Efendi Barutçu


MEHRALİ BEY’DEN MUHSİN YAZICIOĞLU’NA

MUHSİN YAZICIOĞLUNUN ŞEHADETE YÜRÜYÜŞÜNÜN 15’İNCİ YIL DÖNÜMÜNDE SONSUZ RAHMETLE


Ne yazık ki yiğitlik ölüme mâni değildir.”

Ben gidiyom Rüştü beyim ağlama Köz goyup da ciğerimi dağlama Alay gitti beni burda eyleme

Yemen’e de benim ağam Yemen’e Endi m’ola Mehrali bey Yemen’e Gurdu m’ola çadırları çimene Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne Dert benim vallah kime ne”

Yukarıdaki mısralar her dinlediğimizde bizi derin hüzünlere sevk eden Mehrali Bey ağıtındandır. Bu ağıtı Sivaslı TRT sanatçısı Kubilay Dökmetaş’tan dinlemek hüznümüzü biraz daha arttırır. 

Bu ağıtı ne zaman dinlesem Anadolu’nun yiğit evladı, 1970’li yılların ülkücü gençlik lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nu hatırlarım. “Ne alaka?” diyeceksiniz. Bir kere her ikisi de Sivaslıdır, Sivas’ın bağrından yetişmiş evlad-ı vatandır. Mehrali Bey aslen Tiflis’in güneydoğu kesiminde yer alan Borçalı bölgesinin Karapapak Türklerindendir. Mehrali Bey’in hayatı bir destandır. Her ikisinin de hayatları hazin bir şekilde noktalanmıştır. 

Mehrali Bey Karapapaklar’dan oluşan gönüllü alayıyla 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Harbinde Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kumandasında Ruslara karşı büyük mücadeleler vermiştir. Mehrali Bey’in ünü Sultan Abdülhamid tarafından bizzat huzura kabul edilerek kahramanlık nişanıyla mükafatlandırılmıştır. Osmanlı-Rus (93 Harbi) bittikten sonra aşireti ile beraber Sivas’ın şimdi ki Ulaş ilçesinin Acıyurt Köyü’nü kurmuş ve oraya yerleşmiştir. Daha sonra gönüllü alayıyla 39. Tümenin komutanı Miralay Ali Sait Bey’in emrinde Yemen’e gönderilmiştir. Yemen Sana’da sanat mektebinin müdürü Necati Bey’in babası hatıralarında şöyle yazıyor: 

Mehrali Bey isyan bölgesinde asilere karşı kimi zaman elindeki tüfeği ile gençlere taş çıkaracak kadar çevik davranıyor, bir panter gibi korkusuzca saldırıyordu. Onun bu tavır ve davranışları alayı da etkiliyordu. Zira askerlere sadece disiplini değil, gönül bağı da hakimdi. Birbirlerini ağabey kardeş gibi görüyorlar, aralarında örnek bir davranış sergiliyorlar, gövdelerini birbirlerine siper ediyorlardı...

 

Bir akşam üstü Mehrali Bey’in sırtından yaralandığını duyduk. Kardeşi Ali Bey yarasının ağır olmadığını fakat koleraya yakalandığını söyledi. Çadırımda yaslanırken Mehrali Bey’in ölüm haberi gelince yüreğime saplanan bir acıyla sarsıldım! Yıldızların oynadığı berrak bir geceydi. “Yiğitlik ölüme çare değilmiş” diye düşündüm. Çok yakınlarım hakkın rahmetine kavuşmuştu fakat hiçbirisine Mehrali Bey kadar üzülmemiştim. Böyle cesur bir insan dünyaya pek az gelirdi.” 

Muhsin Yazıcıoğlu’nun ataları da Halep Türkmenlerindendir. Kızıl Oğuz boyundan Kızıl Ali Hoca diye bilinen büyük atasının Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Elmalı köyünü kurduğu ve oraya yerleştikleri tarihi kayıtlarda sabittir. 

Bilindiği gibi Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatı da bir destan kahramanı gibi çok fırtınalı geçmiştir. 1970’li yılların Türkiye’sinde Türk milletini çağlar üzerinden aşırıp madde ve manâda kalkındırıp dünya milletlerinin ön saflarına geçirme mücadelesi veren ülkücü Türk milliyetçilerinin önde gelen mücadele adamlarındandır. Belli bir dönem de bu mücadeleyi veren ülkücü Türk gençliğine liderlik eden “serdengeçti”lerden birisidir. Özellikle Ankara’da üniversiteye başladığı yıllarda liderlik vasıflarıyla kısa zamanda öne çıkmıştır. Bu dönemde defalarca kanlı pusulardan kurtulmuş ve birkaç kez tutuklanıp cezaevine konulmuştur. 

Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları ülkücüydüler. Peki kimdi bu ülkücüler?

Toplumu bütünü ile kavramak ve değiştirmek isteyen bir inanç hareketinin mensuplarıydılar.

O kadar gençtiler ki ne kadar büyük işler yaptıklarının belki farkında bile değillerdi. Yan yana geldiklerinde adımlarından yer sarsılır, sesleri dağlarda yankılanırdı. 

“Çankaya yolundayız balam 
Asya’nın bozkurtları 
Gönüllerde aynı ülkü 
TANRI KORUSUN TÜRK’Ü”

Dirilişin iman, heyecan, ümit, coşkunluk istediğinin farkındaydılar. Onun için de gökkuşağını yakalamak azmiyle yola çıktılar. Huzurla örülmüş sevgi ve imanla yoğurulmuş bir aşk medeniyetinin inşasını gaye edinmişlerdi. Milletin fakirliğine, millettin adaletsiz yaşayışına isyan temel duygulardandı. İsyan ahlakını yaşıyorlardı. Hem toplum çapında sosyal adalet hem de küresel adaleti tesis temel duygu kaynaklarıydı. Bu milliyetçiklerinin sosyal bir tezahürüydü. Ülkedeki yangını söndürmek için koştular sonunda kendileri yandılar, onlar:

Delinse yer çökse gök

Yansa kül olsa dört yan

Yüce dileğe doğru

Gideriz yine yayan’

Mısralarında ifadesini bulan bir adanmışlık duygusuna sahiptiler.


 

‘Ülkücülerin hareketi bir ahlak, bir kararlılık, bir vakar ve bir haysiyet hareketiydi. Bu ülkücü nesil hareketinin milletinin geleceğine dair sözleri söyleyecek, hangi taş olursa olsun onun altına elini, gövdesini ve hatta istikbalini ortaya koyacak bir kararlılığın adıydı.

Bu kararlılık sonunu hesap etmeden -sonunu düşünen kahraman olamaz- makam, mevkii mansıp, ikbal, menfaat rüyası görmeden yürüyecek olanların milleti için Bismillah’ıydı.

Muhsin Yazıcıoğlu ve bütün ülkücü neslin hikayesi her zaman inançları uğruna yüreklerini ortaya koyan gençlerin hikayesidir. Bu nesil bir sevdanın peşinde koşuyor bir erişilmeze at salıyor, daima uzayan yollarda menzile varmak için çabalıyordu.

Menzil neydi peki?

Milliyetçi büyük Türkiye, Türk dünyasının birliği, İslam aleminin zilleten kurtulup izzet ve şerefinin yükselmesi ve arkasından bütün insanlığın saadet ve selameti.

Acıların çilelerin çekilmek için olduğunu biliyorlardı. Büyük Türk ülkücüsü Atsız Bey’in

Izdırap çek inleme... Ses çıkarmadan aşın.
Bir damlacık aksa da bir acizdir gözyaşın ;
Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın,
Tek başına dileğe doğru at salmalısın.”

Mısraları onlara güç veriyordu.

Muhsin Yazıcıoğlu ve ülküdaşları hayatın donduğu, canın donduğu hücrelerde üşürken sonsuzluğu özleyen delikanlılardır.

I II

‘Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır  Ben sonsuzluğun düşünüyorum
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum Ey sonsuzluğun sahibi sana ulaşmak istiyorum 
Gözlerim parke parke taş duvarlarda  Durun kapanmayın pencerelerim 
Açılıyor hayal pencerelerim  Güneşimi kapatmayın
Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum    Beton çok soğuk,üşüyorum.’


 

 


 

12 Eylül askeri darbesinden sonra çevresindekilerin yurtdışına çıkması konusundaki bütün ısrarlarına rağmen “cezaevlerinde tutuklanmış yüzlerce binlerce arkadaşım var onları bırakıp gidemem diyerek teklifleri geri çevirmiştir. Bu yüce duruş tarihimizde tıpkı Azerbaycan Milli Marşı’nın yazarı Ahmet Cevat’ın kendisine ailesiyle birlikte Türkiye’ye geçmesini teklif eden dostu Memmedzade’ye: “Sen git, ben de gidersem Azerbaycan’ı kime bırakacağız, yazık değil mi?” cevabında görüldüğü gibi, büyük Türk denizcisi Oruç Reis’in İspanyollarla Kuzey Afrika’da Tlemsan’daki kuşatmayı yarıp Rio Solado Nehri’nin karşısına geçtiğinde geride kalan yirmi kadar levendini gördüğünde hiç tereddüt etmeden nehri tekrar geçerek leventleriyle birlikte çarpışarak şehit olmasında da karşımıza çıkmaktadır. Bu ruh, bu kahraman Türk duruşu günümüzden 13 asır evvel Çin esaretinden kurtulmak için 40 yiğidi ile Çin sarayını 

basan, sonra yanındaki yoldaşları ile Vey Irmağı kıyısına kadar çekilen Kürşat’ta da görülmektedir. Kaçıp hayatını kurtarmak mümkünken kaçmamış, kılıcını çekip “sonuna kadar!” narasıyla çarpışmış ve “ölmüş fakat yenilmemişti”. Tarihimizde yüzlerce örneğini gördüğümüz bu yiğit duruş merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahsında da bir kere daha tekrar edilmişti. 

12 Eylül cellatlarının pençesinde C5’te ve Mamak Askeri Cezaevinde uzun yıllar en ağır işkencelere maruz kalmasına rağmen yüksek bir iman ve cesaretle direnmeyi bilmiş ve hayatını 12 Eylül cellatlarının elinden kurtarmıştır. Sonra adı daha sonra MHP’ye dönüşen MÇP’de siyasete girişi, kaderin kötü bir cilvesi ayrılık yılları… Büyük Birlik Partisi’nin Genel Başkanlığı… bu esnada birkaç kez maruz kaldığı şüpheli trafik kazaları… ve sonunda Kahramanmaraş’ın yüksek yaylalarında Keş Dağı’nın zirvelerinde şüpheli ve hazin bir ölüm -ama inşallah hükmen şehittir- ve 

“Huzur dolu içimde 

Ben sonsuzluğu düşünüyorum

Ey sonsuzluğun sahibi 

Sana ulaşmak istiyorum”

mısralarıyla özlemini duyduğu sonsuzluğa kanatlanışı…

Artık fırtınalı bir hayat fırtınalı bir ölümle son bulmuştur. Cenazesindeki mahşeri kalabalığın en mantıklı izahı, destansı hayatı ve çok hüzünlü bir ölümü kadar inşallah ‘Allah sevdiği kulunu kullarına da sevdirir.’ hadisi şerifine mazhar olmasındandır. 

Siyasetçi Muhsin Yazıcıoğlu için önemli olan, iktidar vizesi değil yüce rabbinin rızasıydı. Bu sebeple de -bütün ülkücü Türk milliyetçileri gibi- milletlerarası güç merkezlerinin ve küresel sermayenin projelerine alet olarak siyasi ikbal sahibi olmak yerine; hak bildiği yolda yalnız yürümeyi tercih edenlerdendir. Zira o yarın rûz-i mahşerde neden cumhurbaşkanı, başbakan olmadın? bakan olmadın? sualine muhatap olmayacağının, Allah’ın emir ve yasaklarına uyup uymadığının sorulacağının şuurunda olan bir insandı.

Burada sözü hemşerisi Zaralı Halil’e bırakıyoruz.

Karlı dağlar karanlığın bastı mı
Kahpe felek ayrılığın vakti mi
Karlı dağlar ne olur ne olur
Asker (Muhsin) ağam gelse yârelerim ey olur ey olur”

 

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’yla ilk görüşmemiz 1975 senesi 15 Nisan’ında, Ülkü Ocakları Genel Merkez Kongresinde Sami Bal’ın Genel Başkanlığa, kendisinin de genel başkan yardımcılığına seçildiği günlere rastlar. Ayaküstü görüşmüştük, bendeniz de o kongrede bir konuşma yapmıştım. O konuşmadan aklımda kalan tek cümle şudur: “Ülkücü konuşmaz, yapar”. 

 

Çok geçmedi, aynı yılın Temmuz başlarında Bursa’da cereyan eden talihsiz bir hadiseden dolayı arkadaşım dünya ahiret kardeşim Mahmut Metin Kaplan ile beraber emniyet güçleri tarafından aranıyorduk. Hakkımızda gıyabi tevkif kararı verilmişti. Hadiseyi duyar duymaz Genel Merkez’den Bursa’ya gelen ilk kişi Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Ben o gelişlerinde kendisiyle türlü manialar yüzünden yüz yüze görüşemedim. Fakat arkadaşım Metin Kaplan’ı daha sonra bir dönem Bursa Ülkü Ocakları Başkanı ve Bölge Eğitimcisi olan Süleyman Ünsal’la birlikte kaldığı evde bulmuşlar. Kendisine “Şunu biliniz ki Ülkü Ocakları Genel Merkezi olarak her zaman yanınızdayız” diye desteklerini ifade etmişler. Bunu ben daha sonra öğrendim. 

Akabinde biz 21 Temmuz 1975 tarihinde adaletin tecelli edeceği inancıyla Bursa Cumhuriyet Savcısı Hulusi Güney Bey’e teslim olduk, tutuklandık. Uzun mahkeme ve tutukluluk yılları esnasında hangi cezaevine nakledilsek Muhsin Yazıcıoğlu kendine has vefa duygusuyla bizi aradı, sordu. Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı esnasında defalarca özel ziyaretinin yanında ne zaman batı illerine gitse ne yapar eder yolunu tutuklu olduğumuz Eskişehir Cezaevi’ne düşürüp bizleri görmeden Ankara’ya dönmezdi. Bir keresinde Lütfü Şehsuvaroğlu’nun bir şiirine de konu olan merhum Cemal Bölücek amcayla gelmişti. Muhsin Bey’in babası Halit amca o yıllarda Danimarka’da çalıştığı ve annesi Fidan ana da Elmalı Köyü’nde oturduğu için Cemal amca Muhsin Bey’e çocukluk yıllarından itibaren ortaokul ve liseyi Şarkışla’da yanında okutmuş ve oğlu Hasan Bölücek’e, “Muhsin bizde kalsın, 3 kardeş olursunuz” demek alicenaplığını göstermişti. Sağlığında Muhsin Bey’i bir gölge gibi takip eder, nereye seyahate gitse yanından ayrılmazdı. Bir keresinde de Hasan Bölücek ile ziyaretimize gelmiş, ziyaret mahallinde uzun uzun sohbet etmiştik.

Sonra 12 Eylül yılları… Bizden sonra onlar da demir parmaklıkların ardına düştüler. Uzun ayrılık yıllarından sonra ben 1985 senesinin temmuz ayında Bartın Özel Tip Cezaevinden tahliye olduğumda ilk geçmiş olsun telgrafını Muhsin Yazıcıoğlu’ndan almıştım. Kendisi de 8 Nisan 1987’de Mamak Cezaevi’nden tahliye oldu. Ben de Kahramanmaraş’tan Sivas’a geçmiş olsun ziyaretine gittim. O gün köyüne, ana babasının yanına gidecekmiş. Bana da “gardaş beraber gidelim” dedi. Şarkışla’nın Elmalı Köyü’ne beraber gittik. Merhum Halit emminin ve merhume Fidan ananın evlerinde 4-5 gün misafir oldum. Huzurlu ve bereketli sofralarında beraber oturduk. Benim kamu haklarından men kararım 1999 yılı Nisan ayına kadar devam ettiği için o dönemde herhangi bir politik faaliyetin içinde yer alamadım. 

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’yla ebedi dostluk ve kardeşlik münasebetlerimiz hep devam etti. 

Meş’um 25 Mart 2009 tarihindeki kazadan hemen 1-2 saat sonra gönlümüze bir mızrak gibi saplanan kara haberi aldık. 
 

Şimdi merhumun kız kardeşine kulak verelim:

Oğul bu haber ne haberdir II III

Yılan dağına kar yağmış Dinmez akar gözüm yaşım Gardaşıma götürün

Demir dağı duman almış Nerede dostum arkadaşım Yoldaşıma götürün

Yazık oldu gençliğine Ben gurbette kaybettim Alın da bu destanı

Gurbet elde ziyan olmuş Dağ gibi kardaşım Sırdaşıma götürün”

 

Kendisi de rahmete kavuşan şair Dilaver Cebeci de sanki o günleri görmüş gibi Hasret şiirinde:

Şu dumanlı doruklarda

Boz şahinler uçmaz gayrı

Gözelerden ağı çıkar 

Alperenler içmez gayrı.’ ve devam ediyor:

Bekleme ağlama beni çağırma

Tükendi dermanım gelemiyorum

Bu dağlar harami

Yollar ejderha

Yitirdim yönleri bulamıyorum.’

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’yla uzun yıllar süren dostluk kardeşliğimize rağmen, yan yana çekilmiş yalnızca iki fotoğrafımız vardır. Şimdi bunları değerli birer hatıra olarak saklıyorum.

Yine Muhsin Yazıcıoğlu’nun hemşerisi ve hepimizin saygıdeğer ağabeyi, şair yazar Yavuz Bülent Bakiler’in bir şiirini hatırlayalım; 

Bizim türkümüzde gurbet var artık.
Hasret var, yürek var, toprak var balam
Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar
Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları'na dek uzar
Kim demiş vatanımız Edirne'den Kars'a kadar.”

Muhsin Yazıcıoğlu da yüreğini yakıp kavuran derin hasret duygularıyla Türk dünyasının ve gönül coğrafyamızın en ücra köşelerine kadar koşuşturmakta, zulme uğrayanlara teselli, yetimlerin göz yaşlarına mendil olmaktadır. Onu bazen Bosna’da Ayvaz Dede şenliklerinde Balkan Türklüğü ile gönül gönüle, bazen mazlum Bosnalı Müslümanların yanında… Bir bakarsınız Karabağ’da Ermenilerle savaşan 

Azerbaycan Türklerinin, Elçibey’in yanı başında... Kırım Türklerinin efsanevi lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’yla beraber Dünya Kırım Tatar Kurultayı’nda Kırım Türklerinin geleceğe dair ümitlerine ümit katmaktadır. Bir bakarsınız Bahçesaray’da bir başka gün Sivastopol’dadır. Vatan sevgisinin vatan hasretinin büyük yazarı, Kırım’ın büyük evladı Cengiz Dağcı’nın Gurzuf köyündeki kabri başında dua etmektedir. Bir başka gün Balkan Türklüğünün şehit lideri Dr. Sadık Ahmet’in Gümülcine’deki Kahveci Mezarlığı’nda kabri başında ruhuna Fatihalar göndermektedir.

28 Şubat 1997’de Türk milletinin ruh ve iman köküyle barışık olmayan bir grup vesayetçi generalin millet iradesini hiçe sayarak vermiş olduğu muhtıraya muhatap olan siyasi iktidar bir “reculiyet” eksikliği ile cevap bile veremeyip istifa yoluna giderken, darbe heveslilerine karşı tek yürekli ses Muhsin Yazıcıoğlu’ndan yükselmişti: “Namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam!”. Türkiye’deki Baas rejimi heveslilerine hitaben de “Evet Türkiye İran olmayacak, ama asla Suriye de olmayacaktır!” ikazında bulunmuştu.

Muhsin Yazıcıoğlu, bütün gerçek ülkücü Türk milliyetçileri gibi dünyanın neresinde bir Türk zulme ve haksızlığa uğruyorsa, dünyanın neresinde bir Müslüman zulme ve haksızlığa uğruyorsa, dünyanın neresinde bir insan zulme ve haksızlığa uğruyorsa bütün gönlüyle ve varlığıyla onların yanındadır. O, siyaseti ikbal için, mevki makam için dünyalık için yapmamış,’halka hizmet Hakk’a hizmettir’ anlayışıyla yapmaya çalışmıştır. Onun kaybıyla gönlümüze dolan derin mahzunluğu dile getirmek için şu Erzincan türküsüne kulak verelim; 

Şu yüce dağları duman kaplamış  Gönlümüz gam alır böyle günlerde 
Yine mi gurbetten kara haber var Önüme çektiler bir siyah perde
Seher vakti burda kimler ağlamış Yar senin aşkınla tutuldum derde
Çimenler üstünde göz yaşları var Yine mi gurbetten kara haber var

Şair Ahmet Haşim “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.” der. Bizim neslimiz de sanki Birinci Cihan Harbi nesli gibi binlercesi şehit olmuş, binlercesi tutsak olmuş, yüzlercesi 12 Eylül cellatlarından yakalarını kurtarabilmek için uzun yıllar yabancı diyarlarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Sonra esir kamplarından, cephelerden döner gibi dönüp geldiklerinde kimisi sevdiğini bulamamış, kimisi ana-babasının cenazesinde bulunamamıştır. Bu yılları A.Yağmur Tunalı, Melâl Burcu’nda şöyle anlatır:

Bir dehlize varmış yollarım, gerçek:

Türkülerde gurbet, şarkılarda gam; 

Akşam var ömürde hudutsuz akşam;

Uçar gider ufuklara bir merâm,

Ağlar baş ucumda bir kanlı melek!” 

Yıllar sonra bir tarafları kopuk, yürekleri yaralı şekilde hayata tutunmaya çalışmışlardır. Ama birçoğunun da ülkü denen nazlı geline derin aşkları her geçen gün daha da arttığı için, kaldıkları yerden yeni ufuklara doğru yürüyüşlerine devam etmişlerdir. Taa ki emr-i hak vakî olana kadar…