Selim Gürbüzer


MEDENİYETLERİN TARİHİ KAYNAKLARI

Bilindiği üzere her medeniyetin beslendiği ilham kaynağı ve kendine özgü idealizmi vardır.


Bilindiği üzere her medeniyetin beslendiği ilham kaynağı ve kendine özgü idealizmi vardır. Dolayısıyla her medeniyetin gücü ilham kaynaklarından beslendiği ölçüde boy vermektedir. Tabii boy verirken de insanlığa katkısı müspet ya da menfi yönde olabiliyor. Nasıl mı? Roma medeniyetinin katkısı din, Çin medeniyetinin katkısı faydacılık, Hint medeniyetinin katkısı metafizik düşünce, Avrupa medeniyetinin katkısı ise ideolojidir.

Medeniyetlerin ilham kaynakları deyip geçmemeli. Çünkü gök kubbe idealizmine güç veren sinerjik etki beraberinde Mezopotamya medeniyetini getirmiştir. Böylece Mezopotamya medeniyeti gökyüzü hayranlığı ile bütünleşmesi bir yana başka medeniyetlere de beşiklik etmiştir. Hakeza erotizm, incelik ve yaşama duygusu gibi değerlerde Roma medeniyetinin bir meyvesi olarak sahne almıştır.

Gökyüzü her hangi bir iklime değer katar da toprak katmaz mı, elbette katar. Bakın o söz konusu toprağın derin çekiciliği Mısır’a bir başka medeniyet kazandırmıştır. Her ne kadar Mısır, toprağın derinliklerine dalıp korku duygusuna kapılmışsa da, bir zaman gelmiş o korku duygusu korku imparatorluğuna dönüşecektir. Artık korku egemenliği Mısır piramidinin en üst doruğuna konumlanmıştır. Adeta bu konum piramidin bu üst mertebesi olarak korku salan bir egemenliği ifade edecektir. Hele bir ülkenin toprağına egemenlik duygusu yerleşmeye bir görsün onu bir daha çıkarmak pekte kolay olmayabiliyor. Neyse ki bu egemenlik duyguyu yenecek ilk gücü Hz. Yusuf’un Züleyha'ya başkaldırışında görebiliyoruz. Yani, Yusuf (a.s) Züleyha'nın arzularına teslim olmaz. İşte bu teslim olmama başkaldırışıdır ki Mısırın ruhunda merhamet aşısı oluşturmaya ziyadesiyle yetmiştir. Hani derler ya, alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste, aynen öyle de merhamet abidesi bir girişim sonuç verir de. Evet, Züleyha'nın şahsında bütünleşen korku salan medeniyet hamlesi Yusuf Yüzlü Yusuf’un yeşerttiği merhamet iksirine yenik düşmüştür. Bu da yetmez, merhamet aşısı egemen olma hevesine galip gelince Mısırın o hâkimiyet duygusu rafa kalkar da.

Tıpkı Mısırda olduğu gibi Roma’da da egemen olma hevesi ağırlıklı duygu seli bir değerdir. Roma'nın Mısır'dan farklı yanı kendi dışındakileri aslana parçalatma, çarmıha germe, çivileme ve yakma gibi kendini gösteren bir güç gösterisinde bulunma hevesidir. Bilhassa ilk Hıristiyanlar böylesi güç gösterisine dayalı zulümden çok yara almışlardır. Ama sonunda kazanan biçare Hıristiyanlar olmuştur. Şu da bir gerçek Roma’nın bu egemen güç gösterisi hevesi kötü örnek teşkil etmekle birlikte bir şekilde bugünkü Batı uygarlığının hamuruna hukuk ve şehirlilik gibi değerler katmayı da bilmiştir. Zaten Eski Roma'dan söz edilecekse onları askeri, idari, hukuki ve şehirleşmeye kattığı yönüyle değerlendirmek daha etik tavır olacaktır. Ki; Roma bu söz konusu değerler sayesinde medeniyet olabilmiştir. Hatta bu arada eski Yunan’ın da katkısı inkâr edilemez boyuttadır. Zira katkısı daha çok kültür alanında cereyan etmiştir. Öyle ki, eski Yunan kültürü, Batı insanının muhtaç olduğu ruhi boşluğa ilham kaynağı da olmuştur. Ancak şu da bir gerçek Batıya ilham olan asıl katkı Endülüs Müslümanların kattığı aşılardır. Nitekim Yunan klasikleri Endülüs Müslümanlarının tercüme faaliyetleri neticesinde gün yüzüne çıkabilmiştir. Şayet Batı bu gün yüzüne çıkan bilgilere ulaşamamış olsaydı, belki de bugün batı uygarlığından hiç söz ediyor olmayacaktık.

Evet, Grek medeniyetinde düşünce gelişmesine gelişmişti ama bir şey eksikti, o da malum adaletten bihaber eksikliktir. Hatta adaletin düşüncenin yanında esamesi bile okunmazdı. Nasıl esamesi okunsun ki, düşünsenize Sokrat gibi bilge insanlar Batı düşünce ufkunu açmaya yönelik etken unsur olmalarına rağmen, gel gör ki yaptıkları ufuk turu hamlelerinde çok ağır bedeller ödemişlerdir. Ve birçoğu ölüme mahkûm edilmişlerdir. Tabii ortada darağacında sallandırma anlayışına dayalı bir adalet mekanizması olunca böylesi bir iklimden başka bir şeyde çıkmazdı. Peki, türlü baskılara maruz kalıp darağacında sallandırdılar da ne oldu, nihayetinde ilk Hıristiyanlar zulme karşı direnmelerinin neticesinde er geç bu mücadeleden galip çıkabilmişlerdir. Hakeza bilge insanlarda yaşadıkları dönemlerde kıymeti bilinmese de bakınız aradan asırlar geçmesine rağmen bugün olmuş halen Sokrat düşüncesiyle yaşıyor, yaşayacak da.

Malumunuz uzak doğu deyince akla Çin gelmektedir. Çin'in tarihi sürecinde de tıpkı Grek dünyasındaki zarafete benzer bir yaşama duygusu sıkça görülen bu değer olup Çin Medeniyetinin doğuşuna temel teşkil etmiştir. Tabii bu arada Türklerde Orta Asya'yı mesken tuttuklarından ister istemez Çin’le içli dışlı olmuşlardır. Dahası Türkler VIII. ve XI. asırlar arasında göçebelikten yerleşik hayata geçiş yapmakla hızla medeniyet yolunda mesafe kat etmişlerdir. Böylece ticaret, sanayi ve kültürde de büyük ilerlemeler beraberinde gelmiştir. Elbette ki yerleşikliğe ilk geçişte at, silah ve demirciliğin medeniyet oluşumunda çok büyük payı vardır. Öyle ki; Çinliler ata binmeyi ve koşum takımlarını Türklerden öğrenmişlerdir. Kelimenin tam anlamıyla Türkler göçebeliğin vermiş olduğu dinamizmi yerleşik hayata dönüştürünce medeniyette kendiliğinden doğmuştur. Ne var ki; Moğol kasırgası önüne çıkan her şeyi yakıp yıkarak bir güneş gibi doğmakta olan bu medeniyetin gelişmesini sekteye uğramıştır. Dolayısıyla, Cengiz Han gelişmekte olan Türk-İslam medeniyetini yakıp yıkan lider olarak tarihe geçecektir. Nitekim Cengiz ve Hulagu bu tutumlarıyla birlikte tarihin sayfalarında medeniyet yıkıcı olarak anılacaklardır. Her ne kadar tarihte onlar büyük komutan ya da kahraman asker olarak adından söz ettirseler de ama hiçbir zaman medeniyet kurucusu deha olamamışlardır. Çünkü dehalar yıkıcı değil inşa edici kahramanlardır. Zaten medeniyet muştuları dünyaya yıkmak için değil, inşa etmek için gelirler.

Peki ya Hint? Malumunuz Hint medeniyetinin idealizmi mistik düşünce üzerine kuruludur. Hatta bu coğrafyaya geçte olsa İslamın tasavvuf soluğu da dâhil olur. Ancak bu soluğun birçok engellere maruz kaldığı malum. Nitekim Hindistan’da Ekber Şah yönetiminde gerçekleşen İslam düşmanlığı üzerine kurulu uygulamalar bunun bariz bir göstergesini teşkil eder. Öyle ki Müslüman Babürlüler geleceklerinden çok umutsuzlardı, görünürde bu dikta yönetimle baş edilebilecek gücü kendilerinde göremiyorlardı, adeta dipsiz kuyuya düşmüş gibilerdi. Hatta Müslümanlar namazlarını bile gizli kılar hale gelmişlerdi. Neyse ki böylesi bir elim vaziyette Hz. Ömer (r.a)’ın 29. göbekten torunu 17 yaşında zahiri ilmi bitirmiş aydınlık güneşi İmam-ı Rabbani (k.s) bir umut ışığı olarak devreye girer de umutlar yeşermeye başlar. İşte söz konusu bu genç, Hindistan’ın eski başkentlerinden Agra’dan başlattığı hareketin fitilini yakıp ardından Serhend’e dönmüştür. Döndüğünde de tüm bozuk cereyanlara karşı yazdığı risalelerle adından aydınlık güneşi olarak söz ettirmiştir. Yetmedi bir taraftan da etrafa gönderdiği mektuplarla Müslümanların uyanışına vesile olmuştur. O babasının vefatıyla birlikte çıktığı Hac yolculuğunun ardından Delh’te büyük bir şeyh Hâce Muhammed Bakibillah’le karşılaşmış ve bu büyük buluşmanın akabinde Hâce Muhammed Bakibillah (k,s) onun ilerisinde büyük bir zat olacağını sezmiş olsa gerek ki, Hocası Hace Emkenegi’nin işaretiyle Hindistan’ın Serhend şehrine göndermiştir. Ve sonunda Serhend ışık kandiline kavuşup aydınlanır da. Dahası bu ışık Serhend'le sınırlı kalmayıp Ekber Şah’ın bulunduğu Ekber Abad şehrine de yayılır. Öyle ki; Nakşibendî tarikatının feyzi bereketi dalga dalga yayıldıkça zaman içerisinde Ekber Şah’la başlayan zorbalık, oğlu Cihangir tahta geçtiğinde yumuşamaya terk etmiş, böylece onları da takiben işbaşına gelen hükümdarlar bir öncekinden daha merhametli ve adil olur bir hüviyete bürünüp büyük bir değişim gerçekleşir. Gerçekten de öncekilerden daha bir farklı ve dini bütün Evrengzib Han tahta oturduğunda en nihayetinde halk rahat bir nefes alacak duruma gelir. İşte böylesine sessiz sedasız gerçekleşen aydınlanmanın baş mimarı hiç şüphesiz İmam-ı Rabbani’den (k.s) başkası değildir. O Faruki meşrebiyle (iyiyi kötüyü ayıran) irşat hareketini tamamladıktan sonra her fani gibi 1624 yılında ardından dört yüz halife bırakıp ahrete öyle kanatlanır. Her şeyden öte o sadece Hindistan’ın gönlünde yer edinmemiş, şimdi o tüm Müslüman âleminin gönül tahtındadır. Onun feyzi bereketi kıyamete kadar yaşayacakta.

Besbelli ki Medeniyet oluşmadan önce bir duygu, bir ruh, bir romantizm seli devreye girmektedir. Dolayısıyla sübjektif gerçekleri göz ardı edemeyiz. Zira medeniyetlerin oluşumunda sübjektif değerler en önemli temel maya olmakta. Zaten bu maya olmadan medeniyet hamlesi vuku bulmaz.

Aslında batı uygarlığının köklerinde Roma ideali ve Yunan antik yaşam kültür harcı mayası vardır. İşte bu iki ruh kökü aynı potada mayalanıp keşfe ve tekniğe dönüştüğünde bu kez ruh kökünde sapmalar nüksedip değişik modeller sahne almıştır. Şöyle ki:

-Siyasette Makyavelizm,

-Dinde Kilise sultaları,

-Felsefede pragmatizm,

-Ekonomide kapitalizm,

-İdeolojide komünizm, faşizm gibi akımlar türemiştir. Şurası muhakkak ideolojilerin ömrü bir asrı geçmiyor, nasıl geçsin ki ilham kaynağı Batı diyalektiğidir. Bakmayın siz öyle batının cilalı görünümüne, aslında bu görünümün altı kaynayan kazandır, kazanın içi birçok çelişkiler yumağını bağrında taşıyor hala. Sürekli birbirinden zıt iç ve dış çelişik ağlarla savaşır durumdalar. Bakalım bu kazan nereye kadar kaynamaya devam edecek, bakıp göreceğiz elbet. Şayet bu çekişmeye son vermezseler hiç kuşkunuz olmasın bu durum batının kendi kendine intiharı demek olacaktır. Baksanıza şimdiden uygar dünya kendi içinde tehlike sinyalleri vermeye başladı bile. Eninde sonunda batı dünyası için de çöküş kaçınılmazdır. İslam’ın dünyada hızla yayılmaya yüz tutması ve yeniden medeniyet olarak doğma ihtimali güçlendikçe Batıyı karalar bastığı muhakkak. Artık eskisi kadar doğu insanını sömürmek pek kolay olmayacaktır. Yakın bir gelecekte belki de Doğu dünyası Batı’yı fethedip insanlık necat bulacaktır. Baksanıza Said Nursi Hz.leri sanki bu durumu sezmiş olsa gerek ki; Osmanlı Batı’ya gebe, Batı Osmanlı’ya gebe demekten kendini alamamıştır. Dün olduğu gibi yakın gelecekte de Güneş Doğudan doğacağına umut varız da. Zira bizim umutla beklediğimiz medeniyet oluşumunun ilham kaynağı da vahiydir. Yıkılmakta olan Batı uygarlığının beslendiği kaynak ise ideolojidir. İşte bu ideolojik tutkunluğun yansıması olarak Bosna, Çeçenistan, Irak, Suriye, Filistin ve dünyanın birçok yerinde kanayan hadiselere bakılırsa Batılı huylu huyundan vazgeçmeyecek bir barbarlık içerisinde kendi ayağına habire kurşun sıkmakta. Hala Romalı tavrı sergilemeye devam etmekle aslında kendi sonlarını hazırlamaktalar.

Teknoloji elbette ki büyük bir nimettir. Ancak maneviyat olmazsa ne işe yarar ki. Bakınız Batı teknoloji alanında zirve yaptı yapmasına ama bir türlü huzur bulamıyor. Batı tarihi süreç içerisinde kilisenin sultasından kurtuldu da ne oldu ki, şimdi de gelinen noktada makinenin esaretine yakayı kaptırmış durumda. Bu da yetmez kendi ürettikleri ideolojilerin tutsağına düşüverdiler. Oysa insan ruhunun susuzluğunu giderecek kaynak Doğu’dadır. Şayet akılarını başlarına toplayıp yüzlerini Doğu revakına çevirirlerse işte o zaman aradıkları ruhi özgürlükle buluşmaları an be an mümkün hale gelebilir. Zira asıl hürriyete Allah’a abd olmakla kavuşuluyor. İslam’da asla eşyaya ve dünya metasına kul olmak yoktur, sadece Allah’a kul olmak vardır. Zaten gerçek özgürlüğe kavuşmak kula kul olmakla değil, Allah’a kul olmakla vuku bulmakta.

Orta çağ medeniyeti aynı zamanda bir Hıristiyan medeniyetidir. Bilindiği üzere XIV. asırda inancın yerini kan almaya başlayınca Batı toplumunda çözülmeler baş gösterip akabinde Hıristiyanlaşmayı beraberinde getirmiştir. Ve bu durum Rönesans’a kadar sürdürülebilmiştir. Dahası Rönesans kilise sultasına karşı verilen bir mücadelenin sonucu doğmuştur. Böylece Rönesans’la birlikte bu kez ruh köklerinden kopuk salt akıl tahta oturmuştur. Yani bu demektir ki Batı dünyası bu kez aklın karaya oturacağı bir krizle karşı karşıya kalacaktır. Ki, gün gelir Batı dünyası ruhtan yoksun salt akıl sarmalının kollarında habire debelenip dururda. Bakalım bu akıl tutulması sarmalından nasıl kurtulacaklar, doğrusu bizim içinde merak konusu. Aslında bu sarmaldan kurtulmanın reçetesi var olmasına var ama ne yazık ki pek talep edeni yok gözüküyor. Oysaki insanlığın tek kurtuluş reçetesi aklında uzanamayacağı vahyin soluğunda gizlidir. Neyse ki Batı dünyası şu sıralar kurtuluşun ruhun gizeminde kodlu olduğunu daha yeni yeni fark etmeye başlamıştır.

Tarihi süreç içerisinde görülen o ki; Greko-Romen-Hıristiyanlık üçgeni bugünkü Batı medeniyetinin sacayağını oluşturmaktadır. Ancak bu yetmez, bu üçlü sacayağını sacayağını aşacak bir hamleye de ihtiyaç vardır. Her ne kadar Batı medeniyetinin duygu eksenini Hıristiyanlık, düşünce biçimini Yunan felsefesi, adalet terazisi Roma hukuku oluştursa da, dedik ya bununla yetinmemeleri gerekir. İlla ki tüm bu unsurları tek bir havuzda toplayacak daha kalıcı ilham kaynaklarının sürdürebilirliği de çok önem arz etmekte. Zira her medeniyet ruh köklerindeki kalıcı ilham kaynaklarından aldığı aşılarla ancak güç gerçeğidir. Şöyle ki:

-Çin (Uzak doğu medeniyeti); Konfüçyüs ve Budizm’den ilhamını alır,

-Hint Medeniyeti; Brahman-Hinduizm’den ilhamını alır,

-Yunan ve Roma ikilisi: Politeizm’den (çok Tanrılılık) ilhamını alır,

- Batı medeniyeti; Hıristiyanlıktan ilhamını alır,

-Doğu Medeniyeti; İslam’dan ilhamını alır.

İşte yukarıdaki sıralamadan da öyle anlaşılıyor ki dinsiz medeniyet oluşumu pek mümkün gözükmüyor. Hem ilim ve din olmaksızın medeniyet oluşumu nasıl vuku bulsun ki. Bir kere her şeyden önce medeniyetlerin temelinde ruh gerçeği vardır. Dolayısıyla Batı dünyası daha yeni yeni bir şeyleri fark etmiş olsa gerek ki şu sıralar sanki Din’e dönüşü gündemine almış durumda gözüküyorlar. Eeeh adamlar ne yapsınlar baktılar ki bir zamanlar çok övünerek dillerine doladıkları pozitivist Rönesans akımı tek başına insanların ruhu susuzluğunu çözmeye gücü yetmiyor, ister istemez bu kez okullaşmanın yanına kiliseyi de eklemek gerektiği düşüncesi zihinlerinde yer etmeye başlamıştır. Derken Batı dünyası tekrar kiliseleriyle, siyasi partileriyle ve eğitim kurumlarıyla bu nedenle ruhsuz uygarlığı Fourier’in dilinden şöyle tanımlar:

.. Medeniyet iki sütun üzerinde yükselir: süngü ve açlık. Dolandırıcılarla namussuzların gönlüne göre bir düzen: hâkim-i mutlak para. Medeni insan nezaket ve terbiye icabı yalancı olmak zorunda. Oysa medeniyet bir nass uğruna boğazlaşmak hem de manasını ve ne işe yaradığını anlamadan. Delil mi isterseniz insan hakları ve hürriyetleri için yapılan katliamlar ortada. Medeniyet üçkâğıtçılara saraylar yaptırır dâhilere kümes…

Bu cümlelerden ister istemez İstiklal şairimiz Mehmet Akif’in; ‘Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ mısralarını hatırlarız. Ki, Akif'in bu çıkışı aslında bir medeniyet düşmanlığı değil bilakis çığırından çıkmış uygarlığa bir tepki çıkışıdır. Hem böylesi nasıl çığırından çıkmış uygarlığa niye tepki göstermesin ki, etrafımıza şöyle bir baktığımızda tüm değerlerimiz alt üst olmuş durumda, saygı sevgi desen hak getire. Hele vatan sevgisinden bahsetsen hemen pek çok insan arsadan pay alma olarak algılıyor. Hakeza erdemlilik deyince para, halk iradesi deyince yığınlar, kadın deyince cinsel meta, iman deyince ateizm olarak algılıyor maalesef. İşte batı uygarlığının tüm dünyaya aşıladığı çirkeflik budur. Ne diyelim şayet bu da uygarlıktan sayılıyorsa, bu kadarına da pes doğrusu.

Yine de siz siz olun sakın ola ki Akif’in sözleri medeniyet karşıtlığı olarak algılamayın. Bilakis bu çıkış medeniyetsizliğe karşı bir çıkıştır. Hatta bu mısralar görünürde volkan patlaması gibi görünse de aslında bu mısraların özünde Türk İslam medeniyetinin yeniden dirilişe geçeceğinin muştusu vardır. İslam tüm insanlığa inmiş en son kâmil bir din olduğundan bu güne dek Türk, Arap, Fars Hint ve Batı medeniyetlerine kaynak olmuş bile. İslam'ın bir güneş gibi doğmasıyla birlikte her medeniyet bu ışıktan kendine düşen payı alıp alt medeniyetler olarak sahne almışlardır. Anlaşılan İslam’ın insanlığa katkı payı çok büyük olmuş. İşte İslam’ın bu medeniyet misyonunu görmezlikten gelip kendilerini çağdaş sananlar aslında çağ dışıdırlar. Hakeza bugün orta doğu ve tüm İslam dünyasında yaşanan perişanlığın temelinde ruh kökünden uzaklaşma gerçeği vardır. Öylesine içler acısı bir tabloyla karşı karşıyayız ki ne gerçek manada ortada medeniyete talip olan bir oluşum var, ne de kültür mirasına sahip çıkan bir nesil.

Madem ortada tamamen başıboşluk bir durum söz konusu, o halde tabiat boşluk kaldırmaz gerçeğinden hareketle tez elden kolları sıvayıp yeniden dirilişe geçmemiz gerektir. Nasıl ki, Peygamberimizin yeryüzünü şereflendirmesini müteakip Mekke ve Medine hayat bulup üç kıtayı kapsayacak göz kamaştırıcı medeniyet gerçekleştiyse, bugünde pekâlâ ruh köklerimizle buluştuğumuzda o eski ihtişamlı dönemlerimizin bir değişik versiyonunu yeniden yaşayabiliriz. Düşünsenize “Bir elde Kuran, bir elde bilgisayar” anlayışının hâkim olduğu bir iklim doğduğunda insanlık yeniden soluk alması an be an mümkün. Kaldı ki İslam çöle hayat vermiş bir din, pekala metropol kentlerde erdemli kentlere dönüşebilir. Malum çöl şartları kent gibi değil, ortam şartları daha çetindir. İşte görüyorsunuz İslam insanlığın en zor yaşadığı şartlarda bile ışık kaynağı olmuştur. Öyle ki İslam’ın o engin çöle inen nur tecellisi bedevi yapıları çözmeye yetmiştir. Bedevi toplumu ilk kez bir medeniyet oluşumuyla yüzleşebilmişti, ancak kabullenmeleri de pek kolay olmadı. Nitekim Bedir, Uhud, Hendek derken ancak bu savaşların ardından Mekke’nin fethi gerçekleşebilmiştir. Elbette ki alışılmış kalıplardan çıkıp bir anda medeni olmak için bedel ödemek gerekiyordu. Ve o bedel ödenir de. Gerçekten de kolay bir süreç yaşanmadı, medeni olmamakta ısrar edenlerin tepkileri acımasız, bir o kadarda sert olmuştur. Medeniyetsizlik bedevi ruhuna öyle işlemişti ki devlet olunduğunda bile Emevi halifelerinin ‘mülk’ tarzında inşa etmiş oldukları saraylardan sıkılıp yeniden çöl hayatına dönüş özlemine kapıldıkları gözlemlenmiştir. Hatta birçok Emevi hükümdarı Şam’ı terk eder hale gelmiştir. Böylece çöl alanlarında mahalleler kurmuşlar, yetmemiş çadırı tercih etmişlerdir. Maalesef anti medeniyet tutumda ısrarcılık onları medeniyetten uzak bir hayata itmiştir. Anlaşılan meselenin temelinde medeniyetsizlik denen bedeviliğin medeniyete başkaldırışın galebe çalması vardır. Bu öyle bir galebe çalmadır ki iliklerine kadar işlemiş olan bedevilik ruhu İslam medeniyetinin hızla yayılması geciktirmiştir.

Evet, sonunda medeniyetle yüzleştik ama bu uğurda çok kanlar döküldüğünü de unutmamak gerekir. Bedevilik ruhu yüzünden bir türlü o özlenen medeniyete yumuşak geçiş sağlanamamıştı. İşte bu medeniyet yürüyüşünde harici ve bedevi kılıç kalkanlarına karşı Hz. Ali (k.v) hilafet içtihadıyla, Hz. Muaviye’de mülk (saltanat) içtihadıyla mücadele verip medeniyetsizliklerini ayyuka çıkarmışlardır. Özellikle tarihte Hz. Ali (k.v) ve Ehli Beyt’in medeni olmaktan bihaber harici militanların kılıçlarına maruz kalmaları gerçekten düşündürücüdür.

Bizde de Hz. Mevlana’nın göçmen Türkmenlerin fevri davranışlarını eleştirmesi gerçeği vardır. Aslında Hz. Mevlana’nın eleştirisi anti- medeniyet tutumlarına karşı bir tavırdır, asla iddia edildiği gibi Türklüğe karşı bilenmek değildir. Hem Hz. Mevlana hem de İbn-i Haldun içinde bulunduğu toplumun kendince anormal gördükleri bir takım ham softa kaba davranışları tenkit etmeleri medeniyete verdikleri öneme binaendir. Her ikisi de yanlış anlaşılmalarına rağmen sonunda kazanan medeniyet olmuştur. Nitekim ilk çıkışlarında göçer konar hayat yaşayan Türkler, İslam’la buluşmanın akabinde Peygamberimizin ‘Göçebeliği bırakın medeni olun’ diye beyan buyurduğu hadisi şerifini gereğini yerine getirmenin neticesinde üç kıtaya yayılacak bir şekilde Türk-İslam medeniyetini gerçekleştirebilmişlerdir.

Vesselam.