Henüz vakit ve saatle pek işimin olmadığı zamanlardı. Ailemden başlayarak dünyayı öğrenme yolunda atılan ilk adımlar…
Zaman ve saatle işim yoktu ama iftar vaktini mutfakta başlayan hareket ve seslerden bilirdim. Tam o anlarda babam yerinden kalkar, radyoyu kısık sesle açar, sofradaki yerini alırdı. Evdeki baş oruçlulardan biriymişçesine ben de sessizce yanına otururdum.
Mutfaktaki sesler susar, yemek ve içecekler sofraya taşınmaya başlardı.
Mütevazı olurdu babamın sofrası. Gerektiği ve yeteri kadar… İsraf olmaması en önemli hassasiyetti. Hoş, düzayak evlerde israf kolay değildi. Sofradan artanlar tavuklara, sokaktaki kedilere verilirdi. O zamanlarda sokaklarda fazla köpek olmazdı, tek tük…
Ama iftar soframız biraz daha az mütevazı olurdu. Mevsime ve ana yemeğe göre ayran, hoşaf, yoğurt, karpuz, salata gibi çeşnilerden en az ikisi olurdu. Et ve etli yemeklerimiz biraz daha fazla olurdu. Hamur işimiz ve börek en azından üç günde bir yerini alırdı menüde.
Bu arada demlenmiş çay, küçük tüpün üstünde, odanın başköşesinde yerini almış olur, çaydanlık düşük ateşte fıkır fıkır kaynardı.
İftar davetlerinde de asla abartı olmazdı. Zenginlik gösterisinden kaçınılırdı ki zaten zengin değildik. Orta direk bir aile…
Yemeklerin taşınma işi bittikten sonra aile bireyleri sofradaki yerini alır, son kontrollerden sonra annem de otururdu. Bu süreçte evde tam anlamıyla çıt çıkmazdı, radyonun kısık sesinden başka. Radyoda birileri konuşur, dualar edilir, ilahiler okunurdu. Ha! Dedem ve anneannem bizdeyse dedem yavaş yavaş konuşur, Kur’an’dan peygamber kıssaları anlatırdı. Ben o zamanlarda öğrenmiştim Eyyub Peygamberin hastalığa sabır ve şükrünü, Güzel Yusuf Peygamberin kuyuya atılışını, sonra Mısır’a sultan oluşunu, Yunus Peygamberin balığın karnında seyahatini ve diğerlerini.
Bu bekleme süresi bana çok ama çok uzun gelirdi. Şimdi düşündüğümde en az on dakika, en fazla yirmi dakikalık bir süre. Hayır, sıkılmazdım ama gün boyu oruç tutmuşum gibi acıkır, susardım. O sürede ben de tam manasıyla oruç tutmuş olurdum. Ezanla birlikte sofrada ne varsa silip süpüreceğimi düşünürdüm, düşlerdim.
Vakte çok az kaldığında babam omzuma ya da dizime şefkatle dokunur, ben fırlar, bahçeye çıkardım. Bahçeden caminin ışıklarını gözlerdim. O zamanlarda şehirlere ihanet edilmemişti demek ki. Bahçeden cami görünürdü. Şimdi bahçeler kalmadı zaten. Cami dikey binaların arasında yitip gitti.
Bazen hemen yanardı kandiller de bazen hiç yanmayacak sanırdım. Yandığında büyük bir heyecanla içeri koşar, “Yandı, yandı!” diye müjdelerdim iftarı. Eşzamanlı olarak radyodan da anons gelirdi; “Ankara için iftar vakti.” Ardından bir de radyo ezanı…
Babam, “Hade bismillah, buyurun!” derdi. Biz o anda içerdik suyumuzu, yerdik zeytinimizi. Annem biraz beklerdi. Babam, ezanın bitmesini bekler, ardından mırıl mırıl duasını eder, sonra açardı orucunu. Sabrın sonu yahu…
Yaşım biraz ilerleyince ilk işim babamın iftar duasını ezberlemek olmuştu;
“Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttum. Sana inandım, sana sığındım. Senin rızkın ile orucumu açtım. Hamd olsun verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete. Ey bağışlaması bol Rabb’im! Beni, ailemi, milletimi, devletimi ve bütün inananları koru. Rahmetini ve yardımını esirgeme üzerimizden. Bizlere yaşama sevinci ver, her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü ver. Senin her şeye gücün yeter.”
Yaşım daha da ilerleyince bu duayı çok sevdim. Nasıl sevilmezdi ki? İçinde Fatiha vardı. İçinde Allah’ın sonsuz kudreti vardı. Sabır vardı. Şükür ve teşekkür vardı. Rahmet ve merhamet vardı, ümit vardı. Birlik ve beraberlik vardı.
Uzun yıllar sonra “uzun yaşam” değil de “yaşama sevinci” dikkatimi çekti. Günümüz insanının başta Uzak Doğu olmak üzere edinmek için başvurmadığı yol kalmayan yaşama sevinci.
İftarın ardından babam akşam namazını kılardı. Tiryakilikleri yoktu babamın. Annem, önce bir bardak çay içer, sonra kılardı namazını.
Babam iki bardak çay içtikten sonra teravi hazırlığına başlardı. Ben de katılırdım ona. Yaz teravilerini çok severim ben. Kış teravilerine göre daha dingin ve sakindir. Hem kat kat giyinmek de gerekemez. Eğlenceli olurdu teraviler. Arada okunan salavatların tadına doyum olmazdı.
Teravi sonrası bir komşunun bahçesinde çay içilirdi. Biz çocuklar, oyunlar oynardık.
Babamın okuması yoktu… Annem ilkokul mezunu… Hayatı ve yaşadıkları dini “aktarma” yoluyla görerek, yaşayarak öğrenmişlerdi muhtemelen. Önemlidir aktarma, önemlidir aile terbiyesi, tecrübesi. Eğitimin en önemli unsurlarından biri... Tamam da hâlâ şaşarım; o irfanı ve ihlası nasıl öğrenmişlerdi?
Ben, babamın iftar sofrası güzelliğini başaramadım. Zaman ve şartlar… Gittikçe artan koşuşturma ve telaş, zamanın bereketinin kaybolması, gittikçe azalan irfan ve ihlas gibi nedenlerle beş dakika önce olsun oturamam iftar sofrasına.
Kim bilir, belki de bahanelerim çoktu benim.