Selim Gürbüzer


MUKTEDİR İKTİDAR

Aile ocağında “baba”, klan toplumunda “ih­tiyar meclisi”, kabile ve aşiret yapılarında “reis”, im­paratorluklarda “kral”, ulus devletlerde “parlamento’ gibi yapılanmaların her biri iktidar olmanın birer göstergesi örneklerini temsil eder. Ancak her çoban güttüğü koyundan mesuldür prensibinden hareketle iktidarı elinde bulunduran idareci ister aile babası, ister ihtiyar meclisi, ister reis, ister kral, isterse parlamenter meclis olsun hiç fark etmez, sonuçta İslâm’da hiçbir makam ve mevkii Allah’ın mülkü üzerinde bir yerde konumlanmaması esastır.


Aile ocağında “baba”, klan toplumunda “ih­tiyar meclisi”, kabile ve aşiret yapılarında “reis”, im­paratorluklarda “kral”, ulus devletlerde “parlamento’ gibi yapılanmaların her biri iktidar olmanın birer göstergesi örneklerini temsil eder. Ancak her çoban güttüğü koyundan mesuldür prensibinden hareketle iktidarı elinde bulunduran idareci ister aile babası, ister ihtiyar meclisi, ister reis, ister kral, isterse parlamenter meclis olsun hiç fark etmez, sonuçta İslâm’da hiçbir makam ve mevkii Allah’ın mülkü üzerinde bir yerde konumlanmaması esastır. Nitekim Yüce Allah (c.c); “İşte bu makamda nusret ve hâkimiyet hak olan Allah’ındır” diye beyan buyurmakla bu hususa işaret eyler. Öyle ya, madem mutlak manada otorite Yüce Allah’a has bir hâkimiyettir, o halde “İnsan kendini başıboş bırakılacak mı zanneder?” (Kıyamet Suresi, ayet 36) ayeti mucibince Mutlak Hakim sahibinin hükmüne tabii olmamız icap eder.

Malumunuz kâinatta idari yapı kendi tabii kanunları çerçeve­sinde cereyan ediyor. Dahası kâinat Yüce Allah’ın yarattığı eşsiz ve mükemmel kanunlarla idare edilmektedir. İnsanoğlunun cüz-i iradesiyle yaptığı tek şey sadece mevcut bulunan ka­nunları açığa çıkarmak olduğundan asla kanunu kendi icat etmiş olmuyor. Hiç kuşkusuz kanunun gerçek mucidi Rabbül Âlemindir. Belli ki kâinatın idare edilme diye bir derdi yoktur, onu yaratan idari programını da yaratmıştır elbet. Nitekim ta­biatta cereyan eden hadiseler Kudret-i İlahi’nin kanunlarına tabii olarak seyretmekte. İnsan sadece bu noktada yaratılış programını çözmek için vardır. Öyle ki insanoğlu bir yandan tabiatı okumaya çalışırken, öte yandan da kendi beşeri münasebetlerini bir nizam içerisinde yürümesi için uğraş verip kendince bir takım idari sistemler geliştirmeye çalışmaktadır. Malum, cemadatın, nebatatın ve hayvanatın böyle bir yeteneği yok, onlar neyle kodlanmışlarsa o kod üzerine hareket etmekteler. İnsanın tüm yaratılmış mahlûkattan farkı eşref-i mahlûkat olarak yaratılmış olmasıdır. Her ne kadar insan eşrefi mahlûkat donanım olarak dünyaya gelmiş olsa da hem kendi varlığını işleyebilme yeteneğini hem de eşyanın tabiatını işleyebilme yeteneğini gösterme cihetiyle de diğer yaratıklardan farkını ortaya koyabiliyor. Böylece yeryüzünde bir takım idare sistemlerinin ortaya çıkması bu söz konusu işleme yeteneğinin bir neticesi olarak ortaya çıkmakta. Ancak insanoğlunun bu işleyiş yeteneği mutlak manada bir işleyiş değildir. Zira mutlak manada işleyiş kudreti Allah’a mahsus bir sıfattır. Dolayısıyla idari bakımdan ister adına ister demokrasi, ister oligarşi, ister otokrasi denilsin hiç fark etmez sonuçta hiçbiri mutlak otoriteyi temsil etmez, her biri gölge otoriterlerdir. İşte bu nedenle Allah Resulünün hakikatleri dışında tüm idari yapılar, doktrinler ve otoriteler tartışılmaya mahkûmdur. Neticede Yaratan kaynak, yaratılan ise gölgedir. Dolayısıyla gölge olan yaratık, Yaradanın hükmüne muhtaç olduğundan kendini asla kaynaktan soyutlayamaz. Kaldı ki ilahi kanunlar insan idrakinin çok üstünde kanunlardır. Bir başka ifadeyle beşeri hükümler sadece ilahi adaletin uygulanması yönünde birer vasıta olup gaye değillerdir.

İdare edenler - idare edilenler ikilemi

M. Duverger; “Beşer tarihinde idarecisiz bir dönemin ilmen ispatlanamadığını ve beşeri idare olayının her devirde devamlılık arz ettiği” tezini dile getirmiştir. Bu arada Marksistler de idare eden ve idare edilen tezi yerine “sömüren” ve “sömürülen” tez üzerine teorilerini oluşturmuşlardır. Hatta bununla da yetinmeyip insanların en nihayetinde devletsiz bir sisteme de geçebileceği tezini ileri sürmüşlerdir. Oysa şu gerçeği göz ardı ettikleri şundan besbelli ki; bir kere tarihin her safhasında idare eden ve idare edilen ikilemi hep var olmuş, hatta bundan böylede var olacaktır, bu kaçınılmazdır. Nitekim İslâm bu gerçeği gözardı etmez, sadece bu hususta şerh düşüp hem idare edenleri hem de idare edilenleri “Allah’tan başka ilah yok­tur” buyruğu altında teşkilatlanmaya çağırır. Dolayısıyla gerek müessese bazında olsun, gerek devlet idaresi bazında olsun hiç fark etmez her şart ve ahvalde mutlak hâkimiyetin yegâne sahibinin Allah olduğunun bilincinden hareketle idare eden ve idare edilen yapıların oluşturulmasında fayda vardır. Şayet idare edenler üstlendikleri ilahi hükümlerin sorumluluğunu hakkıyla yerine getirirse ancak o zaman hakiki manada muktedir iktidar hüviyeti kazanmış olacaktır. İdare edilenlerde şayet her türlü sahte mabutların boyunduruğu altına girmeye geçit vermeksizin adil idarecileri seçip itaat ettikleri müddetçe ancak o zaman hakiki manada kurtuluşa ve felaha eren cumhur halk olacaktır. Cumhur halktır zaten. Esasen Müberra dinimiz de “Cumhuru” bir karakter içerir. Nasıl mı? İşte Resulullah (s.a.v)’in bu hususlarda “Ümmetim batıl üzerine toplanmaz”, “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır” ve “Ne iseniz başınızdaki idare odur” diye beyan buyurduğu hadisi şerifler İslâm’ın cumhuru yönünü ortaya koyan beyanlardır.

Halkın sevdiğini Hak da sever

İktidar olmak, ne bir tek başlılık ne bir başsızlık ne bir şef ne bir patron ne de sözde halkın inisiyatifini önceleyen bir yapılanmadır. Bilakis halkın bütününü kapsayan, aynı zamanda idare edenler ve idare edilenlerin el ele verdiği “Halkın sevdiğini Hakk da sever” ilkesini düstur edinmiş milli, İslami, katılımcı ve istişareye dayalı sistemin adı bir iktidardır. İşte bu tanımın mana ve ruhuna uygun gücünü Hak Teâlâ’dan alıp sırtını halka dayayan ancak “muktedir iktidar” olarak nitelenebilir. Halkın hissiyatından kopuk, milli ve manevi değer­lere yabancı kalan her kim olursa olsun gerçek anlamda muktedir iktidar olamaz.

İslâm’da ruhban sınıfı yok

Muktedir iktidar yapılanmasında hukukun üstünlüğü prensibi çok önem arz eder. Ancak o da bir şartla, yani savunulan ve üstünlüğü belirtilen hukukun mana ve ruhu şeffaf bir şekilde açıklanmak kaydıyladır elbet. Tarihi süreç bize gösteriyor ki; bugüne dek rengi, biçimi tüm berraklığıyla ortaya konulma­yan hukuk sistemleri halkın tepesinde her daim balyoz görevi yapmıştır. Öyle ülkeler vardır ki, kanunlarında din ve vicdan özgürlüğünden dem vurmalarına rağmen, bir başka kanun bendiyle değişik yorumlara kapı arılanarak uğratılıp başka mecralara kaydırılabiliyor. Aslında bu tükürdüğünü yalamak gibi bir şeydir. Oysa kanunların ismi, cismi, rengi ve mahiyeti tüm çıplaklığıyla sergilenmediği müddetçe, ne kadar din ve vicdan hürriyetinden bahsedilirse bahsedilsin sonuçta sadist ve totaliter rejimlere bile taş çıkartan bir mahiyete dönüşebiliyor. Anayasalar çok kere bir takım tarifi yapılmayan kavramlarla (muğlâk ifadelere) örtbas edilip paravan hüviyetinde uygulanmaktadır. Nitekim bir bakıyorsun laiklik kavramının tarifi Anayasa’da doğru dürüst açık açık tarifi yer almadığı için halk açısından bir takım sıkıntılara yol açıp bir türlü ülke gündeminden yaşanılan sancılar düşmemektedir. Örnek mi? Hemen hemen her dönemde değişik platformlarda laiklik tartışmaların bir türlü sonlanamaması bunun en bariz örneğini teşkil etmekte. Bakınız laiklik kavramı Yunanca “laicos”dan kök salıp “klerici”nin zıddı bir kavramdır. Batıda, kilise men­suplarına ‘klerik’ denildiği malum. O halde bu tanımlamadan hareketle klerikin dışındakilerin “laik” diye nitelendiğini kolayca anlayabiliriz. Zira Laia ruhban sınıfına ait olmamak demek. Malum Batı dünyası bir zamanlar engizisyon mahkemelerinin ve kilisenin egemenliği altında inim inim inleyip kendi hazin ortaçağına mahkûm edilmişti. Neyse ki zaman içerisinde kilise karşıtlığı dalga dalga yayılıp geliştikçe Rönesans’a geçiş süreci vuku bulur. Böylece Rönesans’la birlikte “Sezar’ın hakkı Sezar’a, İsa’nın hakkı İsa’ya” prensibinde karar kılınmış olur. Hatta Batı’da esen bu Rönesans rüzgârı kendi sınırları içerisinde kalmayıp bizim olan topraklara da sıçrar. Derken batı normlarıyla bizim normlarımızın taban tabana zıt normlar olduğunu göremeyen bir kısım Batı hayranı sözde entelektüel tabaka, jakoben laikliği topluma dayatma cihetine yönelmişlerdir. Oysaki İslamiyet’te batı tarzı ruh­ban sınıfı yoktur. Kaldı ki İslâmiyet ne bir kuruluşun tekeline, ne bir kişinin tekeline, ne de her hangi bir zümrenin tekeline girecek kadar dar kapsamlı bir dindir, tam aksine tüm insanlığa şamil Dini Mübin’dir. Malum, Ruhbanlık müessesesi Batı’ya has bir olgudur. Dolayısıyla Batıda Kilise karşıtı tepki hareketlerin meyve vermesi sonucu ortaya çıkan laiklik kavramını bizim normlara uyarlamaya kalkışmak her şeyden önce eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Zira ruhbanlıkla bizim yakından uzaktan bizimle hiçbir bağımız söz konusu değildir. Üstelik şu anda Batı’nın laiklik hususunda geldiği nokta dini dışlamayan bir mecraya kaymış durumdadır. Ancak şu da bir gerçek, kendi içinde kendi dinlerine tolerans gösterirken kendi sınırları dışında dini gelişmelere ise tolerans göstermeyip tehdit algısıyla baktığı da bir vaka, bu inkâr edilemez. Nitekim Batı ülkeleri, tüm dünyada İslamiyet’in yükselişinden endişeye kapılmış oldukları o kadar besbelli ki Müslümanlara “İslami fobi” gözüyle bakmaktalar. İcabında bununla da yetinmeyip kendilerinin ürettikleri Fundamentalist veya kökten dincilik gibi kavramlarla bizi vurmaya kalkışmaktalar. Dahası tüm Müslümanlar ötekileştirilip yükselen dini değerlerin önüne geçilmek istenmektedir. Bu yüzden ülke yönetimlerine habire ayar çekmeye çalışmaktalar. Güya kendi kaygılarınca öteki gördükleri o ülkeler olur ya, kendi başlarına bırakılırsa kendi iktidarlarını kendilerini oluşturup böylece muktedir iktidarlarına kavuşur endişesi taşıyorlar. İşte görüyorsunuz kendileri dini ritüelleri kullanırken normal, bize gelince anormal oluyor. Örneğin ABD’de başkanların İncil üze­rine yemin edip işbaşı yapmalarının yanı sıra dolarların üzerine “Allah’a inanırız” ibaresinin yazılı olması bunu bariz bir göstergesi zaten. Hakeza bir bakıyorsun İsrail’e gittiğinizde cumartesi günleri ateş yakamadığınızı görürsünüz. Niye derseniz, gayet açık inandıkları Dinin gereğini yerine getiriyorlar. Peki ya İngiltere? Malum onlar da Magna Karta belgesince Anglikan Kilisesi’ne kökten bağlı olduğunu ilan etmiş durumdalar. Kelimenin tam anlamıyla Batı’dan ithal edilen laiklik gibi kavramların rengi, biçimi ve tarifi Anayasa’da yer almadığı sü­rece, toplumda laik ve anti-laik çekişmeleri her daim kaçınılmaz hal alacaktır. Tek çare gerçek anlamda kökleriyle barışık hukuk devleti olmaktan geçiyor. Hukuki normlar açık ve anlaşılır bir dille yazılıp toplu­mun dinamikleriyle yüzde yüz barışık kılınmalı ki ülke bu tür suni kavramlarla oyalandırılmaktan ve iç çekişmelerden kurtulabilsin.

Emanetin ehline verilmesi

İdare edenleri seçmede ölçümüz sadece iktidarın muktedir olmasıyla sınırlı değil elbet, bunun yanı sıra tabanın tavanla, tavanın da tabanla uyum içerisinde olması icap eder. Şu iyi bilinmeli ki toplumun derdi ile dertlenmeyen, idare edilenin idarecisine kuşkuyla baktığı bir yapı asla “hadim devlet” yapılanması olarak nitelendirilemez. Bakınız Resulullah (s.a.v)’in beyan buyurduğu “Emanetin, layık olanlara veril­mediğini gördüğünüz zaman kıyameti bekleyiniz” hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere emaneti işin ehline vermekte iktidar seçiminde çok önemli husustur. Yani bu demektir ki idarecinin kimliği veya şekli şemalı ölçü değildir, bilakis iktidarı belirleyecek ölçü temsil edeceği ve üstleneceği vazifede liyakat ehli olması esas ölçüdür. Zira halkı yönetmede vazife bilinci ve liyakat sahibi olmak her şeyin üstünde bir değerdir. Belli ki kişiler ve makamlar bu gün var yarın yok, kalıcı olan ardından eser bırakabilmektir. Hiç kuşkusuz baki olan sadece Allah’tır. Dolayısıyla şu fani dünyada göç ettiğimizde ardımızdan bırakacağımız en iyi miras Allah rızasını kazanmaya yönelik inşa edilen hizmetler olacaktır. Ki, her bırakılan eser sadaka-i cariye hükmünde ecir olduğundan hizmet eden mevtanın amel defteri kıyamete kadar kapanmaz da. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v.) hizmetkârlığı şiar edinmiş idareciler için şu müjdeyi verir: “Adil bir sultanın bir günlük adaleti, altmış senelik devamlı ibadetten üstündür.

Halkın menfaati

Muktedir iktidarda halkın menfaatine neyi gerektiriyorsa tez elden o yapılmalıdır. Zira bizim anlayışımızda muktedir devlet ne komünizmde olduğu gibi zulüm vasıtası, ne ka­pitalizmdeki gibi sırf güvenlik için var olan birim, ne de faşizmde olduğu gibi herkesin itaat etmesi gereken puttur. Bilakis bizim muktedir ikti­dar anlayışımız; Allah’tan başka ilah yoktur fermanından hareketle halkın değerleriyle barışık kalan ve Halkına olan hizmeti Hakka hizmet olarak bilen milletin teşkilatlanmış halinin ta kendisi bir iktidardır. Bu yüzden Hadim devlet ilkesi, muktedir iktidar misyonunun ana unsurunu teşkil eder. Malum muktedir iktidar olmanın yolu halka hadim olmaktan geçer. Düşünsenize muktedir iktidarın halkı için gece gündüz demeden hizmetinde koşturup Fırat kenarında bir koyun kaybolsa bunun hesabını Ömer’den sorarlar bilinci doğrultusunda hareket ettiğini, elbette ki böyle bir iktidar gerçek anlamda muktedir olmaya hak kazanacaktır. Örnek mi? İşte bu bilinç doğrultusunda hareket eden Selçuklu ve Osmanlı idari teşkilat yapısı bunun bariz örneklerini teşkil eder zaten. Gerçekten de XVIII. asra ka­dar idarecilerin hemen hepsi devlette fani olmuş yöneticilerdi. Son­rası malum, içi boş kuru kavramlarla milletin kefenini soymaya memur idareciler zümresinin türemesiyle birlikte düşüşümüz kaçınılmaz bir hal alır. Elbette ki düşüş sürecinde bürokrasi içerisinde iyi niyetli olanlar da var olmasına vardı ama onlarda bir elin parmaklarını geçmeyecek sayı kadardılar, bikere mikrop bünyeye sirayet etmiş, böyle bir elim vaziyette isteseler de çöküşü durduramazdılar.

Tanzimat her şeyden önce sebep değil neticedir. Saltanat, Meşrutiyet, Tanzimat ve Cumhuriyet derken bu günlere geldik, Yine de başarısızlıklarımızı hep geçmişe yüklemekle de işin içinden sıyrılmamak gerekir. Yeniden dirilişimiz için kendimizi ve bugünümüzü de sorgulamamız gerekiyor. Düşünsenize Almanya ve Japonya tarihin harabelerinden sıyrılıp süper devlet olurken, biz ise halen geldiğimiz noktada halifelik, saltanat gibi bir cevizin kabuğunu doldurmayacak anlamsız tartışmalarla zaman kaybediyor ve içi boş sloganlarla deşarj olmakla oyalanıyoruz. Bir türlü kökü mazide atiyiz düsturundan hareketle tarihi bir bütün olarak geleceğimizi inşa edip kanatlandıramıyoruz. Her nedense zaman içerisinde rejimlerin, hükümetlerin ve hanedanların da değişebileceğini idrak edemiyoruz. Bakınız 3500 yıllık Çin’de birçok yönetimler gelmiş geçmiş ama yine adı Çin devletidir. Biz ise halen Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye sanki birbirinden ayrı devletlermiş gibi görmeye devam ediyoruz. Oysa Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye bir birinin devamı devletlerdir. Bir kere her üçünün de ortak paydası Türk İslâm Devletleri olmalarıdır. Belli ki tarih şuurumuzu da yitirmiş durumdayız. Düşünce dünyamızda tarihi birliktelik şuuru yerleştirmek yerine bölük pörçük bir tarih bilinci ikame etmişiz maalesef.

Evet, şu bir gerçek rejimler, hükümetler ve idari mekanizmalar da geçici vasıtalarımızdır, bu nedenle aracıların hiçbiri tek başlarına asla devletin bütünün oluşturmazlar. Dolayısıyla devlet-i ebed müddet bilip her devri şartlarında değerlendirmek gerekir. Dahası tarihi yargılamak yerine tarihte olan bitenden ibret alıp tarih bilincimizi geliştirmek esas olmalıdır.

Görev ve hadi­miyet şuuru, muktedir iktidarın manevi temellerini oluşturur. Zaman zaman bu temelleri sarsmak için devlet içine sızmış “Derin paralel devlet” yapılanmaları başımıza bela olabiliyor. Bu yüzden muktedir iktidarın kılı kırk yararcasına bu tür sızmalar karşısında son derece uyanık olması icab eder. Aksi takdirde halk tarafından verilen emanet bir anda akamete uğrayabilir. Hiç kuşkusuz bu tür sızmalar karşısında en ufak ihmalkârlık iç ve dış mihrakların ekmeğine yağ sürmek olacaktır

Velhasıl-ı kelam muktedir iktidar Resulullah (s.a.v)’in; “Emirlerin en iyisi sizi seven ve sizin kendisini sevdiğinizdir” hadisi şerifin gereğini yerine getiren, aynı zamanda hadimiyet şuu­ruyla tebaasını idare eden ve tebaanın da devletine güvendiği sistemin adıdır. Milletten gücünü almayanlar belki iktidar olabilirler ama asla muktedir olamazlar, bu böyle biline.

Vesselam.