Ana, baba ve evlat bir arada aileyi oluştururken ailelerin bir araya gelmesiyle birlikte “oymaklar” oluşmakta, oymakların birleşmesiyle “kavimler” oluşmakta, kavimlerin gelişme kaydetmesiyle birlikte “imparatorluklar” oluşmakta, imparatorlukların dağılmasıyla da “milletler” oluşmaktadır.
Arapçada “millet’’ kavramı “melle-melalen” kökünden gelip;
-İzlenilen yol,
-Sünnet,
-Şeriat,
-Tarikat,
-Usul,
-Din vs. gibi birçok manalar ihtiva etmektedir.
Bir de “Ümmet” kavramı vardır ki, bu kavram Kur’an-ı Kerim’de:
-Kavim,
-Topluluk,
-Sayılı yıllar,
-Hayvan türleri,
-Akrabalık bağları,
-Ortak paydada birleşen insanlar vs. gibi pek çok anlamları ihtiva eder.
Her ne kadar “Millet” kavramı bugün sosyolojik manada kullanılsa da, bu kavram İslam toplumunun daha çok objektif yönünü ortaya koyarken, ‘Ümmet’ kavramı ise sübjektif yönünü ortaya koyar. Anlaşılan o ki, Arapça birçok manaları bağrında taşıyan “Millet” kavramı ile Kur’an’da birçok manalara gelen “Ümmet” kavramı günümüzde çok farklı anlamda kullanılmaktadır. Farklı olarak kullanıldığı şundan besbelli ki Batı dünyası kendi Hristiyanlığını dünyevi hayattan ayrı bir yerde tutmaktadır. Baksanıza “Sezar’ın hakkı Sezar’a, İsa’nın hakkı İsa’ya” diye bir anlayış ortaya koymakla din faktörünü devletten soyutlamış durumdalar. Tabii bu durumda onlar hakkında Hristiyan milleti demek yerine sadece Hristiyan cemaati dersek yeridir. Zira dünyevi hayatla uhrevi hayatı tıpkı bir bütünü ortadan keskin bir şekilde birbirinden ayırmaya kalkışmak millet olmaya manidir zaten. İslamiyet böyle değildir, hayatın bütün alanına hükmeder. Hatta Müberra dinimiz devletin millî olma vasfını da inkâr etmez. Ama millîliği inkâr etmez derken sakın ola ki İslam’a millî bir veçhe vermeye kalkıştığımız anlamı çıkmasın. Bizim kastımız millet kavramının sosyolojik manada kullanıldığında İslam toplumunun dış görünüşü temsil eden bir kavram olarak algılanması yönündedir. Ki; millet kavramının iç muhtevasını “ümmet” kavramı karşılayabiliyor. Maazallah içini boşalttığında ortada ne ruh kalır, ne kardeşlik kalır, ne din kalır, ne millet kalır, ne de insanlık. Ruhsuz toplum oluşturmak bir yere kadardır, asla uzun soluklu olamaz. Bunun aksini düşünmek tarihi sürecin iyi analiz edilemediğini gösterir. Kaldı ki dine ve birçok mukaddes değerlere kapalı olmak kime yarar sağlamış ki, bu düşüncede olanlara da yarasın.
Bir kere zihnimize şunu iyi kodlamamız gerekir ki, sırf “etnik millet” tanımı yapmak ya da bunun tam aksi bir tanım yapmak İslam toplumunun kabulü olamaz. Zira Allah Teâlâ; “Sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye şubeler ve kabilelere ayırdık” (El-Hucuret Suresi ayet 13) diye beyan buyurmakta. İşte ayet mealinden de anlaşıldığı üzere toplum ilişkileri açısından “millet” gerçeği inkâr edilemez bir husustur.
Hiç kuşkusuz Müberra Dinimiz cihanşümul bir din olup muhatabı ise tüm insanlıktır. Elbette ki muhatabı tüm insanlık olan böylesi bütünü kapsayıcı bir Müberra Dinimiz, yeryüzü sathına dağılan soyların, toplulukların kendi millî bayraklarıyla bağımsız ülkeler oluşturmalarını toplum ilişkileri açısından sakınca görmez. Nitekim İbn-i Haldun'un; “Kavim ve nesillerin başkalığı ve çeşitliliği onların geçinme ve şekil usullerinin birbirlerinden farklı olmasındandır” tespiti bu durumu teyit ediyor. Keza bu tespit İslam ülkeleri için de geçerli bir umdedir. Zira İslam toplumunun dış kabuğunu millet oluştururken iç ruhunu da ümmet oluşturur. Ayrıca millet kavramı bir cemiyet biriminin ötesinde mensubiyet bağını da içeren bir kavramdır.
Peki ya ümmet bilinci? Malum, ümmet olmanın ruhunu “din birliği” belirler. “İnananlar kardeştir” düsturu ümmetin tarifidir zaten. Ancak böyle bir ümmet tarifini siyasi ümmet tarifiyle karıştırmamak gerekir. Ki; siyasi ümmetçilik tek dil, tek bayrak, tek coğrafya içerir ki, bir kere bu eşyanın tabiatına aykırılık teşkil eder, bu yüzden siyasi ümmetçilik bizim kabulümüz olamaz. Çünkü Yüce Allah; “Renklerinizin ve dillerinizin birbirine uymaması Allah’ın ayetlerindendir” (Er-Rum 12) hükmüyle milletlerin var oluşuna işaret ediyor. Asla İslam toplumları arasında sınırların çizilmesi ümmet bilincinin iptali değildir. Bikere hudutları belirlenmiş sınırlar organize olmuş topluluklar olmanın ötesinde İslam’a hizmetkâr (hadim) olmada yarışmanın bir ifadesidir. İşte bu gerçeklere rağmen her nedense farklı cemaatlerin varlığı kabul görmesine kabul görür ama söz konusu milletleşme olunca sanki İslam’a engel organize topluluklar muamelesi görebiliyor. Oysa yukarıda da Kur’an’da mealen sunduğumuz “Sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye şubeler ve kabilelere ayırdık” (El-Hucuret Suresi ayet 13) ayetinde belirtilen organizasyon hale gelmesindeki maksadın ve insanlığın yeryüzünde kabileler haline getirilmesindeki ince hikmeti ehlisünnet ekolünde şöyle açıklanır:
-Nesebi korumak, akraba ilişkilerini ve sıla-i rahmi güçlendirmek,
-Kabileler arası dayanışma ve tanışmayı sağlamak ve aralarında sevgi bağları oluşturmak.
-Beşerî münasebetlerde üstünlüğün maddi ilişkilerde değil, takvayla olabileceği bilincini kazandırmak,
-Tüm insanlığın aynı ortak atadan, yani Âdem (a.s) ve Havva’dan geldiğinin bilincinin verilmesi vs. gibi maksatları kapsar.
İşte görüyorsunuz İslam’da, ne kabile, ne kavim, ne de daha ileri gelişmiş birim olan millet kavramı dışlanır, bilakis tüm birimlerin İslam’a hizmet yarışında dini hassasiyet (ümmet bilinci) içerisinde tanışmasını ve dayanışmasını teşvik eyler. Elbette ki bu arada millî din oluşumuna veya etnik din tezine de karşı çıkmamız gerekir. Çünkü Müberra dinimiz herhangi bir milletin kabuğuna girecek kadar dar bir kalıp değildir. Dinimiz evrensel ve cihanşümul bir dindir. İslam’a millilik vasfı vermeye kalkışmak en büyük cinayet olur. Kaldı ki milletlerin İslam’ın soluğuna ihtiyacı vardır. Dolayısıyla İslam’ın milletlere asla ihtiyacı yoktur. Hiç şüphe yoktur ki bu dini en güzel şekilde kemale erdirip kıyamete kadar koruyacak olan da yine Yüce Allah’tır.
Millet ve ümmet kavramlarını karşı karşıya getirmeye çalışan birtakım aklı evvel insanlar, bu arada kavramlara değişik manalar yüklemeyi de ihmal etmezler. Şöyle ki; “İnananlar kardeştir” düsturu Müslümanlara tek dil, tek bir devlet çatısı altında bir algı operasyonu ile “Siyasi Ümmetçiliğe” dönüştürülmek istenmiştir. Oysa bugün yeryüzünde dört dörtlük İslam devleti mi var ki siyasi ümmetçilikten bahsedilebilsin. Bizim İslam birliğinden kastımız “siyasi ümmetçilik” olmamalı. Kastımız Müslüman ülkelerin kendi aralarında ekonomik, sosyal, kültürel vs. alanlarda iş birliğine girip bu yolda birliktelikler kurması yönünde bir hedef olmalıdır. Hem nasıl ki Hristiyan ülkeler, millî yapılarını bozmadan ekonomik, sosyal ve kültürel iş birliği çerçevesinde kendi aralarında bloklar, paktlar kurabiliyorlarsa, Müslüman devletlerde hemen her alanda kendi aralarında bloklar ve paktlar oluşturup tam teşekküllü örgütlenmeye gidebilirler pekâlâ. İşte bizim İslam birliğinden anladığımız budur.
Hele Selçuklu ve Osmanlıdan bize gelen ehl-i sünnet çizgisi anlayışından hareketle ne Nasır’ın sosyalist anlayışı ne Mısır ve Arap milliyetçiliği ne de Baas ırkçılığını esas alan “milliyet” fikriyatı bizim için asla ölçü değildir. Hakeza bir kısım İhvan-ı Müslim ve Ezherliler'in savunduğu siyasi ümmetçilik fikriyatı da bizim için ölçü değildir. Bizim için esas olan ölçü; “İnananlar kardeştir” şuuru çerçevesinde İslam’a hadim (hizmetkâr) olan ve soy sop faslına girmeksizin milliyetini İslam’a kal’a kılan ümmet anlayışıdır. İşte bizi Nasırcı ve Baasçı rejimlerden farklı kılan İslam’a hadim (hizmetkârlık) olma duygu selidir. Dolayısıyla bu duygu seli ekseninde bizim milliyet anlayışımız İslam’ın temsilcisi iddiasında bulunmaksızın İslam’a hizmetkâr olan anlayışın ta kendisi bir ehl-i sünnet çizgisidir. Öyle ya, mademki Halik’ımız bir, vatanımız bir, her şeyden öte dini bakımdan tek ümmetiz o halde birbirimizin kuyusunu kazmak niye. İşte bu kadar birlerle muhabbet iklimi oluşturmak varken ya da vahdet deryasına (çokluk içinde birliğe) dalmak varken ortak paydalarda işbirliğine niye gitmeyelim ki. Kaldı ki bizim Müslümanlarla bağımız pazara kadar değil mezara kadardır. Hatta ilişkimiz mezarla da sınırlı kalmayıp âlem-i bekada ve âlem-i berzahta kardeş olmakta vardır. Bunun aksi bir tutum izlemek kardeşlik duygularımızı yerle yeksan etmek olur.. Şu iyi bilinmeli ki ümmet bilincinde olmak tefrik çıkarmaya manidir. Dahası bir milletin diğer millete kumpas kurması ve kendi dışındakileri asimile etmek bizim kitabımızda yazmaz. Bilakis Müberra Dinimiz bize her milletin birbirlerine göre vazifeleri tanınsın ve o milletin mensupları bilinip İslam âlemiyle olan ilişkilerinde ise ümmet şuuru çerçevesinde kardeşçe hareket etmesine yönelik bilinç öğütler hep. Hiç kuşkusuz İslam ülkeleriyle münasebetlerinde en belirleyici ortak paydamız “Din” birliğidir. Ancak başta da belirttiğimiz üzere din faktörü, sınırların kalkmasını, bayrakların indirilmesini, dillerin iptalini, kültürün kalkmasını gerektirmez. Bilakis tüm bu farklılıklar tüm Müslüman halklarına zenginlik katması için vardır. Dolayısıyla bizim müsbet milliyet anlayışımız İslam’ın ışığı çerçevesinde millet olmayı gerektirir. Dahası İslam’ın millî şuura engel olmadığını kabul eden bir görüşü savunuruz.
Anlaşılan o ki; mensubiyet duygusu bize yerel ve millî bilinç kazandırırken ümmet duygusu da kardeşlik bağlarını güçlü kılıp tıpkı Kâbe’de bir arada tavaf yaptığımız gibi bir başka bilinçlenme avantajı sağlayan kazancımız olmakta. Düşünsenize her iki avantajın da bir arada olduğunu, bu durumda büyük bir aksiyon doğacağı muhakkak. Şimdi sormak gerekir bizim gibi böylesi büyük ölçekte birliktelik bağı oluşturacak potansiyel güç dünya sathında kaç ülke de var? Olmayacağı besbelli. O halde bir aydınımızın soyunu inkâr eden soysuz, dinini inkâr eden dinsizdir tespiti yerinde bir tespittir dersek yeridir. Elbette ki bu söylem hakaret değil, bilakis bir insanın ya da bir topluluğun soyunu inkâra kalkışmasıyla soysuz kalışını, dinini inkâr etmekle de ruhsuz kalışının dezavantajını ortaya koyan bir söylemdir.
Velhasıl-ı kelam; tüm Ümmet-i Muhammed organize olmuş topluluklar halinde bir olmalı, iri olmalı ve diri olmalı ki hakiki manada millet olma ve ümmet olma bilincine erişebilsin.
Vesselam.