Selim Gürbüzer

Tarih: 03.01.2025 19:53

OSMANLI MİLLET SİSTEMİ

Facebook Twitter Linked-in

Malumunuz ırk kavramı dünyevidir, ama millet kavramı öyle değil, uhrevi kardeşliği de bağrında taşıyan bir kavramdır. Nitekim Kur’an'da millet din anlamındadır. Sonradan her ne oluyorsa millet kavramının dini anlamı göz ardı edilip ulus anlamı yüklenmiştir. Oysaki ulus kavramı belli soydan gelenleri kapsayan bir ibaredir. Millet kavramı kadar kapsayıcılığı olmadığı şundan besbellidir ki; bugüne dek ulus devletine dayalı siyaset uygulamaları her daim ırkçılığı, soykırımı ve yabancı düşmanlığını tetikleyecek oluşumları beraberinde taşımıştır. Şayet millet kavramının kapsam alanı daraltılmasaydı bugün gelinen noktada ulus kavramıyla bu denli durduk yere başımız ağrımazdı. 

      Bakınız Lozan'ın uzun ömürlü oluşunun gurur okşayıcılığı ile övünen İsmet Paşanın, aslında altına imza attığı anlaşmanın ne anlama geldiğinden yoksun müzakere yürüttüğü bilinen bir gerçekliktir. Hele ki Suriye’deki 60 yıllık Baas rejiminin 2024 yılının son ayında yıkılmasıyla birlikte o çok övündüğü Lozan görüşmelerinin arka planında bir takım hesaplarla ne dolapların çevrildiğini şimdi daha net bir şekilde anlamış oluyoruz. Nitekim Lozan’da masaya yatırılan ulus değil millettir. Lozan’ın 37'inci ve 45'inci maddelerine bakıldığında görülecektir ki azınlıktan kast edilen Müslümanlar değil gayrimüslimlerdir. Değim yerindeyse masaya yatırılanın bir ucunda Millet-i hakime var, diğer ucunda Millet-i mahkume vardır. Bir başka ifadeyle Lozan’da masaya yatırılan ulus değil Millet-i mahkume’dir.  Ama gel gör ki masaya yatırılan bazı gerçekler her nedense ulus devlet mantığının bir gereği olarak pek dillendirilmek istenmemiştir. Dile getirildiğinde biliyorlar ki, asırlarca Osmanlı şemsiyesi altında yaşayan Müslüman toplulukların Milleti hakime olduğu bilinecek, gayrimüslimlerin ise Millet-i mahkume oldukları açığa çıkacaktır. Maalesef Osmanlıyı hatırlatacak her kavramdan alabildiğine uzak duran bir zihniyet var ortada. Bu arada şunu belirtmekte fayda var,  sakın ola ki  ‘Millet-i mahkume’ tabirinden mahkûm edilmiş gayrimüslim topluluklar anlaşılmasın. Bir kere adı üzerinde gayrimüslim, yani Müslüman olmayan toplulukların askerlik ve zekât gibi vecibelerden muaf olmanın ya da belirli cizye karşılığında özgürce karşılıklı rızaya dayalı bir arada bulunmanın bir bedeli olarak ortaya konan bir adlandırmadır bu. Dolayısıyla bu durumda biz onları hukuk dışı yöntemlerle nasıl mahkûm edebiliriz ki. Gerçekten de gayrimüslimlerle böylesi karşılıklı rızaya dayalı bir arada yaşamaya yönelik hukuki kurallar sayesinde bir bakıyorsun kendi ülkelerinde tatmadıkları özgürlüğü Osmanlı millet sisteminin adalet terazisinde tatmışlardır. Ve gördükleri bu insancıl muamele karşısında; “Latin serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz” demekten kendilerini alamamışlardır. Dedik ya, Lozan’da Müslümanlardan azınlık olarak bahsedilmemiştir.  Doğrusu da buydu zaten. Zira Osmanlıda millet sistemi iki ana eksen üzerinde boy vermiştir. Birincisinde ‘Müslümanlar kardeştir’ hükmün gereği tüm Müslüman topluluklar Millet-i hakime ismiyle karşılık bulurken,  ikinci eksende ise   'Yaradılanı sev Yaradandan ötürü'  bir anlayışın gereği tüm gayrimüslim topluluklar Millet-i mahkume ismiyle karşılık bulur. İşte bu gerçeklerden hareketle gerek Selçuklu olsun, gerek Osmanlı olsun kurdukları devletlerin adına sülale ismi koymaktan yüksünmemişlerdir.  Dahası ırkı anımsatacak veya soy sop faslını çağrıştıracak herhangi bir sözcüğe ihtiyaç duymamışlardır. Hem niye ihtiyaç duysunlar ki,  baksanıza lafını bile etmeyerek ne ceddini unuttular ne de neslini. Hatta  ‘Biz şuyuz, biz buyuz’ havasında kendilerini soyca ispatlama hevesine de kapılmadılar, oldum olası  ‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’  atasözünü düstur edindiler hep. İşte asıl müsbet manada Necip millet olmak budur. Zaten ceddimiz Necip millet olmayı başarabildiği ölçüde Al-i Selçuklu ve Al-i Osmanlı olmaya hak kazanmışlardır. Madem öyle Lozan'da kullanılan diplomasi dilini iyi anlamak gerekir. Şayet bu diplomasi dilini anlayabilseydik kırk yılı aşkındır Güneydoğuda ayrılıkçılığı, bölücülüğü ve Kürt ırkçılığını körükleyen PKK’yı Lozan’daki azınlık haklarıyla ilgili olan maddelerle köşeye sıkıştırıp ters köşe edebilirdik. Evet, ne demek istediğimiz gayet açık, Kürtler asla azınlık değildir.  Bilakis onlar bizim özbeöz Müslüman kardeşlerimizdir.

       Irkçılık tıpkı veba salgını gibi maraz bir hastalıktır.  Hele bünyeye ırkçılık vebası sirayet etmeye bir görüsün, o söz konusu marazı bünyeden atmak zor olabiliyor. Bakınız Fransız ihtilalinden sonra etnik milliyetçilik rüzgârlarının dalga dalga dünyayı sardığında bir anda dengeler alt üst olup Osmanlı gibi nice hanedana dayalı imparatorluklar bir bir dağılma sürecine girmişlerdir. Ulu Hakan Abdülhamid Han her ne kadar bünyemize giren bu vebanın farkına varmış olsa da Osmanlının ömrünü ancak 33 yıl uzatabilmiştir. Derken bu sürecin sonunda kendimizi birinci cihan harbinin ortasında bulmuş olduk.  

       Nasıl ki Osmanlı'nın dünyevi yönünü Devlet-i ebed müddet bilinci temsil ediyorsa, dini yönünü de İslam’a hadim olmak (hizmetkâr olmak)  bilinci temsil etmektedir.  Hatta Osmanlı bu bilinci hilafetle taçlandırmanın yanı sıra üstlendiği hilafet misyonuyla İslam âlemini kardeşçe bir arada idare etmeyi başarmışta. Nasıl mı? Tabiî ki, Millet-i hakime bir ruhla üstesinden gelerek bu işi başarmıştır. Ne zaman ki Millet-i hakime ruh berhava edildi,  bir baktık ki sakiler meclisten çekilir oldu, derken etrafımızda kabilelerden türemiş sözde devletçikler türeyiverdi. Böylece fikri alanda içi boş etnik milliyetçi akımlarının türemesiyle birlikte İslam ülkelerinin Osmanlı'dan koparılması sağlanmış oldu.  Peki, bağrımızdan kopardılar da ne oldu, bugün Ortadoğu’nun perişan hali ortada, nitekim Osmanlıdan koparılmanın bir bedeli olarak ne yazık ki bir türlü Ortadoğu’da akan kanlar durdurulamıyor.  Halen bugün olmuş gözyaşı dinmiyor, halen Ortadoğu kan ağlıyor. Oysa bir zamanlar şemsiyemiz altında Millet-i hâkime iken tek yürek, tek kalp, idik,  şimdi ise bölük pörçük içler acısı bir manzarayla karşı karşıyayız.

        Şu bir gerçek Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı bakiyesi üzerine kurulmuş bir devletimizdir.  Daha henüz çiçeği burnunda yeni devlet kurulduğunda o kadar üzerine Osmanlı geleneğinin izleri sinmişti ki,  ilk kuruluş Meclisinde mebuslarına Kürdistan mebusu, Lazistan mebusu denmesinde herhangi bir beis görülmemiştir. Çünkü o günlerde bu kavramlar ayrılık gayrilik çağrıştırmıyordu, bilakis her etnik unsur aynı kilimin desenleri olarak görülürdü. Ta ki uluslaşma sürecinin kapsam alanına giriverdik, işte o gün bugündür bu kavramlar korku filmlerini aratmayacak bir role bürünmüştür. Hele yanlışlıkla bu kavramlar birilerinin ağzından çıkmaya bir görsün,  bak o zaman o insanın ne vatan hainliği kalır ne de bölücülüğü.  İcabında o insan ipe sapa gelmez bir sürü iftiralarla sürgün edilir de.  İkide bir Lozan zaferdir diye dillerine tutturup duruyorlar,  madem öyle zafer diye dillerine doladıkları Lozan’ın Müslümanları çoğunluk addedip, gayrimüslimleri azınlık kabul ettiği ilkesini çiğnenmelerine ne demeli. Belli ki bir kısım otoriter idareciler İslam dünyasıyla bir şekilde bağlarımızı koparmayı kafalarına koymuşlardır. Öyle ki Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar’ın yazdığı,  Cemal Reşit Rey’in ise bestelediği onuncu yıl marşının dizelerinde geçen; “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” suni bir söylemleOsmanlı millet sistemine alternatif köksüz kuşak üretmeyi hedef edinmişlerdir. Böylece kafalarına koydukları hedef doğrultusunda İstiklal Marşımızda geçen  “Hakkıdır, Hakk’a Tapan Milletimin İstiklal” dizelerinin mana ve ruhuyla taban tabana zıt tek tip suni nesil üretme sevdasıyla sadece farklı etnik kökenden gelen Müslümanlar değil, dini hassasiyete haiz kendi soydaşlarımızda büyük yara almıştır. Hem nasıl yara almasın ki, bir kere ulus kavramı dini değerleri dışlayarak kurgulanmış, dolayısıyla bu coğrafyada ulus devlet kurgusuna kim uyum sağlıyorsa kılına zarar gelmiyordu. Oysa millet denilince Türk insanının zihninde soyut anlamda din, vatan, bayrak, tarih, kültür birlikteliği canlanır hep.  Mesela bayrak deyince yüreği dağlanıp aklına şehidin kanı düşer,  vatan deyince üzerine toprak altında binlerce kefensiz yatan ecdadın ruhu siner,   tarih deyince gözünde Orta Asya, Anadolu, Mostar, Viyana ve Çanakkale'nin aziz hatıraları canlanır, kültür deyince Türk İslam medeniyeti akla gelir. Peki ya eski Türkiye devlet erkânının zihin kodları nasıl akl eder derseniz, maalesef bu malum zihniyet  ‘kayıtsız şartsız hâkimiyet milletindir’ cümlesini illet-i hakime olarak akl eder. Dahası onların gözünde bu Necip millet göbeğini kaşıyan bir illettir.

          Aslında yeniden ulus inşa etme iddiası çok büyük bir iddiadır. Zira sosyolojik veriler köksüz millet oluşturulamaz yönünde bilgi vermekte. Her ne kadar birilerince bir milletin dili, dini, geleneği unutturulmaya çalışılsa da tarihin hafızası bir şekilde gün yüzüne çıkabiliyor. Dolayısıyla sil baştan köksüz yeni ulus inşa etmek bir yere kadar sürdürülebilmekte, nihayetinde öze dönüş vuku bulabiliyor.  Kaldı ki tarihin malzemesi ölü değil, bu yüzden geçmişin izlerini silip unutturmak hiçte öyle kolay bir iş değil. Hem nasıl ki köksüz ağaç olmazsa, köksüz millette olmaz, olsa da meyve vermez. Bakınız,  kurtuluş savaşını zaferle taçlandıran o göbeğini kaşıyan dedikleri milletin azmi ve kararı gerçekleştirmiştir. Şayet yeniden çağlar üzerinde sıçrayıp modern çağın en üst seviyesine sıçrama diye bir dert ve davamız varsa, biliniz ki bu ülküyü köklerine dönüp yeniden dirilişe geçen nesiller gerçekleştirecektir. Köksüz nesil üretmeyi amaç edinen malum zihniyetle bırakın çağ atlamayı mevcut durumumuzu bile koruyamayız. Kaldı ki onlar küresel güçlerin maşalığına soyunduktan sonra on yılda bir on beş milyon genç yetiştirmişler neye yarar ki. Sadece maşalık yapsalar yine gam yemeyiz,  batıdan ithal ettikleri laiklik kavramını bile aslından uzaklaştırıp militan laikliğe dönüştürmüşlerdir. Şayet gerçek anlamda laiklikten söz edeceksek Osmanlı bağrında yaşayan Millet-i hakime ve Millet-i mahkume unsurlarının asırlardır huzur içerisinde bir arada nasıl yaşadıklarına bakmak yeterlidir.  Maalesef Osmanlı’yı örnek almak varken,  inançları baskı altına alan militan laikliği örnek alarak ömür tüketmekteyiz.  Tarihten hiç mi ders alınmaz,  zaten ders alınsaydı Osmanlıda olduğu gibi hiç kimsenin ne din'ine, ne de milliyetine karışılmazdı. Ne var ki tepeden inmeci anlayış toplumu dizayn etmenin adını ulusçuluk diye yutturmuşlardır. Aslında yaptıkları düpedüz toplumun değerlerini hiçe sayıp aslını, neslini unutturma hamlesidir. Allah'tan ki tüm bu olumsuzlukları unutturacak ve bize teselli kaynağı olan halkımız var.  Öyle hor gördükleri bu halk, aslında öyle bir necip halktır ki,  farklılıkları zenginlik olarak algılayan bir halktır.  Neyse ki 27 Mayıs askeri darbe, 28 Şubat postmodern darbe ve 15 Temmuz ihanet darbe girişimi gibi o acı süreçlerden geçtikten sonra artık başımızda Yeni Türkiye Yüzyılını çağlar üzerinden sıçratma ülküsünü hedef edinmiş halka tepeden bakmayan muktedir bir iktidar var. Hele şükür ki epey bir zamandır seküler ulus kavramı ile aba altında sopa gösterme politikaları tıkanmış gözüküyor. Belki de tıkanmasa sığınacak limanımız kalmayabilirdi. Anlaşılan o ki; toplum nezdinde tek tip arayışlar yüz bulamıyor. Nasıl yüz bulsun ki,  etnik Türk kavramının tek başına millet kavramını karşılamadığı apaçık ortada.  İşte bu gerçeklere rağmen hala bir takım marjinal gruplar bir zaman Batı dünyasının modernizmin son aşaması olarak gördüğü bayatlamış nation (ulus) kavramını Türkiye coğrafyasına uyarlamak peşindeler.  Onlar inatla soy sop faslı yapa dursunlar dünyanın geldiği noktada çok kültürlülük içeren bir evreye açılmasıyla birlikte küreselleşme rüzgârları dalga dalga esip böylece bu durumda ulusal sağ ve ulusal sol oluşumlar eskisi kadar etkili olamayacaklardır.  Umarız bir gün onlar da Osmanlı millet sisteminin dünyada yeniden hatırlanıp ve tartışılıyor olmasının neticesinde bizi biz yapan,  aynı sofrada bağdaş kurup kardeş kılan Millet-i hakime gerçeğini ve Nizam-ı âlem ülkümüzün bugünkü anlamda postmodernizm denen küresel boyutunu fark etmiş olsunlar. Nitekim Caroline Finkel bu gerçeği fark etmiş olsa gerek ki tüm dünyaya “Osmanlıların geri getirilmesi mümkün mü” diye sormaktan kendini alamaz da.

          Vesselam.

         


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —