Selim Gürbüzer

Tarih: 13.12.2024 20:22

MİLLİ ŞUUR

Facebook Twitter Linked-in

Biz;‘müsbet milliyet fikriyatını’ şiâr ediniriz. Avrupa’nın içimize attığı “menfi milliyet” fikriyatı bizi bağlamaz. İslâm’a köle ve hadim (hizmetkâr) olmaya namzet bir milliyet fikriyatı her zaman kabulümüzdür.

         Fransız ihtilali müteakip tüm dünyada gelişen menfi milliyet fikriyat akımları, batı’dan ithal olduğu bir sır değil artık. Avrupa’da kilise sultası sükûnet bulunca,  bu kez menfi milliyet fikriyatı sahne almıştır. Sadece sahne alsa gam yemeyiz, bu menfi akım kendi coğrafyamıza da sıçrayıp kendi şemsiyemiz altında yaşayan milliyetleri bağrımızdan koparmıştır. İçimize öyle Truva atı attılar ki Osmanlı’nın çöküş sürecini hızlandırmışlardır.  Etnik aidatı üzerinde yapılan tahrikler neticesinde bağrımızda yaşayan milliyetlerin milli reflekslerinin canlanmasına neden olduğu gibi, her birini bölük pörçük halde bağımsız devlet kurma isteklerini tetiklemiştir. Oysa Osmanlı’nın üç kıtada hükmetmesinin sırrı çokluk içinde birlik denen vahdet  bilinciydi.  Nitekim bütün bağrımızda yaşayan ırklar vahdet şuuru içinde 600 sene bir arada yaşamayı başarmışlardır. Hem nasıl başarmasınlar ki, birkere Osmanlı çokluk içinde birliği sağlayan tek cihangir devletti. Maalesef, batı cenahından toprağımıza sıçrayan menfi milliyet rüzgârları bir anda birlik beraberliğimizi sekteye uğratıp kardeşlik duygularımızı yerle yeksan etmiştir. Derken Mısır’ın Naas Paşası, Irak’ın Nuri Saidi, Arabistan’ın İbn Suud’u, Suriye’nin Hafız Esad ve oğul Baas’ı gibi batıya göbekten bağlılığını bildiren liderlerle yönünü Berlin’e çevirmişlerdir. Bizim ise üç kıtadan geldiğimiz nokta; Sakarya olmuştur. 

         F. Grenard'ın; “Osmanlı hiç bir zaman milliyetler tezadı oluşturmamıştır” tezi Osmanlı gerçeğini ortaya koymaya yeter artar da. Dolayısıyla bu tezden hareketle Osmanlı denince;  bağrında taşıdığı gayrimüslim azınlıkta olsa kimliklerinin ayrılık olarak alınmadığı bilakis aynı kilimin desenleriyiz gözüyle bakıldığı cihanşümul bir devlet olarak akla gelir. Ama gel gör ki bu büyük birliktelik kilimi XIX. yüzyılda hızla yayılan menfi milliyet rüzgârların etkisi altına girdiğinde Osmanlı’nın hem vahdet bilinci hem de ümmet bilinci zayıflayıp yerini ulusalcılık fikri akımına terk etmiştir. Böylece ortaya çıkan bu ulusalcılık akımı ulus devletlerin doğmasına yol açmıştır. Her ne kadar imparatorluktan ulus devlet yapılanmasına geçiş yapsak da,  meseleyi devlet olma bazında düşündüğümüzde aslında yeni kurulan devlette Osmanlının devamı bir devlettir. Öyle ya, Osmanlı nasıl ki Selçuklunun devamı bir devletse, elbette ki Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı bakiyesi üzerine kurulmuş bir devlettir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetini Osmanlı’dan ayrı bir devletmiş gibi değerlendirmek abesle iştigal olur.

         Aslında milliyet fikri tarihin derinliklerinde bir tohum, orta çağda bir filiz, günümüzde ise meyveye dönüşmüş bir akım olarak sahne almıştır. Şöyle tarihi bir sürece baktığımızda milli şuur Roma’nın yıkılışı ve parçalanması sonucu önce çekirdek oluşum olarak doğmuş,  sonra Ortaçağda filizlenmeye başlayıp Rönesans’ın akabinde ise dal budak salıp gelişim kaydetmiştir. Kelimenin tam anlamıyla asri milletler oluşumu orta çağda Roma’nın parçalanmasıyla gün yüzüne çıkmıştır. Derken bu parçalanmalar eşliğinde ilerleyen zamanlarda modern anlamda milletlerin oluşumuna zemin teşkil etmiştir.  Şurası muhakkak orijinal Mısır kavmine ancak antikite (ilk çağ) çağında rastlayabiliyoruz, ama yine de bu çekirdek oluşuma tam teşekküllü kavim oluşumu diyemiyoruz. Hakeza o çağlarda İran’ın bir haline baktığımızda dağınık bir manzara görünümü verirken Akdeniz Avrupa’sına baktığımızda ise Yunan, Atina ve Isparta gibi sitelerin varlığını görürüz.  Öyle anlaşılıyor ki çekirdek oluşumlar ya da site görünümünde tüm teşekküllerin “asri millet” kimliğine kavuşması Roma’nın parçalanıp dağılmasıyla vuku bulurken milli teşekküller ise vuku bulan bu oluşumların gelişim kaydetmesiyle ortaya çıkmışlardır. 

      Şu bir gerçek sebep netice ilişkisi sadece sosyal vakıalar için geçerli kural olmayıp milli teşekküllerin oluşumunda da geçerli bir akçedir. Nasıl mı? Bakınız Bizans’a “Helenizm” bilinci kazandıran ana etken unsur Türk, İran ve Araplarla karşılıklı yapılan savaşların neden olduğu sebep netice ilişkisinden başkası değildir elbet.  Öyle ki bu tip savaşlar İstanbul çevresinde milli şuur halkası oluşturmaya etken unsur olarak ziyadesiyle yetmiştir. Bu demektir ki savaşlar milli bilinçlenmenin gün yüzüne çıkmasına neden teşkil edebiliyor. Bir başka örnek olarak bir bakıyorsun İspanyanın Araplarla giriştiği savaşlar milli bilincin oluşmasına vesile olabiliyor. Hele İngilizlerin bilhassa Elizabeth sonrası dönemlerinde bir bakıyorsun İspanyollarla yapılan savaşlar milli bilinçlenmeye yol açtığı gibi bu savaşların neticesinde İngiliz Kraliyetinin doğuşu da vuku bulabiliyor. 

        Orta Çağ sonlarına doğru şöyle bir baktığımızda Batı’nın en medeni ülkesinin İtalya olduğunu görürüz. Ancak XIX. asır sonlarına gelindiğinde Venedik, Milano, Cenova ve Floransa arasındaki beliren iç çekişme ve kavgalar bu medeni yapıya gölge düşürmüştür. Neyse ki Dante, bu gidişata dur demek için kitlelere; “Millî İtalyan dili” tılsımının fitilini ateşleyecektir. Onun bu çıkışı yeniden millî şuur etrafında adımların atılmasını sağlar da. Bu yüzden Dante, Batı klasiklerinin remzi olmaya çoktan hak etmiştir dyebiliriz.

       Malumunuz Almanlara da millî bilinç hissi kazandıran olay; Romen-Cermen ihtilaflarıdır. Hatta Protestanlığın dirilişinde çok büyük emek veren Luther’in İncil’i Almanca’ya çevirmesi bu işin tuzu biberi olmuştur. Ne var ki daha sonraki evrelerde bu millî uyanış Nazizm’in hışmına uğrayıp ırkçılığa dönüşecektir. 

         Rusya’da da Bolşevik ihtilali ile birlikte Çarlık otoritesinin zayıflatılması Orta Asya’da ve Kafkasya ötesi coğrafyada milliyetçi oluşumların nüksetmesini tetiklemiştir. Ancak bir süre sonra ihtilalin gerçek yüzü ortaya çıktığında Kızılordu bu tür oluşumları bastırıp ülkelerin bağımsızlık girişimlerine son vermiş ve bu ülkeler uydu hale gelmişlerdir. Neyse ki Gorbaçov döneminin glasnost perestroyka politikaların gölgesinde yeniden bağımsız ülkeler haline gelebilmişlerdir.

        Bir zamanlar bizimle birlikte yaşayan devletlere baktığımızda Balkan devletlerinin ayaklanmasını tetikleyip vahdet bilincimizin milliyetler tezadına dönüştüğünü görürüz. Dahası 18 Ekim 1912’de başlayıp 30 Mayıs 1913’de son bulan I. Balkan Savaşıyla birlikte Bulgar, Sırp her ne unsur varsa hepsine millî bilinç ruhu kazandırır. Böylece adına Balkan müttefikler diyebileceğimiz Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan blok halde Osmanlı’dan epeyce bir toprak koparabilmişlerdir. Biz ise ancak II. Balkan Savaşı’yla kaybettiklerimizden bilhassa Meriç Nehri’ne kadarki bölümünü tekrar geri alarak ancak bugünkü Edirne vilayetimizle Avrupa yakasıyla olan sınırımızı çizmiş durumdayız. 

         Tabii ki millî hassasiyet oluşmasında sadece savaşlar değil, ihtilaller de millî bilincin oluşmasını tetiklemiştir. Nitekim Fransız İhtilali sadece “özgürlük-eşitlik-dayanışma” dövizine dayalı fikirleri değil ulusalcılık akımına dayalı fikirleri de zihinlere enjekte etmiştir.  Derken XIX. asrın birinci yarısından sonra ulusal akım dalga dalga yayılıp Roma, Yunan, Sırbistan gibi tek çatı altında yaşayan ülkelere bağımsızlık kazandırmanın yolunu açmıştır. Bu arada ulusalcılık akımı Orta Doğu da değim yerindeyse Frengi hastalığı şeklinde bulaşıp eskiden olduğu gibi sömürgelere değil de bu kez monarşiye, Baasçılığa ve Vehhabiliğe dayalı pek çok bölük pörçük devletçikler olarak sahne almalarını sağlanmıştır. Her ne kadar 16. yüzyıl Hollanda’sı, 17. yüzyıl İngiltere’si ve 18. yüzyıl Amerika’sı ve Fransa’sında nükseden devrimci ideolocya örgüsü İslam dünyasına yabancı olsa da nihayetinde Orta Doğu’da radikal akımların türemesine, 1905 yılı itibariyle İran’da meşrutiyetçilerin ve 1908 yılı itibariyle de Osmanlı’da Jön Türklerin türemesine sebep teşkil etmiştir.

        Artık XIX. asrın sonlarına geldiğinde önceleri kıvılcım halde, sonrasında alev almış meşale hale gelen millî uyanış refleksi imparatorlukların sonunu getirmiştir. Öyle ki, milletler çağında milliyetçilik kavramı etrafında kürsüler kurulur bile.  Derken milliyetçilik adından söz ettirir hale gelir.  Şu da bir gerçek millî devlet temaları da kalıcı değil, bir yere kadar canlılığını koruyabiliyor,  şimdilerde küreselleşme dalgası daha bir revaçta. Ama her ne kadar dünyada birtakım değişik isimler altında bloklar kurulsa da,  kurulan paktların arka planında yatan asıl itici gücün millî bilinç olduğu gözden kaçmıyor. Bir kere oluşturulan paktların üyeleri her katıldığı platformlarda önceliği kendi ülke çıkarlarını hesaba katarak tavır sergiliyorlar. İşte oluşturulan bu tip birlikteliklere şeklen küreselleşme denilse de aslında özünde ülke çıkarlarını gözeten bir millî refleks duygusunun yattığı anlaşılıyor.

        Peki ya ümmet bilinci?  Malum, ümmet bilincinin en etken birim olmaya yaklaştığı an  “Haçlı Seferleri” dönemidir. Buna Hristiyan ümmetçiliği de dersek yeridir. Ne var ki bu kutsallık etrafında oluşan bizde ki ittihadı İslam ittifakı onlardaki Haçlı ittifakı millilik unsuru kadar kalıcı olamamışlardır. Nitekim I. ve II. Dünya savaşlarında görülen ittifak, ya da itilaf adı altında bloklaşmalara baktığımızda Haçlı ruhunun yerini devletçilik bilincine terk etmiş olduğunu görürüz. Buna şaşmamak gerekir, temelde bloklaşarak bir araya gelen ülkeler nihayetinde kendi âli menfaatleri uğruna savaşmış oluyorlar. Derken kurulan ittifakların amaçlarına ulaştıklarında tekrar köylü köyüne, evli evine misali dağıldıkları gözlemlenmiştir. Hem hangi birliktelik kalıcı olmuştu ki paktlar da kalıcı olsun. Bakınız Varşova Paktı’nın çöküşü bunun bariz tipik örneğini teşkil eder. Kader birliği ulvi davalara has bir durumdur. Dünyevi menfaatler icabında ulvi olan her ne varsa onu rafa kaldırabiliyor. Zira NATO, BM ve Avrupa Birliği gibi bloklar şimdiden güç kaybına uğramanın sinyalini vermekte.  Kurulan paktlar daha çok günü kurtarmak için var olan birlikteliklerdir, çıkar ilişkilerine dokunulduğunda eriyebiliyor da. Malumunuz Bolşevik ihtilali öncesi Lenin, Stalin işçilerin gür sesi olarak kitleler üzerinde umut ışığı olarak algılanıyordu, ihtilal sonrasında anlaşıldı ki meğer dert dava işçiler değilmiş, dert dava Bolşevik ihtilalinin gerçekleşmesidir. Nitekim ihtilal amacına ulaştıktan sonra proletarya sınıfı unutulmuş, yerini Rus millî menfaatleri almıştır. Zaten sınıf milletin bütünü değil bir parçasıdır. Öyle görünüyor ki,  gelecekte tarihin temel yürütücü birimi milliyetçilik olacak gibi. Ama ümit ederiz ki milliyetçilik şovenliğe dönüşmesin. Hele şu günlerde globalleşme ve evrensellikten dem vurulsa da evrensellik bugüne dek lafta kalmış, şekil itibariyle vardır hep. Bakmayın siz vahşi Batının ikide bir Evrensellikten dem vurmalarına, oysaki savundukları evrenselliğin arka planında bile yine kendi ülkelerinin çıkarın gözetip millî menfaat duyguları yatmaktadır. 

       Günümüzde batı cenahında durum vaziyet buysa, acaba doğuda nasıldır derseniz, bu hususta mesela Araplar ve Berberilerin, dünyanın gidişatının tersi bir tutum sergiledikleri malum. Şöyle ki; söz konusu ülkeler daha henüz millî bilince erişemediklerinden habire bölünmüş parçacıklar halde Şeyhlikler, Krallıklar, Emirlikler, Birleşik Arap Cumhuriyeti ya da Birleşik Arap Devletleri gibi isimlerle anılmaktalar. Her ne kadar tarihte Arap dünyasında görülen kabile çatışmaları milliyet ekseninde ele alınmasa da Emeviler’de görülen Mevalilik, yani Emevi dışındakilerin azadlı köle muamelesi görmesi bir tür ırkçılık hareketi olarak değerlendirilebiliriz pekâlâ. Öyle ki, Emeviler ibadetlerde bile sadece Emevi imamın arkasında namaza durulur esası getirmişlerdir. Oysa dinin milliyeti, ırkı olmaz.  Zira Din-i Mübin tüm insanlığa şamildir.

         Evet, şu da var ki; savaşların tek başına milliyetçi hislerden kaynaklandığı varsayımı da doğru bir tespit değil. Bir kere bu varsayımın doğru olması için dünya savaşları çıkmadan millî oluşumların olması gerekirdi. Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; savaşlar millî bilincin oluşmasına yol açmıştır. Hakeza tarihin ilk devrelerinde görülen site kavgaları da millî bilincin oluşumunda etken unsur olmuştur. İlginçtir aynı dine mensup insanların aynı soy ağacı içerisinde bile kan davası güttükleri görülmüştür. O tarihlerde milliyet kavramı yoktu, ama insanlar bir şekilde bahane bulup savaşıyorlardı.  Besbelli ki savaşlara neden olan etken unsurlar neyse, milliyetçiliği doğuran sebepler de odur.  Zira Allah Teâlâ (c.c.) her şeyi bir sebebe bağlamış. Hem nasıl ki bulut yağmura vesileyse milliyet gerçeği de gökten zembille inmiş değil,  bilakis sebep netice ilişkisi çerçevesinde zuhur etmiştir. Kaldı ki,  her şey zıddı ile kaimdir. Milliyetçiliğin zıddı da emperyalizmdir. Emperyal duygular dallanıp budaklandıkça milliyetçilik dalgası da o oranda var olabiliyor.  Zira etki tepkiyi doğurmakta,  bu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Yani, bir yerde tetikleyen bir etken unsur varsa, o oranda tepki durum da var demektir.  Nitekim bizim kurtuluş savaşımız bir noktada emperyalizme karşı oluşan tepkinin sonucu doğmuş bir zaferdir.  Hiç kuşkusuz bu zaferin arka planında müthiş derecede enginlere sığmam taşarım bir ruh hali de vardır. Bu arada Millî Kurtuluş mücadelesi ulus devlet oluşumuna da kapı aralayıp bir anlamda milliyetçiliğin dirilişini sağlamıştır. Şayet bugün Türkiye Cumhuriyeti Devletinden söz ediyorsak bunu büyük ölçüde vatanımızı işgal etmeye kalkışan emperyalist devletlere karşı büyük direnişin akabinde gerçekleşen Millî mücadele zaferine borçluyuz. Zaferin ardından devletimiz millîlik vasfı kazanır da. Hatta yedi düvele karşı verdiğimiz bu mücadeleye gıptayla şahit olan Müslüman ve diğer halklara umut aşıladığımız gibi ışık olmuşuz da. Elbette milliyetçi olacağız, ama bizim milliyetçilik anlayışımız başka milletlere zulmetmek, baskılamak,   sömürmek ve soykırım manasına değildir.  Zaten istesek de soykırım yapamayız, çünkü bizim mizacımız sevgi hamuruyla yoğrulmuştur. Bu yüzden bizim milliyetçilik anlayışımızda şekilciliğe asla yer yoktur, tam aksine Bediüzzaman Said Nursi’nin “İslamiyet’e hadim olan, kal’a olan müsbet fikri milliyet” olarak ifade ettiği özü özüne uygun İslam’a hadim olan milliyetçiliğe yer vardır.

         Aynı zamanda bizim milliyetçilik tarifimiz diğer milletlerin tarifini de kuşatan bir tariftir.  Onların tanımlamalarına baktığımızda:

         -ABD: Anayasa’ya bağlılık ve Amerikan vatandaşlığı ilkesini esas alarak,

         -İsveç: Ortak vatan, ortak tarih ülküsünü şiar edinerek,

         -İsrail: Dini hassasiyetle beslenmiş İsrail idealini savunarak,

         -Hindistan: Kozmopolitlik manzara içinde bir arada yaşama amacını taşıyarak,

         -Fransız: Kültür birliği etrafında bir arada bulunmak olarak,

         -Alman: Soy birliğine önem vererek,  

         -İrlanda: Soyu esas alarak tanımlama yaptıklarını görürüz. 

         İşte yukarıda sırladığımız ülke tanımlamalarından da anlaşıldığı üzere her türden illiyet bağı oluşturulmaya çalışılan mensubiyetlik ilkesi kendi ülke çıkarlarının ortak paydasının buluştuğu noktada ancak meyve verebiliyor. Dahası her millet kendi menfaati ve çıkarı neyi gerektiriyorsa ona uygun milliyet tanımlaması yapmaktadır. Bunu yapmaya mecburlar da. Çünkü milletler ancak bir iki ortak paydada bir arada tutunabiliyorlar. Ama Türk milleti bundan istisnadır.  Bakın Türk milletinin tutunacak dalı bir değil pek çoktur. Kaldı ki bağrımızda taşıdığımız birçok etnik alt unsurları bile tutunacak dalımız biliriz. Ve millet olmamıza engel görmeyiz. Hem nasıl engel görebiliriz ki, bikere her şeyden önce onların varlığı bizim varlığımız, bizim varlığımız onların varlığıdır. Biz biliyoruz ki; tüm kimlikler millet olmamıza zenginlik katmışlardır. Yeter ki etnik unsurlara öteki gözüyle bakılmasın. Farklı gözle bakmak kime ne yarar sağladı ki bize de yarasın. Dolayısıyla etnisite üzerinden ayrılık körüklemeye gerek yoktur, bırakın her şey kendi doğal mecrasında seyretsin. Yetmiş iki millete aynı gözle bakan bir necip millete de bu yakışır zaten. 

            Velhasıl-ı kelam; hepimiz aynı kilimin desenleriyiz.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —