Gerçek anlamda Marksizm, Türkiye’de damgasını 1960-1970’li yıllarda vurmuştur. Birçok fikri akımlarda olduğu gibi, ülkemize sonraları ithal edilen kendisi bir Yahudi asıllı olan Karl Marx’ın temellerini attığı Marksizm bir zamanlar aydınımızın gözünde tek kurtuluş sihirli değnekti. Hatta aydın olmanın biricik şartının Marksizm’den geçtiğine inanılıyordu. Belirleyici vasıf Marksist olmaktı hep. Bütün bu önyargıları Türkiye yaşadı ve hala da yaşıyor. Oysaki Türkiye’de Marksizm’in kabulü, sloganik olmaktan öteye geçemedi. Sloganlar birçok insanların zihnini esir almıştır. Nice körpe dimağlar içi boş kuru kavramlar uğruna maceraya sürüklendiği gibi canı pahasına bu uğurda fedai olur da. Üstelik eline tutuşturulan ve kurtuluş diye yutturulan reçetenin yaşadıkları çilenin dinmesine deva olacağına inandırıldılar. Bu yüzden Cemil Meriç bu hazin durumu; ‘İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleridir’ diye tanımlamıştır.
Kendilerini entelektüel sanan birçok yarı aydın, bu deli gömleği giymişti maalesef. Aslında Karl Marx’ı bile tam anlamış değillerdi. Oyuncağa ihtiyaçları vardı. Anlaşılan bu ihtiyacı gidermek için Marksizm gönüllerindeki manevi boşluğu doldurmak için bir meşguliyetti sadece.
Sübjektif dünyadan bihaber olan entelektüellerin alınyazısıdır oyalanmak. Hareket noktası madde olan insanların elinden başka bir şey gelmezdi zaten. Değerler, ahlak kaideler, din faktörü onların gözünde bir hiçtir. Din ile pozitivizmi birbirine rakip göstermek maharetleridir. Bu hem sosyolojik olarak hem de felsefi olarak böyledir. Oysa akl-ı selimin gereği; hem maddi hem de manevi dengeyi bulmak ortak kabul olmalıydı.
Marksizm, XIX. asrın buhranlı döneminde doğdu. Onun için Marksizm’e bunalımın çocuğu diyenler çok haklıdır. Gerçi XIX. yüzyıl öncesi Marksizm’i çağrıştıran birçok değişik sosyalizm fikirler de vardı, ama sonuç itibariyle eskisiyle yenisiyle bu fikirler mülkiyetten yana ya da tam karşıtı tarzında özetlenebilir. Marksizm bir ideoloji, bir sistem olarak ayak basmıştır bu dünyaya. Bugün gelinen noktada Marksizm’in tüm versiyonlarının ortak paydası, ekonomik eşitlik ve siyasi özgürlükten dem vurmalarıdır.
Bütün sosyalist akımlara damgasını vuran Marksizm, bu akımları kendi kalıbına sokuyordu. Hatta bu durum ikinci enternasyonalden sonra Marksizm’in daha da hâkim olmasını sağlıyordu. Üçüncü enternasyonalde ise ihtilal karşıtı olanlar diye ayrışıyorlardı. Buna rağmen Marksist renge bürünmüş sosyalizmin ortak noktası kamu mülkiyeti ile plan ekonomisinin benimsenmesidir.
Üretim araçları üzerinde kamu mülkiyeti ile piyasa ekonomisinin yerine plan ekonomisinin geçirilmesi tarzındaki temel anlayış ise 1930 yılları sonrası sorgulanmaya başladı. Özellikle Alman ve İskandinav partilerinde bu fikirlerden feragat edildiği gözlenmiştir, derken zaman içinde vazgeçilmiştir.
II. Dünya savaşından sonra piyasa ekonomisi ve özel mülkiyet fikri vazgeçilmez unsurlar olarak dünyada yerini aldı. Dolayısıyla sosyalizm reçetesi kitlelerle cazip gelmiyordu artık. Böyle olunca da artık batıda ki sol akımlarda, plan ekonomisi yerine ‘Refah devleti’nden söz edilmeye başlandı. Yükselen bu yeni misyon, 1970’lerde doyma noktasına ulaşınca refah devleti fikrinin daha ‘rasyonel’ olması gerektiğinden bahsedilir oldu. Batıda solun geçirdiği serüvenin son noktası, topluma sosyal adalet götürmek için ‘Rasyonel refah devleti’ kurulması yönündedir.
Bir başka dönüşümde, başta Sovyetler Birliği olmak üzere Doğu Avrupa da komünizmin çökmesi olayıdır. Böylece üçüncü enternasyonalin açtığı devrimci ve diktatoryal Marksizm’in bütün dünyanın gözü önünde yıkılışına şahit olduk. Gerçi Batı solu veya sosyal demokrasisi her zaman komünizme iyi gözle bakmamış ve sosyalizmin gayelerine ters bir rejim olarak nitelemişlerdir, ama yinede bütün bu toz duman içinde arta kalan soldan günümüze, ‘ekonomik eşitlik ve siyasi özgürlük’ şeklinde iki ana fikir miras kalmıştır.
Batı’daki ‘yeni sol’ diye takdim edilen reçete üzerinde ise ciddi eleştiriler söz konusudur. Özellikle İngiltere de Tony Blair liderliğinde yeni sol dünyada yankı buldu ve bu yeni sol’un; ‘liberal konsept ve sosyal demokrasi’ makyajla piyasaya sürüldüğü de bir başka dalga olarak karşımıza çıkmakta. Öyle ki İngiltere’de başlayan bu yeni akımı siyasal liberalizmle demokratik sosyalizmin bir sentezi olarak niteleyenler de var. Dolayısıyla İngiltere’de esen bu rüzgâra, gerçek sosyal demokrasi budur diye erken hevese kapılanlarda oldu.
Evet, sil baştan yeniden solun tanımlanması ve değişim geçirmesinden bahsedenler hızla çoğalmakta. Nitekim Rusya, Bulgaristan ve Doğu Bloğu ülkelerinin sosyalizme göz kırpmaları, İngiltere’deki yeni sol hareketinin dalga dalga esmesi Türkiye’de sol açısından ümit kapısı olmaya başlamıştır. Dahası dünyada dönüşen solun, ülkemize yansıması; ‘ulusal sol ve evrensel sol’ ikilemi tarzında tezahür etmiştir.
Ulusal sol ile evrensel sol’un ayrıştığı noktalar, birinin dünyayla bütünleşmeyi esas alması, diğerinin ise milliyetçiliği (ulusalcılığı) ilke edinerek Türkiye sınırları içerisinde kendine özgü bir sol söyleme sahip olmasıdır. Besbelli ki daha uzun bir süre daha, ulusal sol ve evrensel sol tartışılacağa benzemektedir. Belki bu iki ayrışmayı sentezleyecek birileri de çıkabilir. Kim bilir, kendi gerçeklerini inkâr etmeden dünya ile bütünleşmiş sol akım da doğabilir.
Türkiye’de solun dünyadaki diğer örneklerinden ayrıştığı birçok yönlerin varlığı söz konusudur. Dünyada sol merkeze karşı bir konumda gelişirken, Türkiye’de ki sol ise bizatihi merkezden üretilen bir kavram ve formül olarak karşımızda duruyor hep. Dahası ülkemizde daima tepeden inmeci bir yöntemle halka benimsetilmeye çalışılan bir sol anlayışı egemen durumda. Hala batılı anlamda geniş hürriyetlerle donatılmış siyasi özgürlüğe inanan bir sol hareketin olmaması ciddi bir boşluk doğuruyor. Türkiye’de klasik bir sol geleneğin siyasi özgürlüğün teminatı olarak ortaya çıkmaması ve hala bir sosyal adalet programının olmaması düşündürücüdür.
Türkiye’deki sol anlayışla, batıdaki sol anlayış arasında ciddi uçurumlar var elbet. Bizdeki sol, kaynağını batıdan almakla birlikte merkezi bir role girmekten ibarettir. Yerli solcularımız, batıdaki efendilerinden gerektiğinden daha keskin sosyal demokrat kesilmekle birlikte bütün gayretlerin sloganik bir gösteriden öteye taşıyamadıkları anlaşılmaktadır. Özde bir şey yok, ama sözde her şey var gibi gözüküyor. Siyasi özgürlükten ve sosyal adaletten ne anladıklarını bilmem anlatmamıza gerek var mı? Uygulamaları ve icraatları ortada... Halktan kopuk bu Türkiye’deki sözde sol akımlar bugüne kadar eleştiriden başka ne iş yaptılar ki? Bütün faaliyetleri eleştiri, eleştiri, eleştiri.. Laf var, maalesef icraat desen hak getire.
Evet, Sol dünde kimlik arayışında boğuldu, bugünde. Nasıl mı? Yarınları ise siz tahmin edin. Düşünsenize bugün geldiğimiz noktada bir bakıyorsun CHP, habire kendisini Atatürk’ün partisi diye tanımlamakta. Oysaki Savaş Açıkkaya’nın “Solun Türk Devrimiyle imtihanı” adlı kitabında yer alan Mihri Belli ile 2007 yılında yaptığı üç söyleşisine baktığımızda hiçte her şeyin şişede durduğu gibi durmadığı gözüküyor. Dahası bugünkü CHP’nin söylediklerinin tam aksine Atatürk CHP’si ile problemli olduğunu, zoraki kendini Atatürkçü bir parti konumunda konumlandırmaya çalışmasından kaynaklanan bir bağlantısının olduğu anlaşılmaktadır. Hele ki Atatürk sonrası CHP’nin çok partili döneme geçişteki hal vaziyetine baktığımızda halktan bir türlü yüz bulamayan bir parti konumuna düştüğü görülecektir. CHP bu durumda ikide bir halktan yediği şamarla bunalıma girip Atatürkçülük dışında hayali söylemlere yelken açmak ihtiyacını hisseder. Nitekim İsmet İnönü Milliyet Gazetesine verdiği bir beyanatla Atatürk’ün kurduğu partiyi Orta’nın Solu parti olarak ilan etmek durumunda kalır bile. Ancak Atatürk’ün hayatta iken bile kullanmadığı “Sol” kavram ibaresinin en yetkili ismi İsmet İnönü’nün ağzından dillendirilmesi bir anda CHP’nin ağır toplarından Tahsin Benguoğlu ve Kasım Gülek’in tepki göstermesine ve parti içinde kafa karışıklığına yol açmasına ziyadesiyle yetmiştir. Tıpkı bu kafa karışıklığı Lenin’in Bolşevik İhtilaline giden yolda Sovyet işçileriyle birlikte kurduğu “Sovyet” adlı teşkilat çatısı “Bolşevik ve Menşevik” çekişmesini beraberinde getirdiği gibi CHP’de ise Devletçi kanat ile Orta’nın Solu kanat arasında çekişmeyi beraberinde getiren bir durum ortaya koyar. İşte bu kafa karışıklığı içerisinde 1965 genel seçimlerine gittiklerinde CHP yine halktan yüz bulamayacaktır. Ancak bu seçim yenilgisi partinin sol kanadındaki Bülent Ecevit’in Atatürkçülük söylemlerinin dışında Orta’nın Sol söylemine yönelmesi hızla yükselmesinin önünü açacaktır. Hele ki 1969 seçimlerinden de CHP yine yenilgiye uğrayıp halktan büyük darbe alınca ister istemez Milli Şef İsmet İnönü’yü sağlığında iken parti içinde koltuğundan devirip partinin genel sekreterliğinden genel başkanlığına geçerek adından söz ettirecek konuma yükselir. Ecevit, hem nasıl İnönü’yü koltuğundan etmesin ki, bakın 12 Kasım 1969 yıllarında ulus gazetesine verdiği demecinde; artık 1920-1930 yılların tutucu Atatürkçü satıh üstü devrimci söylemlerin tam aksine CHP’nin hiçte alışık olmadığı Atatürk’ü de aşabilecek türden Orta’nın Solu ideolojisine dayalı bir devrimci söylemlerini ortaya koyarak dikkatleri üzerine çekecektir. Nitekim Ecevit, dikkat çeken söylemlerini sadece ulus gazetesine değil daha da değişik mecralarda şu şekilde görüşlerini şöyle ortaya koyar da:
-Bazı kötümser kişiler, Atatürk’ün ölümünden otuzu aşkın yıl sonra, hâlâ Atatürk özlemi içindedirler. (Bunlar) kendi toplumlarına o kadar güvensizdirler ki, illa Atatürk dirilsin veya bir başka Atatürk çıksın da kendilerini kurtarsın isterler. Ölümünden otuzu aşkın yıl sonra Atatürk, kendini Türk toplumuna, bu kötümser kişilerin aradığı kadar aratıyor olsa idi, Atatürk’ün başarılı olmadığına hükmetmek gerekirdi. Oysa Atatürk’ün başarısı, Türk toplumun Atatürksüz yürüyebilmesidir.
İşte Ecevit’in yukarıda söylediği ifadelerinden de anlaşıldığı üzere partisinin çağın gerisinde kalmış sırf Atatürk ekseninde yürütülmeye çalışılan politikalarına eleştiriler getirmesine getirdi ama tutucu partisinden “Geçmişi inkâr edemezsiniz” şeklinde itirazlarla karşı karşıya kalıp çok sert tepkilere maruz kalacaktır. Ecevit yine de geri adım atmayıp cevaben; Atatürk’ü bir tanrı olarak ele almamak gerektiğini ifade etmesinin yanı sıra Atatürk’ün yaptığı devrimlerin bir somut yanı olduğunu birde sürekli devrimcilik şeklinde soyut yönü olduğunu, dolayısıyla bu ikisi birlikte olursa ancak gerçek anlamda Atatürk devrimcisi olunacağını dile getirmekten de imtina etmez.
Evet, Bülent Ecevit sadece bu tür söylemlerde bulunmakla kalmaz, söylemlerini eyleme döküp İsmet İnönü’nün 12 Mart muhtırası ve akabinde kurulan Nihat Erim hükümetine destek oluşuna ise genel sekreterlikten istifa ederekten fiilen tepkisini gösterir. Derken Ecevit bir yıl sonra yapılan kurultayda Genel Başkanlığa seçilmesinin akabinde istifa eden milletvekilleri “Artık CHP Atatürk’ün partisi olmaktan çıkmıştır” diyerek ortak bildiri yayınlayacaklardır. Onlar bildiri yayınlaya dursunlar, Ecevit’in besbelli ki kafasında kurguladığı devrimcilik anlayışında muhtıralardan ve darbelerden medet uman ya da Baasçı bir darbe yapma heveslisi Doğan Avcıoğlu’nun başında bulunduğu Yön Harekâtının ortaya koydukları şiddete dayalı Gardrob Atatürkçülüğü savunmak yerine parlamenter sistem içerisinde kalarak sosyal demokrat bir devrimcilik anlayışını savunmak vardır. Nitekim hiç unutmam 12 Eylül öncesi gençlik yıllarımda Agah Oktay Güner’in Bayburt’ta MHP mitinginde CHP’yi yerden yeri vuran konuşmaları eşliğinde biz ülkücü gençlerde adeta kendimizden geçerekten “Komünistler Moskova’ya” slogan atarak miting alanını coştururduk. Tabii bu büyük coşku karşısında Agah Oktay Güner’de bizim attığımız sloganların boşa olmadığını CHP’nin komünistlerle bir şekilde bağlantısını ispatlamak adına bizlere Ecevit’in Fransız basınına verdiği demecini delil olarak gösterir de. Ve sözlerinin devamında şöyle der:
-Ey Bayburtlu hemşerilerim! İşte görüyorsunuz ya, Ecevit Fransız Gazetesine “Devrimi tokmağı kırarak değil, kızıl tokmağı çevirerek gerçekleştireceğiz” şeklinde verdiği demeçle aslında Bülent Ecevit’in zihin kod dünyasında saklı tuttuğu devrimcilikten maksadın tokmağı kırarak değil usul usul tokmağı çevirerekten devrimi getirmek olduğudur.
Gerçekten de Ecevit’in 1970’lerde ki CHP liderliği dönemindeki söylemleri ve Fransız Le Monde gibi gazetelerle ilişkisi göz önüne alındığında Agah Oktay Güner’in Fransız gazetesine atıfta bulunarak ileri sürdüğü iddiasını doğrular niteliktedir. Ecevit’in o yıllarda bu tür açıklamalar yapmakla bir yandan dış dünyaya bundan böyle siyasi stratejisini devrimcilik ekseninde yürüteceğinin sinyalini verirken diğer yandan da içe yönelikte Doğan Avcı önderliğinde ki Yön Hareketinin Gardırop Atatürkçülüğünü sorgulayaraktan kendisini ihtilal heveslilerinden ayrı bir çizgide konumlandırdığının sinyalini vermiş olur. Gerçekten de Türkiye’de geleneksel komünist/sosyalist devrimci söylemlerde “tokmağı kırmak” ibaresi şiddeti çağrıştıran radikal bir anlayışa karşılık gelirken tokmağın “kızıl” ibaresi de sosyalizmi sembolize eden kızıl rengi ifade eden bir ibaredir. Ancak görüyoruz ki Ecevit’in, hiç arzulamadığı radikal sol söylemlerde yerini bulan “tokmağı kırmak” ifadesi yerine “tokmağı çevirmek” ifadesini kullanmasının tercih nedeni mevcut sistemi barışçıl yollardan dönüştürme arzusuna karşılık gelmesinden dolayıdır. İşte Bülent Ecevit’in alışılmışın dışında estirdiği bu hava zaman içerisinde bir bakıyorsun partinin Sosyalist Enternasyonal’e üye olmasını beraberinde getirdiği gibi artık Atatürk’ün kurduğu CHP’nin CHP olmaktan çıkıp sırasıyla Ortanın Solu, Devrimci Sol, Sosyal Demokrat, Demokratik Sol vs. çizgilerde siyaset izlemeye çalışan bir parti hüviyetine dönüşmesini de beraberinde getirdiğini görüyoruz. Öyle ki, 12 Eylül öncesi atmosferinde Devrimci Sol örgütlerin üniversitelerde orak çekiç flamalarla “Enternasyonal Sosyalist” marşı söyleyecek kadar işin boyutu daha da başka alanlara kaydırmaları neticesinde ister istemez milletin bağrından çıkan Ülkücülerin de bu durum karşısında Bozkurt flamalarla “Çırpınırdı Karadeniz” marşı ile tepki vermesine sebebiyet teşkil edecektir. İşte o gün bugündür Türkiye Sol’u kökü dışarda ideolojik akımların etkisinde değişik isimler altında varlıklarını sürdürüp bugünlere gelirken, Ülkücüler ise yine 12 Eylül öncesinde olduğu gibi milliklerini korumasını bilip Ülkü Ocakları, Nizam-ı Âlem ve Alperen Ocakları isimleri altında Bozkurtluklarını devam ettirebilmişlerdir.
Vesselam.
Not: Türkiye’deki Sol’un Serüveni hakkında daha kapsamlı bilgi edinmek isteyenler KDY yayınlardan çıkan “Masonlar-Marksistler-Kapitalistler Ve Biz” adlı eserimi aşağıdaki linkten temin edip bilgi edinebilirler:
https://www.kitapyurdu.com/kitap/masonlar-marksistler-kapitalistler-ve-biz/648527.html&filter_name=selim+gurbuzer
Masonlar Marksistler Kapitalistler ve Biz