Rus bilgini Barthold şöyle der; “Eski Türk devletinde zadegânlık, cebir ve şiddetten arî idi. Halk Moğollar’da olduğu gibi hakaret görmezdi ve faaliyetlerinden dolayı hemen cezalandırılmazdı. Tam bir demokratik şuur mevcuttu.” Corci Zeydan ise benzer bir ifadeyle şöyle der; “Dünyanın en hür diyarı Osmanlı ülkesidir. Orada insan Allah’a ve padişaha çatmadıkça çok rahatlıkla serbest yaşayabilir.”
Evet, yukarıda Türkün hakkını teslim eden sözlerden de anlaşıldığı üzere tarihimize “kılıç kalkan” devri diye niteleyenler çok büyük yanılgı içerisindelerdir. Bu yüzden Barthold’un sözlerinden almaları gereken pek çok dersler vardır. Şimdi gel de böylesi Rus aydınını alkışlama. Düşünsenize bizim bir takım aklı evvel yerli aydınların göremediğini o görmüş. Sadece Rus aydını mı? Bakınız A. Ubucini de şöyle der; “Osmanlı şeklen mutlak bir saltanat olmakla beraber esasen yumuşak bir idaredir.”
Hiç kuşkusuz bahse konu olan bu yumuşaklık, Hakanlarımızın idare ettiği tebaasını Allah’ın mukaddes bir emaneti olarak bakmasından kaynaklanan bir yumuşaklıktır. Onlar son derece Rıza-i Bari için gayret etmiş Hakanlarımızdır. Sanılanın tam aksine kendi başlarına buyruk kesilmediler, bilakis kararlarını her daim ulema ve umumi efkârın kontrolü altında almışlardır hep. İşte böylesi bir kontrol müessesesi sayesinde Osmanlı şeklen merkeziyetçi yapıda görünse de aslında özde demokratik zihniyete haiz bir yapılanma ortaya koymuştur. İşte şekil ve öz uyumluluğun tezahür ettiği böylesi bir merkeziyetçi yapıda elbette ki feodalite, derebeylik ve aristokratik yapılanmaların izine rastlanmaması son derece gayet tabii bir durumdur.
Evet, Osmanlı’da asla feodalizme dayalı bir yapılanma söz konusu değildi, varsa yoksa bürokratik yapıya benzer diyebileceğimiz sipahi yapılanması söz konusudur. Padişahlar malum özel mülkiyet sahibi değillerdi, sadece kendileri için ayrılan Has topraklardan elde edilen gelirlerle tasarrufta bulunuyorlardı. Bu arada toplumun ticari ve ekonomik hayatı ise Ahi teşkilatı (Ahıyan-ı Rum) aracılığı ile düzenleniyordu.
Padişahlar kanuna aykırı davrandıklarında işin boyutu hal edilmesinden tutunda icabında idam edilmesine kadar varabiliyordu. Hani birileri habire Osmanlı padişahlarına “Astığı astık, kestiği kestik” şeklinde at gözlüğü ile bakıp televizyon ekranlarında ahkâm kesiyorlar ya, oysa kazın ayağı hiçte öyle değil. Gerçek şu ki; padişahlarımız nizamnamelere tabii padişahlardı. Bu demektir ki asıl söz sahibi padişahlık makamı değil, asıl karar merci bugünkü Anayasa mahkemesi hükmünde Şeyhülislamlık makamıdır. Padişah ancak ulemanın onayını alaraktan icraat sergileyebiliyordu. İcraat bakımdan tüm sorumluluk günümüzde ki hükümet reisi veya başbakanlık makamına karşılık gelen sadrazama ait bir yükümlülüktür. Şeyhülislamlar, sadrazamlar ve âlimler çoğunlukla köylü çocukları olup asla sırça köşklerde büyümüş insanlar değillerdi, tam aksine halk içinden gelen insanlardı. İşte bu yüzden onlar hakkında zadegân etiketi yapıştırmak abesle iştigaldir. Dolayısıyla böyle bir yapıdan halkı ezen, onu eşya gibi gören bir rejim çıkmaması gayet tabiidir. Kanunlar neyi emrediyorsa padişahlarda onu uyguluyorlardı. Üstelik kanun koyucu padişahlar değil, ulema ve ümeradır. Ortada her ne iş var, mutlaka işin ehline verilirdi. Örnek mi? İşte şer'i hükümlerin kadıya, hukuki meselelerin hâkime, resmiyette ki halka yönelik işlerin hükümet başkanı veya yetkili memurlara havale edilmesi bunun bariz net örneklerini teşkil eder. Kahır ekseriyet padişahlarımız haşmetini reaya hizmet etmekte olduğunun bilinciyle hareket ediyorlardı. Öyle ki Osmanlı padişahları her “Cuma Selamlığına çıktıklarında muvazzaf bir tabur askere; “Mağrur olma Padişahım senden büyük Allah var” şeklinde tempo tutturmakla nefsin heva ve hilelerine karşı kendilerini koruma altına almış oluyorlardı. Aslında selamlıkta hatırlatılan bu tempo tutturma merasimi aynı zamanda yediden yetmişe hemen herkese er kişi niyetine musalla taşına konulacağını hatırlatanda bir törendir. Bundan daha da öte padişaha tebaasının hadimi olması gerektiğini hatırlatan bir uyarıdır. Elbette ki böylesi tempo hatırlatmalarının uygulandığı Osmanlı yönetim sisteminde pekte parlamentoya ihtiyaçta duyulmazdı. Yine de Osmanlı o zamanki şartlarda parlamentoyu aratmayacak bir şekilde ehl-i hal ve’l-akd zümreden oluşan meşveret meclisini kurmayı da ihmal etmez. Öyle ki Ehl-i hal ve’l-akd zümrenin bir ayağını ümera, diğer ayağını ulema oluşturuyordu. Ümera günlük meselelerin hakkından gelirken ulema da yürürlükteki kanunlara izahat getirip nizamnamelerin işleyişini hal yoluna koyuyordu. İşte bu tablo çok iyi okunup bakıldığında Batı demokrasisinin çok ilerisinde bir demokratik anlayışına haiz bir donanımda olduğumuz gözüküyor.
Bir kere şunu baştan belirtmekte fayda var; Osmanlı asla teokratik bir devlet değildi. Nasıl olsun ki, bir kere teokratik devletlerde devlet başkanı tıpkı İran’daki gibi Dini liderdir. Bizde böyle bir şey yoktur ki teokratik devlet denilsin. Başta da dedik ya, asla böyle bir durum yok, olamaz da. İlla ki bir şey denilecekse devlet yönetimimiz hanedandı, tıpkı bugünkü İngiltere, Belçika, Danimarka, Hollanda'ya benzer taçlı (sarıklı) bir demokratik düzen vardı. Malum Avrupa Orta Çağ’da kral ve ona bağlı ruhbanlar tarafından yönetilirdi. İngiltere, Belçika Hollanda, İspanya, Danimarka, Norveç ve İsveç’te ise krallığın yanı sıra aristokrasiyle yönetilirdi. Tüm bu gerçekler ortada iken hâlâ birtakım aklı evveller kalkıp bize Cumhuriyetçilik dersi vermeye kalkışabiliyor. Doğrusu sinirlenmemek elde değil. Onlar sinir uçlarımızla oynayadursunlar sonuçta altın değerinde demokratik yapıda diyebileceğimiz teşkilat ağımızı kaybetmekle batıya muhtaç hale geldik ya, asıl düşünmemiz gereken nokta bu husus olmalıdır. Öyle ki içimizden; “Hani nerde o kendi haşmetini ülke halkının saadetinde arayan Osmanlı nerede” diye haykırasımız da geliyor.
Evet, şimdi gel de Osmanlı’ya hasret kalma, iş bölümünden tutunda dayanışma ve yardımlaşmaya kadar hayatın hemen her alanında tüm demokratik mekanizmaları bağrında taşıyordu. Bunlardan mesela reayanın (halkın) üretim faaliyetiyle birlikte vergi ödeme gibi birçok görevleri vardı. Ve bu üretim faaliyetleri doğrultusunda tıpkı özel mülkiyete sağlanan imkânlara benzer uygulamalar eşliğinde sömürgeci kölelik düzenine geçit verilmezdi. Nitekim kölenin mülkiyeti söz konusu olamayacağından köle düzeninin esamisine de rastlanmazdı. Osmanlı iktisadının temelleri devletçilik üzerine kuruludur, ama özel kesime de imkân tanıyan ve devlet hizmetine tabi bir devletçilik söz konusuydu. Ulemanın ise malum Osmanlı şemsiyesi altında sadece dini, yargı ve eğitim vazifesi esastı. Bundan dolayıdır ki Hacı Bayram-ı Veli (k.s) dönemin padişahı Sultan I. Murat’a şu nasihatte bulunmuştur:
-“Bu ümmetin hukukunu sana sorarlar, terbiyesini (eğitimini) hocalara ve mürşitlere sorarlar. Terbiye edilmiş milleti idare etmekse Sultan’a aittir. Milletin seviyesi düşerse vebali hocaya aittir.”
İşte bu müthiş nasihat varı sözlerden de anlaşıldığı üzere Osmanlı toplumunun cemiyet hayatında kendi payına düşen bir görev dağılımı ve iş bölümüne dayalı bir örgütlenmenin varlığı söz konusudur. Kaldı ki i iş bölümü, dayanışma ve yardımlaşma gibi değerler sadece dünün konusu değil, bugünün de konusudur. Zira iş bölümü, dayanışma ve yardımlaşma gibi değerler demokrasinin “katılımcılık” ilkesinin ruhunu oluşturan öğelerdir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman bu hususta: “Bir memleketin hakiki efendisi reayadır (halktır)” demekle adeta tüm insanlığa demokrasi dersi vermiştir. Hele bir insan Osmanlı kapısında girmeye bir görsün, sosyal hayatta insana ne ihtiyaç lazımsa hemen hizmetine sunulurdu. Dikkat edin himmet demedik hizmet dedik. Niye derseniz, çünkü hizmet kapısı herkes içindir, hatta buna padişahlarda dâhildir. Zira bizde padişah taç giymez, sadece kılıç kuşanırdı. Kılıç adalet hizmetine yönelik bir simgedir.
Tarihten günümüze demokratik süreç burada bitmez, dahası var elbet. Şöyle ki, Osmanlı Meşrutiyetinde mahalli birimlere serbestiyet hakkı tanıdığı muhakkak. Aslında bu hak, ferdin cemiyet içinde nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğinin İslami ilkesinden başkası değildir. İşte Osmanlı bu ilkeden hareketle; devletin sadece düzenleyici, yönlendirici ve umumi planlayıcı rol üstlenmesi gerektiği sonucunu çıkarmış ve uygulamış da. Kaldı ki devlet müdahaleciliğiyle değil adil hakemliği ile değer kazanabiliyor. Malum, müdahil olmak demokrasinin özüne aykırılık teşkil ettiğinden kontrol müessesi tercih edilir. Ancak demokratik yapılanmada kontrol mekanizması tek yönlü işlediğinden halkın bu noktada sadece yöneticileri belirleme, seçme ve denetleme hakkı vardır. Oysa İslam’da halkın da kontrolü gerekir. Yani, karşılıklı tabandan tavana ve tavandan tabana dönüşümlü karşılıklı otokontrol sirkülasyonu söz konusudur. Zaten tek yönlü kontrol mekanizması zaman içerisinde totalitarizme kapı aralayabiliyor. Anlaşılan İslam sayesinde “Padişah-Ordu-millet-âlim” dörtlü dayanışma ağıyla hep birlikte el ele, gönül gönüle verip asırlar boyu iri ve diri olmuşlardır.
Türkler hem hürriyete düşkün hem de baskından uzak disiplinli yaşamaya düşkündü. İşte bu yüzdendir ahlaktan mahrum bir hürriyetle gevezeliği vakarlarına yakıştırmazlardı. Batıda disiplinden mahrum hürriyet olduğu içindir alabildiğine gevezelik, lakaytlık almış başını giderken bu işin nereye varacakları fark edemeyecek kadar yol almaktalar. Tabii bu durum beraberinde kimlik krizine yol açacağı gibi sosyal çözülmeleri de beraberinde getirmekte. .Maalesef aynı durum bizim topraklara da sıçramıştır. Öyle ki bir anda etrafımızda başıboş, birbirinden kopuk, birbirleri arasında iletişimsiz insanların türediğine şahit olduk. Oysa bir zamanlar biz hürriyeti Allah’a kul olmakta tatmış necip bir millettik. Hiç kuşkusuz Allah’a kul olmak ve kulluğun gereği O’nu anmak en güzel bir duygu selidir. Ki, tasavvufi hayat bunu gerektirir. Düşünsenize tasavvufi hayat sayesinde bir zamanlar tüm objektif ve sübjektif sahte mabutlardan uzak gerçek özgürlük nedir onu idrak etmişiz. Bu nedenledir ki tasavvufta hürriyet; “Bağlan, hür ol ve kurtul” düsturuyla mana kazanmıştır. Ancak ne var ki zaman içerisinde gerçek anlamda Allah’a kul olma bilincini kaybedince bu kez kula kul olmuşuz.
Evet! Hürriyet hak ve hakikate teslim olmak demektir. Bu teslimiyet kula kul olmak manasına değil elbet, Allah’a abd olma manasında hürriyettir bu. Kuşkusuz böylesi bir hürriyeti yaşayan bilir, yaşamayan bilmez. Hani derler ya, kişi yaşamadığı şeyin cahili diye, aynen öyle de bilgiden yoksun olmak kör kütük tutsak hayat yaşamak demektir. İşte bu nedenledir ki İslam’da esaret “Allah’tan başka ilahlara tapınmak” olarak tarif bulur. Ama gel gör ki beşeriyet İslam’ın çağrısına kulak vermeyip dün olduğu gibi bugün kendi elleriyle icat ettikleri suni putların esareti içinde yaşamakta, böyle giderse gerçek anlamda hakka ve hakikate teslim olunmayıp maddenin kölesi olunmaya devam edilecektir.
İslam, aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya bir yapılanmayı öngörüp böylece çağlar üstü insanlığa ötelerinde ötesi diyebileceğimiz çok büyük ufuk turu açmakta. Dahası İslam’da hürriyet içinde madden ve manen gelişmişlik kaydetmek vardır. Çünkü hürriyet Allah'a kul olmaktır. Şayet hürsek İslami vecibeleri yerine getirmek mecburiyetindeyiz, hür değilsek birtakım vecibeleri yerine getirmekten sorumlu olmayabiliyoruz. Maalesef gelinen noktada şimdiye kadar yapboz misali bir takım denenen beşeri modellerle kimimiz paranın esiri olmuşuz, kimimiz patronların, kimimiz parti liderlerin, kimimiz ideolojilerin, kimimiz kadınların cazibesine kapılıp esiri olmuşuz. Bakalım bu devran nereye kadar devam edecek, doğrusu merakımıza mucip olmakta dersek yeridir Umulur ki insanoğlu bir an evvel suni sahte mabutlardan kurtulur da topyekûn Allah’ın ipine sarılıp gerçek hürriyete kavuşmuş olsun. Bakınız İmam Şafi bu hususta ne diyor: “Allah seni hür yarattı, o halde hür yaşa.” Madem öyle, bu noktada bize Allah’a “abd” olmak düşer. Abd olmadan efendi olmuşsun neye yarar ki. Bakınız iyi ki de İbrahim Ethem, tacı tahtı bırakıp manevi susuzluğunu giderecek kaynağa koşmuş. Belli ki her şey gerçek manada kul olmakta esrarını koruyor. Zaten padişahlıkta Allah’a abd olmakla mana kazanır. Bakınız Moltke “Türkler kölelikte dahi Garbın idrakinden çok ileridedir” diye tespitte bulunması bunun bariz bir göstergesidir. Hakeza A. Ubicini de buna benzer ifadelerle; “Türkiye’de Katolik, Paris ve Lyon’dakinden daha serbesttir” tespitinde bulunmuştur. Tüm bu müthiş gerçeği gözler önüne seren tespitlerden hareketle şu sonuca varabiliriz;
-Evet! Padişahlarımız Allah’a kul olmanın idrakiyle gayrimüslimlere haklar tanıyarak hürriyetin lafzını değil bizatihi uygulamasını göstermişlerdir. Nitekim Fatih Sultan Mehmet, patrik tayin etmekle kalmamış, aynı zamanda patriği himaye ederekten de Hristiyanların kalbini kazanmıştır. Yetmedi Patriğe arsa bile hediye etmiştir. Peki, Osmanlının hürriyet ikliminden istifade eden sadece Hristiyanlar mıydı? Diğerleri de var elbet, bakın 15. asırda İspanya’da engizisyon zulmünden inim inim inleyen Yahudiler Osmanlı’nın hür diyarına (iklimine) sığınaraktan hürriyetlerine kavuşmuşlardır. Keza yine Rus kilisesinin adeta inim inim inlettiği Kazaklarda hürriyeti Osmanlı idaresinin adil yönetiminde bulmuşlardır. İşte Osmanlı’nın bu müthiş hürriyet uygulamaları Bizans halkının gönlünü fethetmesiyle birlikte Grandük Notoras Bizanslıların hissiyatına “Konstantinopolis’teLatin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi daha yeğlerim” demek suretiyle tercüman olmuşlardır.
Ezcümle hürriyet konusunda Fransız bilgini Fr. Grenard; “Osmanlı hiçbir zaman milliyetler tezadına ve mezhep mücadelelerinin görülmediği bir düzenin adıdır” demek suretiyle yediden yetmişe hemen herkese Osmanlı şemsiyesinin altında gerçek hürriyetin yaşanılacağını dillendirmiştir.
Haftaya Tanzimat Dönemi başlığı altında devam edecek.