olacaktır. Tarihi gerçekleri iniş çıkışıyla, yanlışıyla, doğrusuyla değerlendirip ibret almamız gerekirken, tam aksine kimimiz şahısları göklere çıkartıp yüceltiyor, kimimiz de yerden yere vurup güya intikam almışçasına öfkeleniyoruz. Her iki yaklaşım da skolastik sulta zihniyetlerin ortaya koyduğu bir üründür. Bu üründe sebep netice ilişkisi çıkmaz, baksanıza adamların övme ya da yerme eksenli tümdengelimci bir metot izlemek kolaylarına geliyor. Onlar ne de olsa beyinlerini daha önceden biat ettikleri otoriterlere kiralamışlar, dolayısıyla onlar için fikir üretme ve gelecekle ilgili proje üretmeye ne gerek var ki. Oysaki analitik düşünceden yoksun zihniyetin tâ kendisi mantık garabeti bir durumdur bu. Hiç kuşkusuz asıl maharet fikir üretmek, içinde bulunduğumuz meselelere çözüm sunmak, analitik tahlillerde bulunmaktır. Onlar için tek öğreti varsa yoksa yanılmaz sultaların öğretileri veya kafalarına kodladıkları genellemeler ya da ellerine tutuşturulmuş oyuncaklarla oyalanmak öğretisidir. Hem bu nasıl bildik ezberletilmiş oyuncaklarla oyalanmaksa bir bakıyorsun solcular yıllardır eline tutuşturulmuş sloganları tekrarlamakla meşguller, sağcılar ise tarihin ihtişamına kendilerini kaptırıp gelecekten bihaberler. Madem öyle, siz siz olun kendinizi ne köksüz gelecek seline ne de ati’den yoksun bir mazi seline kaptırmış olmayasınız.
Sulta otoriteler, sadece otoriter şahıs planında kalmayıp, daha değişik sahalarda da kendini göstermektedir. Örnek mi? İşte bunlardan medya bu işin tipik örneğini teşkil eder. Her ne kadar medya sıralamada dördüncü kuvvet gibi görünse de aslında birinci kuvvettir. Malum, ellerinde bulundurdukları iletişim araçları avantajıyla insanların ufkunu açmada bir ışık görevi yapmaları gerekirken, tam aksine zihinleri karartmaya yönelik görev ifa etmekteler. Böylece yalan haberlerle toplumu ötekileştirip kimi zaman fondaş medya, kimi zaman kartel medya, kimi zaman da Pensilvanya kaynaklı medya olarak sahne alabiliyorlar. Derken bu tablo medya skolastiğini doğurmaktadır. O halde medyatik skolastik şu özellikleriyle izah edilebilir:
- Uygulamaları: Asparagas haber üretmek,
- Yanılmaz sultaları: Medya üst yöneticileri ve patronlar,
-Olaylara bakış: Yanılmaz medya patronlarının çizdiği çerçevede olayları değerlendirmektir (tümdengelimcidirler).
İşte verilen bu örneklerden de anlaşıldığı üzere otoriter sulta zihniyet Ortaçağ Avrupa'nın günümüze yansıtmış olduğu kafa yapısı bir zihniyet ürünüdür. Bu kafada zihniyet yapısını genel manada özelliklerini şöyle kategorize edebiliriz de:
- Mantık yürütmek, deney ve gözleme kapalı olmak,
-Yanılmaz sultalara bel bağlamak,
-Otoriter mantık silsilesi çerçevesinde hareket etmek (tümden gelimcidirler).
Hakeza skolastik kafa yapısındaki zihniyetlere hemen her alanda örnekler verilebilir. Nitekim her fikrin zihniyet yobazı olabileceği gibi, bilimsellikten dem vuranların bir kısmında da yobazlık had safhada. Öyle ki kaliteli fikirler çok kere ehliyetsiz ellerde taassup hale dönüşebiliyor. Taassup karanlığa davetiye çıkarmak demektir. Peki, bu davete icap edilir mi, elbette edilmez. Zira empatik davranmak varken ruhumuzu karartmaya ne gerek var ki. Bir kere empati kurma veya etrafımıza hoşgörüyle bakmak toplumda yumuşamayı sağlamaktadır. Dahası demokratik platformda herkesin hukukuna halel getirmeden karşılıklı saygı çerçevesinde tartışması makul olandır. Makul derken tabiî ki Allah ve Resulünün hakikatleri dışında liderde, ideologlarda, ideolojilerde, doktrinlerde, teşkilatta her ne varsa tartışılmaya açık olmalıdır. Malumunuz Mutlak hakikatin, ulu orta konuşulmasının itikadı yönden risk teşkil ettiği muhakkak. Zaten vahiy her alanı kuşatan ilahi bir soluktur. Akıl ise zihni melekeden bir cüz olup her şeyi kuşatamaz. İşte bu yüzden vahyin ve sünnetin üstünlüğü tartışılamaz. Aklın sınırını deney ve gözlem belirler. Öyle ya madem ilmin kaynağı Yüce Allah’tır, o halde kullar sadece yaratıcının sunduğu ilimden ulaşabildiği ölçüde istifade etmekle mükelleftir. İşte Müslüman’ın ilimle problemi olmamasının sebebi ilmin kaynağının Mutlak âlim sahibi Yüce Allah olmasıdır. Hiç kuşkusuz beşeri planda skolastisizmin zıddı ilimdir, zıddı kâmili ise Vahiy ve Sünnettir.
Dolayısıyla bu gerçeklerden hareketle skolastik zihniyette ki akımları şöyle tasnifleyebiliriz:
-Radikal İslami skolastik,
- Medyatik skolastik,
- Batıcı skolastik,
- Laik ve anti-laik skolastik,
- Etnik skolastik,
-Politize skolastik,
-Vesayetçi Ergenekon ve paralel ihanet çetesi türünden skolastik vs.
İşte bu sırladığımız skolastik tiplerin üç aşağı ve beş yukarı özellikleri hep aynıdır. Hepsinin de kendine göre “yanılmaz otoriterleri” vardır. Hareket noktaları genellemelerden hareketle tümdengelimcidirler. Tek rehberleri deney ve gözleme dayalı olmayan sultaların dogma söz ve yazılarıdır.
Bir başka dogma zihniyet Fen alanında görülüp bu alanın yanılmaz sulta piri vardır ki, o da hepimizin çok yakından bildiği kendisi İngiliz tabiat bilimcisi olan Charles Robert Darwin’den başkası değildir. Her ne kadar kendisi gerçek anlamda biyoloji eğitimi almamış olsa da bir şekilde kendisinden söz ettirebilmiştir. Madem evrimciler onu rehber pir olarak kabul etmiş o halde evrim konusunun detayına girmeden evrim skolastiğinin özelliğini üç aşağı beş yukarı şöyle kategorize edebiliriz:
-ReferanslarıCharles Darwin olmakla birlikte bu düşüncenin antik çağlara kadar uzandığı da bir sır değil artık. Zira eski Yunan’da Allah’a inanmayan felsefeciler o günlerde bile evrim benzeri fikirler serd edebilmişlerdir.
- İlham kaynakları materyalizmdir. Yani onlar için elle tutulan gözle görülen doneler esastır.
- Metotları tümdengelimcidir (genelden parçaya), yani dogmadırlar.
Gerçekten de evrim teorisi sapkın bir felsefe olup temel dayanağı materyalizmdir. Bilindiği üzere materyalizm canlı cansız âlemin var oluşunu maddeye indirgeyen bir akımdır. Böylece kendilerini maddeye indirgemekle hem gülünç duruma düşürüyorlar, hem de insanlığı insanlığından uzaklaştırmaya çabalıyorlar. Nasıl ki komünizm materyalizm akımının dal budak salması neticesinde doğmuşsa evrim teorisi de bilimsel kılıfa bürünmüş bir maske olarak materyalizme dayanak olsun diye doğurulmuştur. Neyse ki bugün dünyanın geldiği nokta itibariyle Karl Marx’ın ideolojisi iflas etmiştir. Hakeza evrim kuramı da öyledir. Hatta başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın hemen hemen her yerinde bilim adamları tarafından reddedildiği gibi, bu konuda birçok evrim karşıtı kitaplar yayınlanıp ülke toplumlarını tehdit eden bir veba kapsamında yeniden küllerinden doğmasın diye hâlâ çürütülmeye devam ediliyor da. Aslında evrimcilerde savundukları evrime inanmamakta, ancak ne var ki bir ideolojik zorunluluk gereği bir türlü ‘Kral çıplak’ demeyi onurlarına yediremiyorlar.
Radikal İslami gruplardan Şia’yı ele alacak olursak, Şia skolastiğinin özellikleri şunlardır:
-Yanılmaz referans kaynakları ve otoriterleri mollalardır (Hâşâ Mollalar masumdur (!) ve günahtan arıdır (!))
-Düşünceleri molla sultaların sözleridir. Böylece deney ve gözlemi kaybetmişlerdir.
-Tümden gelimcidirler.
PKK skolastiğinin ana çerçevesi ise:
- Yanılmaz sultası Abdullah Öcalan.
-Uygulamaları silahlı eylem üzerine kuruludur.
- Tümden gelimcidirler. (Örgütün bildirilerinden hareket ederler.)
FETÖ İhanet şebekesi skolastiğinin ana çerçevesi ise:
-Yanılmaz sultası Fetullah Gülen.
-Uygulamaları legal görünümlü sinsi sızma hareketiyle devletin silahlarını topluma ve devlete karşı kullanmak üzere kurulu illegal bir yapıdır.
-Tümden gelimcidirler. (Örgütün bildirilerinden hareket ederler.)
Parti skolastiğinin ana özellikleri:
-Yanılmaz otoriterleri ve referans kaynağı; bağlı olduğu liderdir.
-Metotları; siyasi putlaşma ve siyasi kirliliktir.
-Tümden gelimcidirler (Lider-teşkilat-parti programından hareket edilir).
Vesayetçi sözde Ergenekoncu yapıya dayalı skolastik düşüncenin ana özellikleri:
-Yanılmaz referans kaynakları ve otoriterleri kutsal devlet mantığıdır. Bu mantıkta ulusal sağ ve ulusal sol fark etmez aynı ortak kulvarda yer alabiliyorlar.
-Düşünceleri kutsal devlet mitidir. Böylece deney ve gözlemi kaybetmişlerdir.
-Tümden gelimcidirler.
Vesayetçi paralel ihanet çetesi skolastik düşüncenin ana özellikleri:
-Yanılmaz referans kaynakları ve otoriterleri mehdiyet olarak addettikleri üstün insan mitidir.
-Düşünceleri üstün insan vaazlarıdır. Böylece deney ve gözlemi kaybetmişlerdir.
-Tümden gelimcidirler.
Peki ya parti skolastiği, malum bu skolastiğin içine düştüğü durum diğerlerinden biraz farklı olup, siyasi uygulamalarda militarist, politik olaraksa oportünisttirler. Partide farklı bir ses ihanet kabul edilir. Parti içinde farklı düşünceleri dile getirmek lider sultasına dayalı bir yapılanmada her an kapı dışarı edilmesine sebep teşkil edebiliyor. Çünkü bu tür partiler “lider-teşkilat-doktrin” üzerine şekillenmiştir. Bu üç unsur eleştirilemeyeceği gibi tartışılamaz da. Hatta farklı beyanda bulunmak kapı dışarı edilmeye yeterli bir karine teşkil edebiliyor. Oysaki şu bir gerçek liderlik milletin efendisi olmak için değil, tam aksine milletine hadim olmak için vardır. Elbette ki milletin hizmetine kendini adamış bir lider her daim baş tacı edilir de.
Skolastik partilerin sulta liderleri ise malum, arada bir de olsa sürekli hukukun üstünlüğüne vurgu yapıp demokratik laflar ediyor olsalar da acaba üstünlüğünü savunduğu hukuk hangi hukuk? Demokrasi dedikleri kayıtsız şartsız lidere itaat mi, yoksa söz de karar da milletin emrinde olan seçimle iş başına gelmiş lidere itaat midir? İşte bu sorular skolastik partiler için sıkıntıdır. Hakeza kendi içindeki yapılanmaları da öyledir. Nitekim parti yöneticilerini mi değiştirmek istiyorsunuz, hiç bir zaman parti tabanın bu hususta ki görüşü nazarı itibara alınmaz. Alttakilerin canı çıksın dercesine onlar sadece slogan atmak ve taşeronluk yapmak için vardırlar. Tavan ise sadece parsayı toplamak, gününü gün edip adından ve şanından bahsedilmenin derdindedir.
Şayet yıllardır başımıza bela olan PKK terör örgütünün kökünü kazımak diye bir dert davamız varsa, o zaman yapılacak tek şey hem nimette hem de külfette beraber olmak gerekir. Nimeti bir eli yağda bir eli balda olanlara, çileyi de Anadolu’nun yağız gençlerine paylaştırırsak haksızlık olur. Peki, hem nimette hem de çilede beraber olmanın dünyada yaşanmış böyle bir örneği var mı denilirse Cahar Dudayev bunun en bariz örneğini teşkil eder. Nitekim o yurt dışında bulunan oğlunun tahsilini yarım bırakıp ülkesi için savaşmaya çağıran örnek kahraman bir liderdir. İşte nimette ve külfette beraber olmak budur. Aynı zamanda bu olay çağımızda yeniden bir Şeyh Şamil ruhu yaşatmanın ifadesidir.
Acı ama gerçek analitik tahlil gerektiren sözler sloganik olmadığından kitleleri coşturamamakta. Oysa nimette ve külfette beraber olmakta neymiş, deyip geçmek bizi her geçen gün uçurumun eşiğine getiren asıl sebeptir.
Bakınız Abdülaziz'in veziri Ali Paşa 40 sayfalık risalesinde özetle şunları söyler: “Ticaret, sanat gibi işlerin azınlıklara bırakıldığını, savaşmak, düşmanlarla cenk etmek gibi görevler de bize has kılınmış. Böyle devam ederse azınlığa düşen asıl biz olacağız...” Gerçekten de tarihi süreç içerisinde savaş meydanlarında koşturan insanımız heder olmuş, fakirleşmiş, ticaretle uğraşan azınlıklar ise zenginliklerine zenginlik katıp köşe başlarını ellerinde tutmuşlardır. Osmanlı’nın yıkılış sebeplerinden biri de bu gerçeklerdir. Düşmanla savaşmak tek meziyetmiş gibi teşvik görünce ortaya çıkan manzaranın bu olacağı muhakkak. Oysa vatan için savaşmak veya ticaretle uğraşmak her ikisi birlikte kahramanlık ilan edilmeliydi. Maalesef kahramanlığın göklere çıkarıldığı tek ülkü: Savaşmak! Savaşmak! Peki, nimeti nereye koyacağız? Belli değil. Terörle mücadelede samimi olanlar, önce iğneyi kendine batırmalı sonra çuvaldızı başkasına batırmaları gerekiyor ki, atalarımızın söylediği bu dâhiyane sözlerle paralellik kurabilmiş olsunlar. Terör karşısında hiçbir şey “objektif” kriterler kadar parlak olamaz. Çünkü terörün itici gücü iki renkli dünyanın efsunlarıdır. Bu iki renkli dünyalar acaba birbirine gerçekten zıt mı, yoksa rakip mi? Öyle anlaşılıyor ki, kitlelerin öfkeleri üzerine hesap yapanlar ya da kanla beslenenler “zıt” olamaz, olsa olsa birbirlerine ancak “rakip” olurlar. Bu yüzden yaşamasını kana borçlu hisseden güçlerin kanın durmasını canı gönülden isteyeceklerine inanmak kendimizi kandırmak olacaktır.
Yarım yüzyıldır teröre karşı tek ilacın askeri çözümle olacağını sanıverdik, her nedense terör meselesinin kültürel, ekonomik, sosyal, psikolojik vs. boyutunun da olabileceği hususu hep göz ardı etmişiz. Gelinen noktada öyle anlaşılıyor ki çözüm yolu hem İHA ve SİHA gibi teknolojik araçlarıyla terörü kaynağında vurmak hem de kültürel mayamızı iri ve diri tutmakta gözüküyor. Nitekim neredeyse yarım yüzyıldır Cudi ve Kandil dağlarını, Güneydoğu ve Doğunun sarp kayalıklarını havanlarla, toplarla, üstten bombardımanlarla dövüp duruyorduk ama bir türlü terörün sonu gelmiyordu. Neyse ki artık İHA’larımız ve SİHA’larımız var da terör örgütünü sınır ötesinde artık inlerinde vurup dünyayı onlara artık dar edebiliyoruz.
Korkunç enerji ve ihtiras liderlik sultasının bir özelliğidir. İhtiras bu ihramın baş tacıdır. “İzm”leri doğuran sebepler üzerinde hiçbir zaman durulmaz. Niye dursunlar ki, sebep netice üzerinde durulursa kucağında yaşadığımız ortamla alakalı bir husus olduğu tüm çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır. Kapalı ortamlarda ilan edilen, rengi, türü hangi tip düşman olursa olsun, potansiyel tehdit olarak kitlelere lanse edilip, düşman bundan böyle av muamelesi görecektir. Avcılar da avını avlayın diyor zaten. Düşmanın biri gidiyor, biri geliyor, şuurumuz düşmana endekslenmiş bir kere. Oysa düşman dediğin ne ki? Önce kucağında yaşadığımız dünyaya bir çeki düzen vermek varken bu telaş niye? Hâlâ bataklıkta tek tek sinek avlamakla meşgulüz, ısrarla bataklığı kurutacak formüller düşünülmüyor. Dedik ya sebep netice ilişkisi üzerinde durulursa, sistemden kaynaklanan bir arıza olabileceği ortaya çıkacaktır. Çünkü yanılmaz sultaların en sevmediği metot sebep netice ilişkisidir.
Bütün sulta zihniyetler, totaliter ve histerik-psikolojik haleti ruhiyeye sahipler. Aynı zamanda hiyerarşik bir çatı altında toplanmayı yeğlerler. Yani oportünist ve militarist bir ağ kurmuşlardır. Sultalar, emrindekilere karşı son derece ciddi ve disiplinli, dışarıya karşı ise mütevazı ve son derece naziktirler. Oysa Müberra Dinimizde Yüce Allah’ın beyan buyurduğu; “Müminler birbirine karşı mütevazı, dışa karşı çetindirler” (Fetih, 29) düsturu esastır. Anlaşılan totaliter yapılar, İslamiyet’in tam tersi bir yol izlemekteler.
Liderine endekslenmiş kitleler, onun şuuraltına seslenen sesinden, sonsuz zevke kapılırlar. İradesini, yanılmaz addettiği Führer’in nefesine teslim etmiştir. Hatta olaylara, canı gönülden bağlı olduğu liderinin gözlüğünden bakmaya çalışırlar. Elinden tek düşürmediği kitap onun eseridir. Öyle ki ağzından her çıkan kelime, hislerinin tercümanıdır. Düşünmeyi tercih etmez, zaten gerekte duymaz. Çünkü kendisi adına lideri düşünmektedir. Bu öyle bir lider tutkusudur ki, lideri davadan taviz verse de ikaz edilmez. Oysa Halife Hz. Ömer (r.a), idaresinde bulunan insanlara “Doğru yoldan çıkarsam ne yaparsınız?” diye sorduğunda:
-“Ya Ömer” Seni kılıcımızla düzeltiriz” cevabına muhatap kalmıştır. İşte görüyorsunuz Hz. Ömer (r.a)’ı uyaran anlayış ile “kayıtsız şartsız lidere itaat” anlayışı birbirinden taban tabana zıt farklılık arz etmekte. Düşünsenize günümüzde artık insanlar öyle bir hale gelmiş ki bağlı olduğu lider inandığı mukaddes değerlerine karşı kayıtsız kaldığına şahit olsa bile körü körüne yine bağlılığı sürdürebiliyor. Bu durumu hatırlatan biri çıktığında ise hemen “onun bir bildiği vardır” teviline sarılırlar. Hatalar diz boyu da olsa, yine aynı söylem tekrarlanır ve tevil makinesi hızla vazifesine devam eder de.
Mukaddes birliği biricik ülküsüne zarar gelse de bir kere zihninde “üstün insan imajı” yerleşmiştir, isteseniz de söküp atamazsınız. Yani bilinç karaya vurmuştur. Artık bu noktadan sonra liderine gönül verenler, hislerine mağlup olmuşlardır. Bu durum tedavisi zor bir değişik skolastik hastalıktır. Dahası dünyada eşi ve benzeri olmayan bir hastalık türü dersek yeridir. Madem öyle bu ilginç lider skolastiğinin özelliklerini sıraladığımızda:
“-Lider-teşkilat-doktrin psikolojisinin hâkim olması,
-Üstün insan saplantısının ağır basması,
-Metotlarının yanılmazlık sendromu üzerine kurulu olması,
-Tümdengelimci metodun esas alındığı” bir klinik tabloyla karşılaşırız.
İşte bu dört özellik, ister istemez kitleleri tepkici yapacaktır. Bu noktadan sonra artık çılgınlığın, şovmenliğin ortalığı kapladığı, etrafımızda simgesel işaretlerin havada üşüştüğü, bağırma ve naraların gırla gittiği görülecektir. Bu tür ortamlarda tek değer bağırmaktır. Aslında buna akıl tutulması dersek yeridir.
Her ne kadar sağduyu insaf sahibi insanlar akıl tutulması deseler de sultalar bu gidişattan gayet memnunlardır. Hatta gitgide yanılmazlığına kanaat getirir ve sonunda; davanın kitabını yazan da, davayı başlatanın da kendisi olduğunu ferman buyurur. Bu da yetmez tarihi miladı kendisinden başlatıp “ego”sunu ön plana alır. Derken bundan böyle ego tarih, ego dava, ego teşkilat, ego tek ülküdür.
Peki ya teşkilat! Malum teşkilat şeklen var olmasına vardır ama ruhen yoktur, sadece “yanılmaz lider”in vazifelendirdiği emre amade küçük sultalar vardır. Bu arada küçük Führerler üstlerine karşı yumuşak, tabana karşı katı olmak zorundadırlar. Teşkilat, küçük Führerlerin disiplinli yönetimiyle idare edilirler. Zira istişare, fikir alışverişi gibi değerler Führerlere yabancı kavramlardır. Yabancı olmadığı tek mevzuat liderinin talimatlarıdır. Bu nedenle her teşkilat ağının geleceği küçük Führerlere bağlanmıştır. Keza sultaların otoritesi de öyledir, onların da geleceği küçük Führerlerin talimatları eksiksiz yerine getirmelerine bağlıdır. Onun için bu konuda en ufak taviz verilmez. Parti binalarında küçük Führerler bir nevi bağlı oldukları liderlerin özel ispiyon sekreterleri şeklinde konuşlandırılmışlardır.
Gerçekten de taban davasına sadıktır. Ancak davaya sadakatle bağlanmak teşkilat içerisinde ne oluyor ne bitiyor bunu idrak etmeye yetmiyor. Hakeza arka planda ne var ne yok sorgulamaksızın analiz edilmediğinden gönül verdiği davanın bir şuuraltı boşalma hareketi olduğu gerçeği görülemeyebiliyor. Dolayısıyla deney, gözlem ve ilim olmayan bir yerde gerçeğin fark edilmemesine şaşmamak gerekir. Böylesi ortamlarda bulunanlara ilim nedir sorulduğunda, hemen eline tutuşturulmuş reçeteleri ve içi boş sloganları cevap olarak gösterir. Kendisi asla bir kelam etmez. Şayet kendisine deney ve gözlem nedir sorulursa vereceği cevap “Örgüt hiyerarşisi ve uygulamalarıdır” deyip geçiştiriverir. Hele bir insan kendini sorgulamanın olmadığı herhangi bir teşkilata üye olmaya bir görsün o insan artık hiyerarşik teşkilat yapısı içerisinde serbest hareket edemeyeceği gibi kendi özgür fikrini de beyan edemeyecektir. Hatta kendisi entelektüel düzeyde bir fikir sahibi olsa da fikrini izhar edemeyeceğinden engin fikriyatı kendiliğinden firar etmiş olacaktır. Ortada tek firar etmeyecek fikir vardır ki, o da sadece yanılmaz otoriterlere ait söz ya da demeçler olacaktır. Fikirsizler ise malum istese de bağlı olduğu liderinin söylediği sözün dışında hiçbir fikre itibar etmeyecektir. Çünkü onlar için liderin düşüncelerine bağlı kalmak esastır. Bu nedenle bağlı olduğu liderin fikriyatından apayrı farklı düşüncelere yelken açmak teşkilata ve davaya ihanet olarak addederler.
Hiç kuşku yoktur ki tartışılmazlık çağımızın en büyük hastalığıdır. Dahası ilim ve tefekkürden yoksun yığınlara özgü bir klinik tablodur. Bu öyle klinik bir tablodur ki; her türden sulta liderler bu dünyadan çekip gitseler de arkalarında nefret ve kin tohumları ekerek gitmekteler. Üstelik bu dünyadan göç ettiklerinde “oh be gittiler de kurtulduk da” diyemiyoruz. Zira yanılmaz sultaların ardından bıraktığı kin, nefret ve öfke tohumları miras bıraktıkları teşkilat ağına ve teşkilat üyelerine pay edilmek suretiyle süreç devam ettirilip karşımıza yeni sulta liderler olarak çıkmaktalar. Böylece üzerinde kara bulutların dolaştığı Türkiye’de aldatılan genç nesiller öfke, kin ve nefret tohumlarının kurbanı olurlar. İşte yeni nesil bu tür oyunlarla yanılmaz lider sultaların türettiği çirkin ve şeytanca oyunları yüzünden uçuruma sürüklenmişse, yapacağımız tek şey derhal ruhi boşluğa düşmüş genç kuşağı çağımızın nefesi Mevlâna’nın ‘Ne olursan ol yine gel’ mesajıyla buluşturmak olmalıdır.
Velhasıl-ı kelam, genç nesiller ancak ve ancak Gönül Sultanların rehberliğinde manevi aydınlığa kavuşabilir.
Vesselam.