Millet kavramı lügatte tutulan ve gidilen yol diye tanımlanır. Sadece yol anlamında mı? Elbette ki hayır. Hiç kuşkusuz dini ve şeriat anlamı da söz konusudur. Zaten Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın birçok ayetinde 'millet' kavramı din ve şeriat anlamında geçmektedir. İşte bu nedenledir ki Müslümanlar “Millet-i İbrahim” diye vasıflandırılır hep. Ne var ki sonradan her ne oluyorsa dini anlamı göz ardı edilip 'ulus' kavramı servis edilir. Oysa ulus kavramı inancı bağrında taşıyan bir kavram değildir, sadece belli bir soydan gelenleri kapsayan bir sözcüktür. Belli ki bir kısım aydınlar millet kavramının deruni anlamından rahatsız olmuş olsalar gerek ki dar kapsamlı ve içeriksiz bir kavramı tercih etmişlerdir.
Millet kavramı o kadar kapsayıcı bir kavramdır ki, incelediğimizde gerek itikadı anlamı yönünden, gerek şeriat anlamı yönünden, gerekse sosyolojik anlamı yönünden tanımlandığında çok zengin manalar içerdiğini görürüz. Her ne kadar lügat anlamı tutulan ve gidilen yol manasına gelse de bu kavramı itikadı anlamı yönünde analiz edildiğinde 'din' anlamıyla yüzleşiriz. Şayet fıkhı anlamı yönünden analiz edildiğinde dinin zahiri manasına gelen 'şeriat' kavramıyla yüzleşirken toplum açısından analiz edildiğinde de bugünkü ulus kavramına karşılık gelen ‘millet’ kavramıyla yüzleşiriz. Aslında tüm bu anlamları ortak bir paydada buluşturduğumuzda millet kavramı bir yandan toplumun objektif veçhesini görünür kılarken diğer yandan da sübjektif veçhesine derunilik katar. Kelimenin tam anlamıyla toplumun dış ve iç dinamiklerinin bir duygu ekseninde birleştiği yolun adıdır millet.
Bu arada millet kavramını sosyolojik manada düşündüğümüzde kitle, grup, topluluk vs. anlamına geldiğini, Bediüzzaman Hz.lerinin ifadelerini esas alıp dini açıdan milliyet kavramını ele aldığımızda ise “Millet-i İslamiye ve Millet-i Küfriye” diye iki başlık altında tanımlandığını görürüz. Bu tasniften hareketle dört kitaptan herhangi birine mensup milletleri de ümmet olarak “Ehl-i Kitab” biliriz. Zira Kur’an-ı Kerim kendinden önceki semavi dinleri kabul eden tek mucizevî bir kitaptır. Malumunuz Ehl-i Kitapta kendi arasında Nasraniyyet ve Yahudiyet diye tasnif edilip aynı zamanda kendi içinde mezhebi ve meşrebi yönden de alt sınıflandırmaları söz konusudur.
En son kâmil din hiç kuşkusuz İslamiyet’tir. Ve yine en kâmil baş kitap Kur’an'dır. Bundan daha da öte insanlık tarihi boyunca tüm nüzul olmuş kitapları da kapsayan sonun başlangıcı bir Kelâm-ı kadim’dir. Kelimenin tam anlamıyla kutsal kitapların bittiği noktada başlangıç soluğumuzdur. İşte bu nedenledir ki Kur’an sadece inananları değil tüm Ehl-i Kitabı (kitap ehli) da muhatap alıp, Millet-i İslamiye şemsiye altında Hanif Millet-i İbrahim olmaya davet eder. Bilhassa Kur’an’ın tüm zaman ve mekânları kuşatan özelliği ile kayda değer bir mucizevî hadisedir. Hatta tüm inananlar Millet-i İbrahim olmanın ötesinde ümmettir de. Hem nasıl ki beşeri münasebetler boyutunda “Dilde, fikirde işte birlik ülküsü” kardeş toplulukların ortak muradıysa, dini açıdan da “inananlar kardeştir” muradı esastır. Zaten dilleri, renkleri ve yaşayış biçimleri farklı olan milletlerin Kâbe etrafında halka oluşturup tek yürek, tek kalp, tek kardeş olması bu durumu teyit ediyor. Bakınız Kur'an-ı Kerim de Yüce Allah (c.c) “O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da (ayrı olmasında) Onun ayetlerindendir. Hakikat, bunlarda âlimler için elbette ibretler (hikmetler) vardır” (Rûm suresi, ayet 22)” diye beyan buyurmakla zahiri görünümlere takılmayıp ümmet bilincine erişmemiz murad edilir. Öyle ki; ümmet fıtri bir kavram olup kalû belâ günü birlikte olmuşuz da. Dahası Bezmi elest meclisinde “Sen Rabbimizsin” diyerek ruhlar âleminde o gün toplu halde Allah’ın birliğini tasdik etmişiz de. Öyle ya, madem ruhlar âleminde bezm-i eleste (ruhlar meclisinde) bir olup tasdik etmişiz, o halde her ruh anne karnına düşüp dünyaya adım attığında farklı meşrepten, farklı ırktan, farklı gruptan gelen her insanla birlikte ‘Lebbeyk allahumme lebbeyk-Ey Allah’ım! Hizmetine geldim’ nidaları eşliğinde Kâbe etrafında ümmet bilinciyle bir arada yeniden iri ve diri olabiliriz pekâlâ. Nitekim Hac bir ibadetin ötesinde İslam âleminin Arafat'ta büyük buluşup Büyük birliktelik oluşturmanın adresimizdir. İşe bu örneklerden hareketle şunu diyebiliriz ki ferdi manada imam (önder) neyse büyük topluluk manasına ümmet olmakta o’dur. Nitekim Kur'an-ı Mu'ciz'ül Beyan’da Yüce Allah (c.c) “Ey insanlar doğrusu biz sizleri bir erkek bir dişiden yarattık. Sizi millet ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınandır.” (Hucurat, 13) diye beyan buyurmakla ümmetin nasıl birlikte hareket etmesi gerektiği vurgulanır.
Malum, toplumlar iç içe daireler halinde yeryüzüne dağılmış durumda. Kaldı ki her toplumun bile kendi iç bünyesinde alt birimleri vardır. Bu birimler çoğu kez bir önderin etrafında dernek, kuruluş ve cemaat organizasyonu olarak ortaya çıkmakta. Nasıl ki bir ordu bünyesinde küçük alt birimden büyük birime doğru bölük, tabur, alay ve tugay gibi hiyerarşi bir yapılanma söz konusuysa, beşeri planda da buna benzer organizasyonların olması gayet tabiidir. Alt birimlerin varlığı sanıldığının aksine ayrılık değil, bilakis kendi aralarında münasebetlerin daha koordineli ve işlerin kolay kılınması açısından büyük birlikteliğe yol açmaya matuf birimlerdir. Her milletin iç bünyesinde yer alan alt birimlerin bir arada olmaları birbirini inkâr manasında algılayamayız. Öyle mana vermeye kalkışırsak, yeryüzünde başka ırk veya alt kimliğe sahip tek bir insan kalmayacak tarzda birbirimizi boğazlamamız gerekecektir. Bakınız Bediüzzaman bu meseleyi nasıl izah ediyor:
“- Şu ayet-i kerimenin (Hucurat Süresi) işaret ettiği tearuf ve teavün düsturunun beyanı için deriz ki:
Nasıl ki, bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, ta takımlara kadar tefrik edilir. Ta ki, her neferin muhtelif münasebeti ve münasebete göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, ta, o ordunun efratları, düstur-u teavün altında hakiki bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri adanın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölüm bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.
Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslami’ye büyük bir ordudur; kabail ve tavaife inkısam edilmiş. Fakat bin bir adedince ciheti vahdetleri var:
Halik’ları bir, Rezzak’ları bir, vatanları bir-bir, bir bir, binler kadar bir, bir...
İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabail ve tavaife inkısam, şu ayetin ilan ettiği gibi, teasuf içindir, teavün içindir; tenakur için değil tehasum için değildir.” (Bkz. Mektubat-Said Nursi S.250–251)
Yukarıda ki satırlardan da anlaşılan o ki; Bediüzzaman Hz.leri milliyet kavramını izah ederken; müsbet milliyet ve menfi milliyet vurgusu yapıyor. Maalesef batı dünyasının içimize attığı menfi milliyet tohumları birliğimizi dirliğimizi bozmaya yetmiştir. Hatta menfi milliyet fikriyatının bünyemizde yaptığı ağır tahrifat bir yana Müslüman topluluklar birbirlerini düşman görür hale gelmişlerdir. İşte menfi milliyet fikri böyle bir şeydir: kendi milletini üstün görüp başkasını küçük görme davasıdır. Öyle kuru bir dava ki Müslüman topluluklar bir araya gelip te kendi aralarında birliktelik oluşturamıyor. Bir kere bünyeye menfi milliyet fikri düşüncesi sirayet etmeye bir görsün bir bakıyorsun sınırlara mayınlar döşenir duruma düşebiliyoruz. Oysa İslamiyet ırkçılık cereyanını hamiyyet-i cahiliye, unsuriyet ve kavmiyet olarak nitelemektedir. İlahi adaletin gereği içice oluşturulan insanlık daireleri birbirlerini imha etmek için değil, organize topluluklar oluşturmak için vücuda getirilmişlerdir. Belli ki iç içe daireleri yıkmaya yönelik her hareket unsuriyet perverliği, yani ırkçılığı körüklemektedir. Ki; Allah Resulü (s.a.v.); “İslamiyet asabiyet-i cahiliyesi kesip atmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur” diye beyan buyurmaktadır. Keza Yüce Peygamberimiz (s.a.v) Veda hutbesinde üstünlüğün ancak takvayla mümkün olabileceğini beyan buyurmuşlardır. Bir başka ifadeyle Yüce Peygamberimiz (s.a.v) milletleri İ'layı kelimetullah (Allah adını yüceltmek) için hizmette yarışa davet etmiştir. Asla İslamiyette takva dışı kuru cihangir dava uğruna üstünlük taslama kabul görmez. Nasıl görsün ki, milletlerin var oluşu birbirini yok etmek için değil, takva ve hizmette yarış için vardır.
Kuru dava uğruna yapılan kavgalardan kim ne bulmuş ki İslam toplumu da bulsun. Bakın Emeviler, Emevi olmayanlara Mevali (Arap aslından olmayan azatlı köle) gözüyle bakıp ittihadı İslam’a sekte vurmuşlardır. Emevi ırkçılığı her şeyin üstünde addedildiğinden kardeşlik bilinci yerle bir edilmiştir. Bunla da yetinmemişler Hz. Hasan (r.anh) ve Hz. Hüseyin (r.anh) Emevi kılıçlarına kurban vermişlerdir. İşte menfi milliyet fikri siyaset böyle bir şeydir, ehli beyt neslini bile can evinden vurabiliyor. Maalesef Arap asabiyetçiliği İslami devlet anlayışının önüne geçip galebe çalmıştır. Diğer kavimleri Mevali görmek onları rencide etmiş ve İslam adaleti yerine milliyet-i adalet ikame edilmiştir. Oysa adaletin milliyeti olmaz. Nitekim Hz. Hüseyin (r.anh.) bu tür adaletin birliği ve dirliği bozucu nitelikte bir hamle olduğunu gördüğünden mücadelesini rabıta-i diniye (dine bağlılık) üzerine kurgulayıp bu uğurda şahadet şerbeti içmiştir.
Anlaşılan menfi milliyet fikri her devirde çıban rolü üstlenip milletlerin helakine yol açan bir saik. Bilhassa Osmanlı’nın son dönemlerine baktığımızda vahdet bilincinin rafa kaldırılıp ırkçılığın galebe çaldığını görürüz. Koskocaman Devleti Aliyye adeta kavimler haritasına dönüşür de. Fransız ihtilalı sonrası hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı unsurların kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirip her bir unsur kendi başına buyruk kesilmişlerdir. Öyle ki ırkçılık damarları kaynayan milletler Osmanlı’ya başkaldırmışta, derken beraber ağlayıp beraber gülen topluluklar terki diyar eyleyip ulus devletler projesinin parçası olmuşlardır. Artık dünyanın yeni bir çağın eşiğindedir. Yani imparatorlukların yıkılıp uluslaşma sürecine girilmiştir. Peki, uluslaştık, dağıldık, parçalandıkta ne oldu, bugün Ortadoğu kaynayan kazan halde, daha henüz toparlanıp iki yakası bir araya gelmiş değil, hala bölük pörçük halde kan ağlıyor. Belki de bu Osmanlıya yapılan vefasızlığın bir bedeli. Neyse ki Türkiye bu hengâmede dimdik ayakta kalmasını bilmiştir. Şimdi ümitler Yeni Türkiye üzerindedir. Tüm Ortadoğu Türkiye'nin yeniden ayağa kalkacağı günü bekliyor. Biliyorlar ki Türkiye bir ayağa kalkarsa özlenen o birlik ve dirlik tutkusu yeniden yeşerip insanlık huzur bulacaktır.
Peki, Türkiye'nin ayağa kalkması ya da dirilişi nasıl olur derseniz, bir kere her şeyden önce Osmanlıyı hatırlatacak vahdet bilincini (çokluk içinde birlik) veya müsbet milliyet fikrini milletlerin hafızasına kazımak gerekir. Dahası her millet kendi milletini sevecek ama başka milletlere ateş püskürmeyecek, kendi milleti için güzel sözler edecek ama kendi dışındakilere kaba saba sözler sarf etmeyecek, kendi milletini dost bilecek ama diğer milletlere düşman gözüyle bakmayacak bir ortak bildiri şarttır. Cümle âleme Nizam-ı âlem vaat edip işbirliği ve dayanışma içerisine girmek en akılcı yol olacaktır. İşte Resulüllah (s.a.v.)'ın; “Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” hadis-i şerifini bu anlamda değerlendirmek gerekir. Kaldı ki, yetmiş iki millete aynı gözle bakmakla ne kaybederiz ki. Hadi bundan vazgeçtik hiç olmazsa kendi milliyetimizi İslam’ın belirlediği ölçüler çerçevesinde sevsek bu bile yeter artar da. Ki, böyle bir mensubiyet sevgisi müsbet milliyet fikriyatının gelişmesini sağlayacaktır. Aksi takdirde İslam’ın ön görmediği soy sop faslına girmek veya ırkçılık yapmakla menfi milliyet fikriyatının galebe çalmasına yol açacaktır.
İslam’da Allah'ın rızasına uygun sevmek esastır, asla Allah'ın razı olmadığı her hangi bir aşırılığa pirim verilmez. Nasıl verilsin ki, bakın Yunus Emre bu anlamda ‘Yaradılanı sev, Yaradan da ötürü’ diye meramımızı dile getirmişte. Her şeyin başında Allah Rızası duygusu olunca kavramlar korku olmaktan çıkıp kucaklayan rol üstlenecekleri muhakkak. Zaten Rıza-ı Bari olmayan bir yerde ne insanlıktan, ne aile saadetinden, ne akraba bağlılığından, ne millet sevgisinden, ne de müminler kardeştir duygusundan söz edebiliriz. Rıza-ı Bari dışında sipariş usulü piyasaya sürülen özden uzak simgesel sevgi gösterileri, bir noktadan sonra kitleleri kuru cihangirlik ülküsüne götüren bir ucubeye dönüşebiliyor. Bu tür ucubelerden kurtulmanın tek yolu niyet hayır akıbeti hayırlı kılmaktan geçmektedir. Malum, bu niyet ‘ilahi ente maksudu ve rıdaike matlubu (Ya Rab! Maksadım sen, amacım senin rızanı kazanmak) niyetinden başkası değildir. Kelimenin tam anlamıyla İla’yı kelimetullah davasını ülkü edinen bir niyettir. Bakın bu manada milliyet çerçevesinin hududunu Said-i Nursi Hz.leri şöyle belirler: “Şu müsbet fikri milliyet, İslamiyet’e hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli; Çünkü İslamiyet’in verdiği kardeşlik içinde uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.” (Mektubat, S.299 Sözler Yay.1981 İst.)
Bediüzzaman’ın sarf ettiği sözler güzel olmasına güzel de, ancak bu iyi niyetli tanımlarını görmezden gelenler ona Kürtçü yaftası vurmak suretiyle küçük düşürmeye çalışmışlardır. Onlar karalamaya devam ede dursunlar bakın Bediüzzaman Türk milletini övüp hakkını şöyle teslim etmiştir:
“İşte, ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri, bin senedir Kur’an-ı Hâkim’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’an’a ve İslamiyet’e kala yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def ettiniz” (Bkz. Mektubat, Sahife 299–300). Şimdi sormak lazım Türk milletinden bu kadar övgüyle bahseden insana nasıl Kürtçü denilebilir ki?
Evet, müsbet fikri milliyet fikriyatının ruhunu İslamiyet oluşturur. Dahası farklı milliyetlere mensup milletlere; “İnanıyorsanız kardeşsiniz” duyurusuyla tek kalp, tek yürek, tek halkada birleştiren iksirin adıdır İslamiyet. Her ne kadar görünürde Müslümanlar ayrı ayrı millet daireleri içerisinde dünya sathına yayılmışlarsa da icabında Kâbe etrafında ve Arafat'ta bir olabiliyoruz. İşte İslamiyet çimentosu böyle bir şeydir, diller, renkler, kültürler farklı olsa da tek yürek tek kalp olmak esastır. Düşünsenize bir Müslüman, mensubu bulunmadığı bir başka Müslüman ülkesinde azınlık muamelesine tabi tutulmamakta, tam aksine eşit muamele görmektedir. Çünkü Müslüman Müslüman’ın kardeşidir, nasıl azınlık addedilebilir ki. İslam’ın hâkim olduğu coğrafyada azınlık muamelesi sadece gayrimüslimlere has bir durumdur. Anlaşılan o ki, ırkı ne olursa olsun kelimeyi şahadet getiren her Müslüman İslam ülkesinin aslı sahibidir. Bu yüzden Osmanlı asli unsurlara milleti hâkime demiştir. Soy sop faslı üstünlük ve asalet kazandırmıyor, asliyet ancak ve ancak Müslüman olmakla mümkün.
Madem öyle, gerçek milliyet şuurunu, İslamiyet dairesi içinde mecz olmuş ve İslamiyet’e hadim olmuş milliyet anlayışında aramalı.
Velhasıl-ı kelam; İslami ölçülere ters düşmeyecek milliyet şuuru bizim asla vazgeçmeyeceğimiz kabulümüzdür.