Yüksel Durak


Ramazan Sohbetleri-2

SENOR CARLOS


Çalıştığım kurumda ithal edilen bir ambalaj malzemesinde sorun yaşandı. Üretici firma, dünya çapında büyük bir firmaydı ve bizi kaybetmesi pazar anlamında çok büyük bir kayıp değildi onlar için. Ama Türkiye’de sektörün “ağır abilerinden” biriydik biz. Bunu biliyorlardı ve bu nedenle olsa gerek bizden vaz geçmek istemediler. Sorunun çözümü için ivedi bir toplantı yapılması kararlaştırıldı.

Toplantıya şirketin Avrupa Temsilcisi Senor Carlos ile Türkiye temsilcisi bir hanımefendi katılacaktı. Hanımefendi otuzlu yaşlarda, zarif ve güzel bir Türk kadını. Donanımlı. Altı dil biliyor. 

Bizden müdür ve müdür yardımcısı… Bir de ben…

Benim öyle büyük unvanlarım yok. Ama kurumun en tecrübelilerinden biriyim. İşimi iyi yaparım. Konuyu biliyorum. Ayrıca dizüstü bilgisayarım ile rakamsal veri ve bilgileri de vereceğim. Onun için katılımcılar arasındayım.


Toplantı bir çarşamba günü iki bölüm halinde yapılacaktı. Birinci bölüm öğleden önce 10.30-12.00 arasında, ikinci bölüm öğle yemeğinden sonra saat 13.00-15.00 arasında planlandı. 

Toplantı günü bizim hazırlığımız tamamdı. Toplantı masasına kuru pastalar servis edildi. İki tabağa kuru incir ve gün kurusu kayısı konuldu. Pet şişelerde sular hazırdı. Her katılımcının önüne not için kâğıtlar ve kalemler bırakıldı.


Ancak kader denilebilir. Tevafuk, tesadüf diyenler çıkabilir. Neyse ne… Toplantı günü o yılın Ramazan ayının birinci gününe denk gelmişti.


Carlos ve hanımefendi saat 10.19’da geldi. Tanışma faslı ayakta geçildi. Tam 10.30’da toplantı başladı. O ara bana bakan Carlos, hanımefendiye benim önümde neden tabak ve içecek olmadığını sordu. Ben oruçlu olduğumu söyledim. Nasıl olduğunu sordu, güneşin doğumundan batışına kadar bir şey yiyip içmediği söyledim. Benim de anlamakta güçlük çektiğim imsak vaktini İspanyol’a anlatmak zor olabilirdi. 

Bunun üzerine Carlos, ayran bardağını ve tabağını ileri sürdü, ben hayır dedim. Orucun bireysel bir ibadet olduğunu, benim yüzümden birilerinin yemek içmekten kaçınmasını doğru bulmadığımı, bunun beni üzeceğini ve böyle bir şey olduğunda toplantıyı terk edeceğimi söyledim. Müdür yardımcısı toplantıyı terk konusunun tercüme edilmemesini istedi.

Senor Carlos, yine de nezaketle izin isteyerek ayranından bir yudum aldı. Bu konuyu toplantı sonrasında sizinle biraz ayrıntılı konuşmak isterim dedi. 


Toplantının birinci bölümü iyi geçti. Her iki tarafta adımlar attı, ortak bir noktaya az kalmıştı. Yemek arasına geçildi. Yemekte konuklara pilav üstü döner ikram edildi. Yemek esnasında müdür iş görüşmesine devam etmek istediyse de Carlos kabul etmedi. 

Konu nasıl olduysa futbola geldi, Carlos’un sorusu üzerine İspanya’da Barcelona’yı tuttuğumu söyledim. Kaşları çatıldı ve “Ottil-Madrid, Ottil-Madrid” dedi. Kimse anlamayınca bir kâğıda “Özil” yazdı. Ben gülerek evet dedim, bu nedenle gurur duyduğumu ve Real Madrid’in şampiyon olmasında hiçbir sakınca olmadığını söyledim, iş tatlıya bağlandı.

Carlos, İspanya İç Savaşını ve General Franko sorularını geçiştirdi. Endülüs hakkında yeterli bilgisi olmadığı lakin Granada, Cordoba, Sevilla, Cadiz gibi şehirlere çok saygı duyduğunu ve sevdiğini söyledi. 


Carlos’un inancı konusunda bir fikrim yoktu. Bir dini var mıydı? Varsa muhtemelen Hıristiyan’dı. Hıristiyan ise Ortodoks olma ihtimali yoktu. Protestan mıydı acaba? Neyse neydi… Carlos mütevazı, çok saygılı ve iyi bir insandı.


Öğleden sonraki bölüm anlaşmaya varıldığı için çok çabuk tamamlandı. Carlos, ikram edilen çayını içerken “Ramazan’ı” sordu.

Allah, “Tutunuz” dediği için oruç tutuyordum ben. Güneşin doğmasından bir saatten biraz önce niyetleniyor ve gün boyunca yemeden içmeden kesiliyordum. Keyif verici şeylerden, cinsellikten, öfke ve sinirden, kötü sözlerden, kavgadan uzak duruyordum. Çok özel bir ibadet olup ruhumu ve bedenimi terbiye ediyordum. Benliğimi hesaba çekip, yanlışlarıma, varsa günahlarıma tövbe ediyordum. Bir Müslüman olarak iyi, güzel ve dosdoğru bir hayat yaşamakla yükümlüydüm. Fakat bunu dünya telaşı ve koşuşturması ile aksatabiliyordum. İşte oruç ile bir bakıma kendimi yeniliyordum. Ayrıca sağlık açısından çok yararlı olduğu söyleniyordu, detoks deniyordu. Hatta bazı zamanlarda bazı insanlara sağlık için tavsiye ediliyordu.

Güneşin batışıyla birlikte iftar yapıyor, orucumu açıyordum. Yememe içmeme dönüyordum.

Ayrıca bir gelenek ve kültürdü. Özel pidesi, zeytini, hurması, kuru inciri, teravisi vardı. İftar davetleri, aile akraba ziyaretleri yapılıyor, küçük eğlenceler düzenleniyordu.

Dayanışma, yardımlaşma ve paylaşma gibi konularda insanlar daha hassas oluyordu. 


Carlos, “Ben de tutabilir miyim? Birlikte tutabilir miyiz?” diye hayret verici bir soru sordu. Ben tabii, memnuniyetle dedim. Ramazan ayının her yıl on gün önceye geldiğini söyleyince onu planlamanın zor olduğunu söyledi. Ramazan ayı olmasa da tutabileceğimizi söyleyince okey dedi.


Bütün bu süreçte ilginç bir şey keşfettim. Benim pek İngilizcem yoktu fakat kelime dağarcığım fena sayılmazdı. İngilizce konuşamıyordum ancak toplantı sırasında Carlos’un neredeyse her söylediğini anlamıştım. 


Carlos ve hanımefendiyi uğurlarken kucaklaştık beyefendiyle. Dini bütün bir Müslüman görseydi musafaha yaptığımızı düşünebilirdi. O derece yani, bir kardeş gibi.


Evet, Senor Carlos’u tanımıyordum. Ama Akdeniz ikliminden midir, kişisel özelliği midir, samimi biriydi ve ben yaşam tecrübemde samimi insanları sevmeyi öğrenmiştim.


Yok, Carlos ile bir daha görüşemedik ve birlikte oruç tutmamız nasip olmadı. Kurumda kadrolar çok hızlı ve gereksiz bir biçimde gençleşti. Bu süreçte çok sık değişen “idareler de” beni pek sevmedi. Hoş, öncesinde seven idareler var mıydı? Pek yoktu ama onlar ehliyet, liyakat ve adalet konularında daha hassastılar. Hem bu kadar idare beni sevmediğine göre sorun bende de olabilirdi. Öyle ya, bütün idareler kötü olacak değildi herhalde.