Selim Gürbüzer


MEDYATİK MANZARAMIZ

Her şeyi basite indirme amaçlı magazin ve eğlence nitelikli Show’a dayalı hayat tarzını ekran ya da gazete ve dergi sahifelerine taşımak medyacılık sanılıyor.


Her şeyi basite indirme amaçlı magazin ve eğlence nitelikli Show’a dayalı hayat tarzını ekran ya da gazete ve dergi sahifelerine taşımak medyacılık sanılıyor. Değerler alt üst oluyormuş, özel yaşantı alanlar fütursuzca çiğneniyormuş, dış politikaymış, İsrail zulmüymüş ve ekonomiymiş kimin umurunda. Elbette ki yalanın biri bin ettiği böyle bir manzaradan hafızasını yitirmiş toplumun doğması kaçınılmazdır.

      Yapılmak istenen şey gayet basit, beyni uyuşturulmuş düşünemeyen insan tipi üretip toplumu dedikodu kazanıyla oyalamaktır.  Her şeyden öte‘Bir eli yağda bir eli balda’ kesimin kaprisi uğruna toplumu heba etmek marifetten sayılıyor artık. Oysa bu topraklarda çoğunluğun bunca azınlık elit kesimin insafına terk edildiği görülmemişti. Bir de işin içine ideolojik ayırımcılık eklenince yaşadığımız manzara daha da içinden çıkılmaz bir hal alıp geleceğimizi karartıyor. Baksanıza, medya gücünü halktan alması gerekirken kendini elit sanan bir avuç azınlık kaymak tabakanın istek ve temennileri doğrultusunda hareket etmektedir. Öyle ki reklam pastasından pay almak uğruna kendi öz değerlerimizin hiçe sayan yayınların pompalanması neticesinde hem maddeten hem de manen sağlıksız kuşakların doğmasına kapı aralanmıştır. Üzülmemek elde değil, genç beyinlerin zihnine pranga vurulup ruh dünyaları esir edilmektedir, hala bu duruma seyirci kalıyoruz. 

       Malumunuz medya için dördüncü kuvvet denilse de aslında birinci kuvvettir. Çünkü medyamız geldiğimiz noktada etik anlayıştan uzak olduğu için çıkarlarına ters düşen her ne olursa olsun bildik o karalama kampanya metotları eşliğinde rakiplerini diskalifiye etmeye yönelik haberleri servis edebiliyor. Belli ki bunu yaparken gücünü derin ilişkilerden almaktadır. Dahası karşımızda kökü dışarda güçlerden yemlenip kapital güçlerin sözcülüğüne soyunmuş toplumsal aydınlanmayı baltalamak üzere kurulmuş bir düzen vardır.  Maalesef halka tepeden bakan ve halkla hemhal olan anlayışlara kapalı bu tip yapılanmalar var oldukça medyaya yönelik hayıflanmalarımızın ardı arkası kesilmeyecek gibi. 

       Elbette ki ideal anlamda medya anlayışından kastımız; olaylar karşısında analitik yaklaşım sergileyen, “5 N ve 1 K kuralını”  (Ne, Nasıl, Niçin. Ne zaman, Nerede ve Kim) metot edinip haberi kaynağından araştıran ve objektif kriterleri esas alaraktan halkın denetimine açık olan bir medyayı kastediyoruz. Dahası bu tür medyacılık ancak bizim kabulümüz ve baş tacımızdır. Bakalım analitik yaklaşımdan yoksun bu hastalıklı yapımız nereye kadar gidecek, doğrusu bizde merak içerisindeyiz. 

      Şu bir gerçek, bilgi enformasyonu gemimiz şu an hızla su almakta. Üstüne üstük ortada “Gemi batarsa hepimiz batarız” hassasiyeti de tükenişe geçmiş durumda.  

      Tarihe şöyle bir bakınız; Osmanlı’nın asla kendini anlatma diye bir derdi yoktu. Hem niye olsun ki,  bikere Osmanlı’nın kendisini enforme etmesine gerek yoktu ki zaten. Bu demektir ki Osmanlı sistemini adalet ve özgürlükler üzerine inşa ettiği için bu tür şeylere kafa yormaya ihtiyaç duymamıştır. Nitekim yöneticisi ile yönetileni arasında muhabbet iklimi oluşturmuşlardır hep. İster idareci isterse idare edilen olsun her iki tarafta el ele gönül gönüle Allah’a abd olmuşlardı. Allah’tan gayri sahte mabutlara itibar etmiyorlardı. Şu anda yaşadığımız süreçte ise medyanın sürekli pompaladığı içi boş sanal cennet vaatlerine muhatabız. Durum vaziyet böyle olunca sürekli şoklar yaşamaktayız. Nasıl şoklar yaşanmasın ki, baksanıza atalarımız geçici dünyevi lezzetlerin cazibesine kapılmaksızın ‘Yaradana kul olmakla’ mutluluğun şerefini tadıyorlardı. Onlar fakru zaruretler içerisinde bile mutlu ve huzurlu olmasını tüm benliğinde yaşama bilincine varmışken bizlerin de hele düştüğümüz hale bir bakın,  değim yerindeyse tam içler acısı bir haldeyiz. Düşünsenize ceddimiz Osmanlı’ya çok elzem durumlarda bile duyuru mahiyetinde ‘Duyduk duymadık demeyin.’ tarzında kulaktan kulağa yayılan dilden dile aktarılan kültür tek başına ziyadesiyle yetiyordu dersek yeridir. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı enformasyonunda sözlü kültür esastır. Hiçbir zaman sömürgecilik anlayışıyla hareket etmemişlerdir.

      Bir kısım sözde Türk medyası 1950 yıllarından bu günlere geldiğimiz süreçte sürekli başımıza hiç yoktan durduk yere dertler açıp problemlerin aracı olmuştur. Öyle ki bir kısım medya kimi zaman alaylıların, kimi zaman mülkiyelilerin, kimi zamanda güç odaklarının sesi olmuştur. Neyse ki 12 Eylül sonrası Turgut Özal’ın Başbakan olmasıyla birlikte serbest düşünce ve serbest piyasa ekonomik politikalarıyla çok sesliliğe geçiş yapmanın neticesinde insanımız hızla toparlanıp kendi ufkunda zihni değişimler gerçekleştirebilmiştir. Zihni değişim ister istemez kimlik değiştirmeyi beraberinde getirmiştir. Dahası Anadolu insanı tarlasından toprağından çıkıp şehirlere yerleşip adından söz ettirecek güce ulaşabilmiştir. Derken bu kabuk değişikliği sayesinde kentler sol merkezli olmaktan çıkıp Anadolu insanının bende varım diyebileceği bir süreç yaşandı. Fakat bu durum çok uzun sürmedi. Şöyle ki 1990 yılların eşiğine gelindiğinde bildiğimiz o karanlık aktörler yine devreye girip zihni dönüşümün önüne engel olmak adına ister adına kadife darbe denilsin,  ister postmodern darbe denilsin hiç fark etmez her türden antidemokratik müdahalelerle toplumun hızlı bir şekilde kabuk değişiminin önüne geçilmek istenmiştir. Maalesef basın bu tür ortamlarda halktan yana tavır alması gerekirken zinde güçlerden yana tavır alarak derin güçlerle işbirliği yapmayı tercih etmişlerdir. Hiç kuşkusuz bu durum halkı derinden yaralamıştır. Sadece kınlarında durup sırtlarını derin güçlere dayasalar bir noktada görmezlikten gelinebilirdi, ama gel gör ki kınlarında durmayıp değirmenlerine su taşıyaraktan yangına körükle gitme işlevini de üstlenmişlerdir. 

        Medya halka dayalı kendine çeki düzen verip yönlendirilmek yerine tam aksine halkı koyun sürüsü sanıp yönlendirmeyi,  yani toplumsal mühendislik rolü oynamakta halen.  Dahası kendi dar kalıplı dünyalarında belirlemiş oldukları reçeteleri kullanan bir toplum modeli görmek istiyorlar.  Ancak ne var ki dünden bugüne toplumsal mühendislik uygulamalarında tam istedikleri şekilde pek randıman alamamaları onları içten içe derin düşündürüp bu kez başka metotlar denemeye sevk edebiliyor. Şöyle ki toplumu cinsellik ve dedikodu türü magazinsel haberlerle oyalayıp kendi akıllarınca evcilleştirme reçetelerine tabii tutabiliyorlar,  Düşünsenize zaten okuma oranı düşük olan bir toplumuz, birde bunun üzerine yalan asparagas haberlerle insanımızın ruh dünyasını yıkmak ne kadar etik bir yöntem, doğrusu şaşmamak elde değil. Sözüm ona Logoları cüsselerinden büyük malum anlı şanlı medya aktörleri toplumun sempati duyduğu yerli ve milli isimlerle programlar yapmayıp tam aksine ruh köklerine yabancı ve halka tepeden bakan isimlerle programlar yapıp zihinleri karartmak peşindelerdir.  

      Hâsılı kelam; öyle anlaşılıyor ki evlerimizin yatak odalarına kadar bile destursuz girecek kadar ölçüyü kaçıran bir medya anlayışı var karşımızda. Peki, bu durum nereye kadar devam edebilir ki? Ne zaman ki dürüstçe,  namusluca, yalandan uzak ve kendi ruh köklerimizle barışık medya anlayışına döneriz, işte o zaman gerçekleri haykıran medyanın doğuşunun sahne alması an meselesidir diyebiliriz pekâlâ.  

        Vesselam.