Selim Gürbüzer


SANAYİLEŞMİŞ BİLGİ TOPLUMU VE ENDÜSTRİYEL KATILIM

Bütün geçiş toplumlarının derdi davası kalkınmaktır. Geçiş toplumu ne tarım toplumu, ne sanayi toplumu, ne de bilgi toplumudur. Bilakis geçiş toplumu, mevcut toplum yapısından bir üst aşamaya geçişinde sancılı süreci yaşayan toplum demektir.


        Bütün geçiş toplumlarının derdi davası kalkınmaktır. Geçiş toplumu ne tarım toplumu, ne sanayi toplumu, ne de bilgi toplumudur. Bilakis geçiş toplumu,  mevcut toplum yapısından bir üst aşamaya geçişinde sancılı süreci yaşayan toplum demektir. Malum ekonomisi sırf tarıma dayalı toplum yapıları miadını doldurmuş gözüküyor. Öyle ya, mademki toplum yapıları çağın gidişatı seyrine göre değişebiliyor, o halde toplumlar mevcut konumlarından diğer bir üst konuma geçiş yaparken geçiş sürecini mümkün mertebe zayiatsız bir şekilde sancısız geçirip çağ atlamaları gerekir. 

         Elbette ki az gelişmiş ülkelerin geçiş problemleri daha çok sancılı olmakta, bu kaçınılmazdır zaten. Çünkü bu konumda olan ülkeler sürekli küresel güçlerin telkinleriyle karşı karşıyalardır. Hatta çağın gerisinde kalmış ülkelerin hür ve bağımsız karar verme mekanizmaları zayıf olması hasebiyle genellikle kurtuluşu süper devletlerin reçetelerinde arar dururlar hep. Hakeza bizim ülkemizde de sıkıntılı dönemler yaşandığı bilinen bir vaka. Hâlen de geçmişin sıkıntılı izlerinden kalan bir dizi problemleri yaşar haldeyiz. Bilindiği üzere bir zamanlar siyasetçilerimiz ve bir kısım aydınlarımız ellerine tutuşturulmuş kökü dışardan ithal edilmiş reçeteleri halkımızın gözünün içine baka baka bozuk plak misali koro halde tekrarlayıp çözüm diye yutturuyorlardı. Oysaki kendilerine ait ne çözüm odaklı derde deva olacak reçeteleri vardı ne de çözüm odaklı fikirleri. Tabii kendileri bağımsız hür düşünme melekesinden yoksun oldukları için de ister istemez kökü dışarda ideolojik akımların zihniyetiyle hareket edip katılımcı ve öz yönetim anlayışından uzak bir hayat tarzıyla günlerini gün ediyorlardı.  

                                                            Kokteyl 

        Düşünsenize tüm yeniliklerin halk nezdinde sanayileşme ya da bilgi toplumuna entegre olma şeklinde değil de, “kokteyl” ve “balo” gösterileri şeklinde satıh üstü simgesel yeniliklerle batıcılık davası güdülmesi ülke genelinde hem kültür çatışmasına yol açmış hem de ekonomik kalkınmayı sekteye uğratmıştır.  Yetmedi tüm toplum katmanlarında nimet ve külfet dengesini adil bir şekilde paylaşmak yerine  “nimet bana”, “külfet ahaliye” anlayışı egemen kılınmıştır.  Öyle ki üç tarafı denizlerle çevrili hammadde kaynakları zengin ülkemizin nimetleri halktan kopuk bir avuç sırça köşklerde yaşayan tabakaya pay edilirken, külfeti de geniş halk kitlelerin omzuna bindirilmiştir. 

        Şu bir gerçek geçiş süreci yaşayan ülkelerde antidemokratik uygulamalar diz boyudur. Dahası böyle ülkelerde ne ekonomi, ne sosyal güvenlik, ne eğitim, ne de sağlık politikaların hiçbiri reform niteliği taşımaz, hepsi çürüme eğilimi gösterir. O halde bu durumda ülkeler ne yapmalı? Yapılacak olan gayet net açık ortada, bikere en basitinden çağın gidişatına uygun politikalar üretilip bilgi çağının gereklerini yerine getirmekle o ülke ev ödevini yapmış olacaktır.  Madem öyle, bizim ülkemizde de öyle oturduğumuz yerden ahkâm keserekten meseleleri enine boyuna analize tabi tutmaksızın hamasi çözümler üretmeye kalkışmak abesle iştigal bir durum olacaktır.  Maalesef ülkemizde öteden beri hamasete dayalı siyasetle ahkâm kesmeler kurtuluş reçetesi olarak topluma sunulabiliyor, ama bu tür yapay sunumlar dış güçlerin güdümünde geçici kandırmaca oyununun bir parçası olmaktan öteye geçemeyecektir,  hiç kuşkusuz bir adım sonra kendini ele vereceği muhakkak.  Hem kaldı ki Makyavelizm siyasetiyle herkese iki anahtar vaadiyle nereye kadar gidilebilir ki, bu tür popülist vaatlerin ancak bir seçimlik ömrü olabiliyor. Kaldı ki hamasetle peynir gemisi yürümüyor. Eninde sonunda çözüm diye sunulan dış mihrakların güdümünde ellerine tutuşturulan müsvedde reçeteler saman alevi misali havada uçuşup sandıkta ya da milletin derin sinesine toslayabiliyor. Anlaşılan o ki,  uzun vadede geçerliliğini yitirmeyen gerçek çözüm paketleri toplum sinesinde kabul görebiliyor. Zira realite hayal kabul etmez, kabul gören çağ atlatacak kalıcı reel politikalardır. O halde reel kalıcı politikalar izlerken herhangi bir kazaya uğramamak adına toplum nezdinde kabul görecek güven verici reçetelerle yola çıkmak gerekir.

                                                    Koçi Bey Risalesi

       Her bir başlangıcın bir yükselişi olduğu gibi her bir yükselişinde inişi olabiliyor. Nitekim Osmanlı, o ihtişamlı yükseliş döneminin akabinde kendini yenileyememesi inişine sebebiyet teşkil etmiştir.  Öyle ki bu iniş ve gerileme süreci Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet vs. dönemlerinin denemelerini de beraberinde getirmiştir. İşte Osmanlı bu ve buna benzer deneme süreçleri eşliğinde düşüşünü önlemek için çareler aramış aramasına ama gel gör ki bu çare arayışında bir zamanlar yükseliş dönemine ışık tutan Koçi Bey Risalesiyle problemin üstesinden gelebileceğini düşünmüştür. Oysaki Koçi Bey Risalesi yükseliş döneminin tarım ekonomisinin şartlarına ışık tutacak nitelikte bir el rehberimizdi. Yükseliş sonrası ise toprağa dayalı ekonomi süreci ticari ekonomiye dayalı bir sürecin lehine dönüşünce Koçi Bey Risalesi artık yeni oluşan ekonomik sürecin oluşturduğu şartların ihtiyacını karşılayamaz olur. Gerçekten de bir zamanlar bu baş tacı risalemiz yükseliş dönemimize ışık tutup çok büyük katkı sağladığını düşündüğümüzde toprağa dayalı ekonomiyi en iyi şekilde uygulama şansını yakalayıp cihanşümul devlet olmuşuz da. Ta ki şartlar değişip yükseliş sonrası inişe geçtiğimizde çözüm adına bu risaleyi hala başvuru kaynağı olaraktan ısrar etmemiz dünyanın evirildiği yeni gelişmelere kayıtsız kalmamıza neden olmuştur. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı çözüm arayışında Koçi Bey Risalesiyle oyalanırken, Batı dünyası ise deniz aşırı ticaret yollarını keşfedip finansman kaynaklarına yönelmesiyle birlikte ekonomisini güçlendirir konuma gelir. Hatta bu arada Amerika’nın keşfiyle birlikte ticari süreç daha da bir işlerlik kazanıp böylece okyanus ötesine uzanacak paraya dayalı ekonominin yolu açılıp batının iştahını kabartır. İşte bu noktada Devlet-i Aliyye’ye toprağa dayalı ekonomik sistem yerine ticaret ve sanayinin yollarını gösterecek bir rehber usta el gerekiyordu ki ama maalesef böyle bir rehber devreye girmeyince de haliyle çöküşümüze giden kapı aralanmış oldu. 

          Eskiye hayranlık güzel bir duygu selidir elbet, ancak köklere bağlılığın yanı sıra geleceğe kanatlandıracak  “gelişmeci” bir anlayışa da ihtiyaç vardır. Bakınız Peygamberimiz (s.a.v), “İki günü birbirine eşit olan zarardadır” diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir.  Ama gel gör ki bırakın geçmişi geleceğe bağlayacak kökü mazide ati olmayı,   köksüzlük sanki marifetmiş gibi sonraki dönemlerimizde yüzeysel ve sembolik Batıcılık hayranlığında çözüm arayışına koyulmuşuz. Üstüne üstlük kökü dışarda batıdan aktarma satıh üstü formülleri yenilik diye topluma dayatmışız bile. Öyle ki topluma zorla giydirilmeye çalışılan satıh üstü değişiklikler kimlik krizine yol açmıştır. Derken devletle toplum arasında merkez çevre çelişkisi nüksedip böylece halk-aydın ikilemi ve halk-devlet kopukluğunun temelleri atılmış oldu. İlginçtir bugün de bu tip ikilem kopuklukları aynı hızla devam ediyor dersek yeridir. Belli ki Tanzimat, bu noktada merkez ve çevre arasındaki uyuşmazlığın tohumunu bizim olan topraklara ekmeye yönelik ölüm fermanımız niteliğinde dönemimizin bir başlangıcı olmuştur. Peki, ölüm fermanı niteliğindeki bu batılılaşma tohumunu bizim olan topraklarda ektilerde ne oldu, sonuçta bize biçilen bu batı modeli elbise dar geldiği gibi, bize ait olmayan o ekilen tohum bir şekilde surda gedik açıp köksüz gelecek kurgusuyla yatıp kalkmamız başımıza bela olmuştur. Derken satıh üstü yenilikler bizim olan topraklarda derin yaralar açmıştır. Ve en nihayet devletin halkına güvenmediği, halkın devlete kuşku ile baktığı bir yapıyla karşılaşmış olduk. İşte o gün bugündür bu durumu tersine çevirecek “ışık” arıyoruz hâlâ.

        Besbelli ki, uygulanacak programların başarı şansı hangi dönemde olursa olsun toplumun taleplerini karşılayıp karşılamadığına bağlıdır. Madem toplum talepleri denen bir sosyolojik gerçek var, o halde gerek tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sürecinde, gerekse sanayi toplumundan da bilgi ve bilgi ötesi çağına geçiş sürecinde ortaya çıkabilecek bir takım sancılara hazırlıklı olmakta çok büyük faydalar vardır. Şayet geçiş süreçlerine hazırlıksız yakalanırsak ortaya çıkacak olan ekonomik, sosyal ve kültürel sancıları atlatamayacağımız gibi çağlar üzerine sıçratacak hamleyle Can Türkiye’mizi yeni yüzyılda dünya çapında lider ülke konumuna ulaştırmak hiçte öyle kolay olmayacaktır.       

                                            Sanayileşmiş Bilgi Toplumu

        Bir kere sanayileşmiş bilgi toplumu olmanın temel şartı, öncelikle lokal çapta kalkınma hamle biriminden küresel çapta kalkınma hamle birime doğru işleyen süreci iyi yönetebilmektir. Şayet Sanayileşmiş Bilgi Toplumu olabilme diye bir derdimiz varsa,  çağları aşan maddi ve manevi kalkınma ruhunu tüm toplum katmanlarına aşılamak gerekir.  Hakeza bu uğurda  “Derdim vardır inilerim” diyen Yunusça bir yaklaşımla geleceğimizin kurgulayıp bilhassa geleceğimizin teminatı gençlerimizi bir elde Kur’an, diğer elinde bilgi teknolojileri donanımla geleceğe hazırlamak diye bir derdimizde olmalıdır. Öyle bir gençlik yetiştirmeli ki;  hem milli, hem İslami, hem de dış dünyaya açık donanıma sahip gençlik olmalı.  Ancak ne var ki içimizde yerli ve milli olmaktan hicap duyup  “ümmet’’ olmayı istismar edenler çıkabildiği gibi dış dünyaya açılmayı gâvurlaşmak olarak niteleyenlerde çıkabiliyor. Oysaki bu tür düşüncelere kapılanlar sosyolojik bir gerçeği “itikat’’ konusuyla karıştıran zavallılardır.  Onlar sosyal vakıalarla itikadı konuları birbirine karıştıra dursunlar, şu bir gerçek İslam’ın bir güneş misali doğmasıyla birlikte sosyal bir süreç olarak bedevilikten medeni olmaya  (şehirliliğe) geçiş yapmakla büyük bir değişim vuku bulup böylece ümmetin dirilişi gerçekleşmiştir. Madem öyle yine aynı İslam toplumları geldiğimiz noktada çağları aşacak bilgi ve bilgi ötesi toplum yapısına geçiş yapıp bugünde yeniden ümmetin diriliş muştusu gerçekleştirilebilir pekâlâ.  Ümmet olarak bilgi ve bilgi ötesi çağa geçmeyi başardığımız da hiç kuşkunuz olmasın Kâlû Belâ’dan beri bugünde iman akidemiz dilimizde ikrar ve kalbimizde tasdik olarak değişmeksizin aynı kalacaktır. Zira iman akidesi her çağda değişmeyen tek hakikat-i cevherdir. Değişen sadece sosyal yapı ve teknolojik gelişmelerdir.  O halde her türlü yenilik gâvur icadıdır deyip teknolojik gelişmeye açık olmayı gâvurlaşmak olarak yaftalamak abesle iştigal bir tutum olacaktır.  Oysaki “ilim, müminin yitik malıdır nerede bulursa alır” peygamber kavlince ilme ve teknolojiye açık olmak, uluslararası diplomatik girişimlerde bulunmak İslam ümmetinden olmaya engel değildir. Zaten Yüce Allah (c.c)  Kur’an-ı Kerimde mealen kullarını bir erkekle bir dişiden yaratıldığımızı, daha sonra birbirimizle tanışmamız için kavim, kabile ve şubelere ayrıldığımızı beyan buyurmaktadır (Hucurat 13). İşte bütün bu hakikatler ortada iken bugün sosyolojik anlamda kullanılan “millet” gerçeğini inkâr etmek niye? Tabii ki, biz Türkler İslam ümmetindeniz demekle ümmet bilinci hissiyatımız millî olmamıza engel değildir.  Keza millî bilince sahip olmakta ırkçılık değildir. Bilakis kendi milletini sevip başkasını hiçe saymak ırkçılıktır. Bir başka ifadeyle kendi dışındaki milletlere reddiye döşeyip zulmetmek ırkçılıktır. Hangi soydan olursak olalım sonuçta hepimiz ben-i âdemden gelen milletleriz.

                                                         Dejenerasyon (Bozunum)

         Sanayileşmiş bilgi çağına geçişte geleneksel kültürümüzde bir takım dejenerasyonların yaşanması gayet tabiidir.  Nitekim tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişle birlikte şehrin varoşlarında gecekondulaşma, yabancılaşma, kimlik bunalımı, sosyal bunalım gibi daha pek çok problemlerle karşılaşmamız bu durumu teyit ediyor.

       Bu demek oluyor ki sanayileşmeyle birlikte yaşanan gecekondulaşma tarım toplumunun meselesi değil sanayi toplumunun bir meselesidir. Dolayısıyla köyünden, toprağından kopan insanlar, şehir hayatıyla karşılaştıklarında geleneksel yapıda alıştıkları sıcak dostluklar, sıkça selamlaşma ve sıcak komşuluk ilişkilerini kentin çarpık yapısında bulamayabiliyor. İnsanlar doğup büyüdükleri topraklardan şehirlere göç ettiklerinde ne umduk ne bulduk misali bir zamanlar yaşadıkları geleneksel huzuru bulamasalar da sonuçta sanayileşmenin ortaya koyduğu birtakım değerler köyden şehre gelenlere farklı statü ve o statüye bağlı bir takım değerler kattığı muhakkak.  Dahası geleneksel değerlerle yoğrulmuş bu insanlar şehirde hangi meslekte iş bulurlarsa o işe göre kimlik kazanmakta. Hatta karşılaştıkları bu yeni durum Max Weber sosyolojisinde “kazanılmış statüler” olarak anlam kazanır. Gerçekten de kazanılmış statüler kentte ayakkabıcı, boyacı, inşaatçı, hizmetli, işçi ve memur vs. kesimi şeklinde gerçekleşir. Ancak bu arada söz konusu kesimler bir taraftan mevcut konumlarını yükseltmek çabasında bulunurlarken diğer taraftan geleneksel yapılarını korumaya yönelikte direnç gösterirler. Nitekim kentin varoşlarının herhangi bir semtinde, mesela “Karslılar”, “Erzurumlular”, “Bayburtlular”, “Sivaslılar” vs. olarak kimlik kazanması bu direncin getirdiği bir neticedir.  Kentin varoşlarında hemşericilik,  aynı kasabadan olma, aynı köyden olma esas olmakla birlikte bazen aynı mezhepten, aynı meşrepten olma aidiyeti gibi unsurlar da ağırlıklı değer olarak nitelik kazanabiliyor. Bakın ülkemizde zaman zaman yaşanan gerginliklerin odak noktasında bu tarz aidiyet yapıların keskin gruplaşmaya elverişli yapısından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla provokasyona müsait bu tip kümelenmelerin bulunduğu semtlerde sosyal bütünleşmeyi sağlamanın yolu alt birimden büyük birime geçişte kültürel bütünlüğü sağlayacak iyi bir eğitim sürecinden geçirmenin yanı sıra toplumu birbirine kaynaştıracak kültürel etkinliklerin ortaya konulması şart olmanın ötesinde zaruridir.  Aksi takdirde toplumu tepeden bakan jandarma zihniyeti ya da jakoben anlayışıyla meselelerin üstesinden gelemeyiz. Toplumla hemhal olmak ve toplumun meselelerini kaynağında çözmek en doğru yöntemdir elbet. 

                                                            Sivil İnisiyatif

      Sivil toplum, Sivil insiyatif, Sivil katılımcı politikalara şiddetle ihtiyacımız olduğu muhakkak. Hele ki Millî Şef Türkiye’sinin halkla jandarma dipçiği vasıtasıyla ilişkiler kurulduğu dönemleri düşündüğümüzde bu ihtiyacın önemi bin kat daha artmakta. Neyse ki o dönemler epey gerilerde kaldı. Yine de aynı zihniyeti yeniden hortlamaması sivil anlayışı kalıcı hale getirmek için çaba sarf etmek gerekir. Aksi halde geriye dönüş Yeni Yüzyıl Türkiye hedefimizi sekteye uğratacak girişim olur. Dolaysıyla buna meydan vermemek için Yeni Yüzyıl Türkiye’sinde kitlelerle doğrudan doğruya, birlikte hem hal olacak bir şekilde yarınlarımızı kuracak “Sivil üstünlük” programlarını pratik hayata yansıtmak lazım gelir. Bunun pratiğini Halife Hz. Ömer (r.anh)’ın uygulamalarında görebiliyoruz. Malumunuz Halife Hz. Ömer (r.a.)’ın; “Doğruluktan ayrılsam ne yaparsınız” sorusuna karşılık arkadaşlarının cevaben; “Ya Ömer! Seni kılıcımızla düzeltiriz” dedikleri anlayış tamda sivil inisiyatif ta kendisi bir uygulamadır. Şimdi aynı anlayışın bir değişik versiyonunu diyebileceğimiz sivil öğelerin egemen olduğu bir çağın eşiğine girer gibiyiz.  Öyle ki yukarıda geçen müthiş ifadelerde geçen  “kılıç” mefhumu artık günümüzde bir değişik versiyonu “sivil inisiyatif” mefhumu olarak karşılık bulmakta. Zira toplumun taleplerine duyarsız kalıp kendi bildiğini okumak türünden anlayışa artık yer yoktur dersek yeridir. Bu yüzden siyasi arenada dikkat edin şimdilerde parti koridorlarında değil kitlelerle el ele gönül gönüle vererek birlikte yürütülebilmekte. Zaten kitleleri yok sayarak yürütülecek hiçbir programın uygulama şansı yoktur.  O halde neydik edip kitlelerle beraber hareket edecek programlarla Yeni Türkiye Yüzyılını inşa etmek gerekir.  

         Sanayileşmesini tamamlamış, aynı zamanda bilgi çağının gerekleri için kollar sıvamış ülkemizin, elbette ki Yeni Yüzyıl Türkiye’sinin inşa sürecinde de kültürel anlamda kırsal değerler baş tacımız olacaktır. Buna mecburuz da. Çünkü sadece “Sanayileşmiş bilgi toplumu” olmak yetmez,  buna kültürel değerlerimizle ruh katmakta gerekir ki maddenin ve eşyanın kölesi bir toplum hale gelmiş olmayalım.  Ruh köklerinden yoksun sanayileşmiş bilgi toplumu olduğumuzda görülecektir ki kırsal toplum damarımızdan gelen alışkanlıkların birçoğu olmayacaktır. Birde meseleyi kültürel boyutun düşündüğümüzde kırsal kesimin geleneksel yapısı sanayileşmiş bilgi toplumunda yerini zihni eksersize (beyin fırtınasına) terk etmesi son derece gayet tabii bir durumdur.  Nitekim sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş yaptığımızda tarım toplumundan kalan toprağı çapalama gayreti,  bilgisayarın tuşlarına dokunmaya evrileceği muhakkak. Yani “bilek” gücünün yerine “beyin” gücü ağırlıklı değer olarak ortaya çıkacaktır. Kelimenin tam anlamıyla tarım toplumunun normları sanayileşmiş bilgi toplumunda farklılık arz edecektir. 

       Madem sanayileşmiş bilgi toplumunda teknolojinin getirdiği bir takım değişikliklerin oluşması kaçınılmaz, o halde bu durumda kültürel dejenerasyona uğramaksızın daha sağlıklı “sanayileşmiş bilgi toplumu” nasıl oluşturabiliriz, asıl bunun üzerinde dikkat kesilmekte fayda var. Öyle ya bir yandan teknolojik hamlelerle çağ atlarken diğer yandan kültürel değerlerde kayba uğruyorsak burada bir değil belki bin düşünmemiz gerekir.  O halde ileriye yönelik sağlıklı bir dönüşüm gerçekleştirmek için mutlaka kültürel değerlerimizin üretim değerleriyle paralel seyretmesi gerekmektedir. Çünkü geçiş süreci yaşayan toplumlarda yerel ve evrensel değerler arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan birtakım problemler yaşayabiliyor. Dolayısıyla sanayileşmiş bilgi toplumu olalım derken, yerel değerlerimizi bir kenara atmak kendi kimliğimizi inkâr etmek olacaktır. Kimlik krizine düşmemek için sanayileşmiş bilgi çağına üretim alt yapısını oluşturmanın yanı sıra yerel değerlerimizi güçlendirecek alt yapının oluşturulmasına yönelik çalışmalara hız vermek gerekir.  Aksi halde sanayileşmesini tamamlamış ve bilgi çağına ulaşmış ülkelerin düşmüş oldukları manevi buhran çukuruna bizlerin de düşmesi an meselesidir. Malum, bu ülkeler maddi refah seviyesi bakamından yükselmişler yükselmesine ama aynı zamanda manevi sefalet içerisine düşmek yönünden de zirve yapıp can çekişmekteler adeta.  Örnek mi? İşte adından süper devlet diye söz ettiren ABD ve Avrupa ülkelerinde ayyaşlığın, kumarın, fuhşun, uyuşturuculuğun had safhada olması bunun birer bariz örneklerini teşkil eder. Bakınız Japonya süper devletlerle boy ölçüşür konumda ama diğer süper güçler gibi yerel değerlerinden asla taviz vermiş değillerdir.  Japonya bu noktada yerelliğin ve evrenselliğin bir arada olduğu örnek model ortaya koyan ülke olarak dikkatleri üzerine çekmekte.

       Öyle ya, madem Japonya’da olduğu gibi yerel ve evrensel değerler bir arada yürütülebiliyor,  pekâlâ Türkiye de bu istikamette ilerleyip yeniden âleme nizam getirebiliriz. Zira bizim kültür harcımızda dünyaya nizam vermekte vardır. Böyle bir ülkünün gerçekleşmesi için ekonomik anlayışımızı maneviyattan soyutlamadan maddi ve manevi kalkınma hamlemizi sanayileşmiş bilgi toplumu çerçevesinde dengeli bir şekilde yürütmek gerekir. İcabında bu da yetmez ufkumuzu daha da bir geniş tutup bilgi ötesi çağa kanatlanmalı.

       Sanayileşmeyle birlikte ücretliler meselesinin sanayi çağının baş gündem konusu olması gayet tabiidir. Keza birikmiş servetin ne şekilde ve hangi yöntemle adil olarak dağıtılacağı hususu da öyledir. Nasıl ki tarım toplumunun kendine has şartları sezonsusuysa sanayileşmiş bilgi toplumun da kendine has şartları söz konusudur. Bakınız Batıda sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan ücret dağılımı adaletsizliği birtakım sosyal çalkantılara yol açıp ihtilallere kapı aralamış bile. Öyle ki bu sosyal çalkantılar şartlarında burjuva sınıfı karşıtı sözde proletaryanın (ücretlilerin)  savunuculuğuna soyunan Marksist ideolojik akım doğmuştur. Ne zaman ki Batı ücretliler meselesini adil bir şekilde paylaşımını sağlayacak politikalar geliştirir,  işte ancak bu noktada ücretlilerin tepkilerini dindirmiş olur.  

       Belli ki geçiş toplumlarında fabrikaya karşı atölyeyi savunmak ya da direnmek şeklinde tepkisel hareketler olabiliyor. Oysaki geçiş toplumları içinde eninde sonunda değişim kaçınılmaz. Hem teknolojik yeniliklere kapalı orta ölçekteki işletmeler nereye kadar varlığını sürdürülebilir ki. Kaldı ki küçük işletmecilik anlayışıyla sanayileşmiş bilgi toplumu olma iddiası hayalden öteye geçememekte.

                                                                Sanayileşme

       Sanayileşmek için öncelikle hammadde potansiyelini artırmak,  yatırım yapma ve profesyonel işletmeciliği gerektirir.  Nitekim bu söz konusu gereklilikler yerine getirildiğinde ancak o zaman sanayi toplumu hüviyeti kazanılmış olunur. Ancak şu da var ki sanayi toplumu demek hemen herkesin banker,  fabrikatör,  burjuva patron olması demek değildir. Bir kere herkesin zengin olduğu yerde hiç kimse kendi istediğini yapamaz. Hakeza zenginin olmadığı yerde herkes kendini zengin görürken herkesin zengin olduğu yerde ise kendini fakir görecektir.  Kelimenin tam anlamıyla yediden yetmişe hemen her ferdi kendi iradesinden vazgeçirerekten herkese eşit bir misyon yüklemek eşyanın tabiatına aykırı ütopik bir durumdur.  Elbette ki herkesin hayalinde para pul, mevki makam sahibi olmak isteğinin var olması gayet tabiidir. Tabii olmayan peşinden koşulan her bir hayalin gerçek olacağı zannına kapılmaktır.  İnsanoğlu hangi hayallerin peşinden koşarsa koşsun realite asla hayal kabul etmez. Zira insanlar yapılacak olanı değil yapılanı realite olarak kabul eder. Hem isteseniz de her hayalin gerçekleşmesi imkânsız gibi bir şeydir. Dolayısıyla sanayileşmiş toplumlarda bir yandan sermaye birikimi artış kaydederken, diğer yandan küçük işletmelerin azalış kaydetmesi kaçınılmazdır.  Hakeza şirketleşmeler de öyledir,   yani gelişme potansiyelinin seyrine göre şirketler büyüyebilir ama bu arada şirket sayısı da azalacaktır. Burada önemli olan endüstriyel alanın kesintiye uğramamasıdır.  

       Marksistlerin dediği “tam eşitlik” iddiaları tamamen ütopik bir kurgudur. Artık toplumun geneline baktığımızda zengin zümrenin diğer zümrelerin sayısından azınlıkta olduğu bir vaka. Dolayısıyla bu sosyal gerçeği görmemiz gerekiyor.  Üstelik kırsal hayat şehirleşme hayatı yanında git gide azalış kaydetmekte. Hem kaldı ki artık küreselleşen dünyada beşeri münasebetler kırsal tarım toplumu ilişkilerine göre değil sanayi toplumu çerçevesinde işveren işçi ilişkileri ağırlıklı değer olarak şekillenmekte. Hele ki sanayi dallarında artış kayd edildikçe ister istemez ücretliler sayısı da buna paralel artış kaydetmekte. Ancak şu da var ki sanayileşmenin daha ileri aşamalarında üretim araçları çoğaldıkça ister istemez mülksüz ücretlilerin sayısı da artış kaydetmekte. 

        Anlaşılan o ki,  atölyeden fabrikaya, fabrikadan şirketlere, şirketlerden dev firmalara doğru eğilim gösteren bir süreç yaşıyoruz. Derken tekelleşme ve holdingleşme denilen vahşi kapitalizm sürecine evirilip böylece bu durumda sanayi sektöründe küçük işletmeciliğin nispi ağırlığı azalırken işçi kesimi büyük firmaların çatısı altında istihdam edilir hale gelmekte.  Böylece tekelleşmiş sanayi mülkiyeti doğmaktadır. Yani üretim araçları gittikçe belirli ellerde toplanmaktadır. Dahası sanayileşmenin oluşturacağı tekelleşme mülkiyeti bir başka mesele olarak karşımıza çıkmakta. Hatırlarsanız bir zamanlar eski Türkiye’nin kodlarında sıkça kullanılan bir tabir vardı: kartel medya diye. Zira o günlerde medya birkaç patronun elindeydi. Bu yüzden medya patronları siyasete rahatlıkla yön vererekten icabında birtakım zinde güçlerle iş birliği içerisine girip hükümetleri devirebiliyorlardı. O halde tüm bu yaşananlardan ders çıkartıp mümkün mertebe tekelleşme eğilimlerine fırsat vermeyecek projeler üretmek gerekir. Bir başka ifadeyle ortaya konulacak projelerle bir yandan büyük çapta teknolojik sanayi hamlesi gerçekleştirirken, diğer yandan da sanayi mülkiyetin tekelleşmesini önlemek esas olmalıdır. Kaldı ki bu noktada sanayileşmesini tamamlamış ülkelere göre avantajlı sayılırız da. Malum sanayileşmesini tamamlamış ülkeler daha yolun başında tekelleşerek holdingleşmişler, dolayısıyla Atı alan Üsküdar’ı geçmiş bikere,   bu noktadan sonra mevcut sistemi sil baştan düzeltmeleri zor görünüyor artık. Ama biz daha yolun başında olduğumuzdan daha henüz sanayi mülkiyetini tabana yayacak politikalar geliştirerek tekelleşmeyi önleyebiliriz pekâlâ. Şayet yolun başında bu avantajımızı lehimize kullanabilirsek bir yandan sermaye birikimini oluştururken, diğer yandan da mülkiyet meselesini daha işin ilk başlangıcında tabana yayacak bir şekilde çözüme kavuşturma şansını yakalamış oluruz. Aksi takdirde, sanayileşmiş bilgi toplumu sürecinde mülksüz ücretliler meselesiyle karşılaşıp bu kesimlerin başkaldırmalarına şahit olacağız demektir.

                                                        Gümrük Birliği

        Sivil toplum ve sivil katılımcı modellerle sanayileşmiş bilgi toplumu özelliğini kazandığımızda Gümrük Birliği ve Avrupa Birliğinin ortaya koyduğu normlar artık bizim için dezavantaj değil tam aksine avantajımız olacaktır. Zira sanayileşmiş bilgi toplumu haline gelmiş güçlü bir Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne dâhil olmasında çok büyük fayda vardır. Nasıl ki kapitülasyonlar güçlü ve yükseliş devrindeki Osmanlı'ya zarar veremediyse, aynen öyle de süper güçlerle boş ölçüşecek güce erişen Türkiye’nin de uluslararası arenalarda çok yönlü paktlar kurmasında bizi daha da güçlü olmamızı sağlayacaktır. Maalesef kapitülasyon olayına hasta yatağına düşmüş Osmanlı’nın çöküş dönemi zaviyesinden baktığımızdan sanılıyor ki Avrupa Birliği’ne girdiğimizde ülkemiz sömürülen ülke durumuna düşürülecektir.  Elbette ki uluslararası rekabet gücünden mahrum bir Türkiye’nin Gümrük Birliği ve Avrupa Birliği üyeliğinde pek çok problemlerle karşılaşması ihtimal dâhilindedir. Dikkat edin ısrarla güçlü Türkiye diyoruz. Bu demek oluyor ki; sanayileşmesini tamamlamış aynı zamanda bilgi toplumu hüviyetine bürünmüş uğruna ölünecek Türkiye’miz ancak Gümrük Birliği ve Avrupa Birliği çatısı altında ağırlığını ortaya koyabileceği gibi öncü rolde üstleneceği muhakkak. Tıpkı Ukrayna ve Rusya savaşı sürecinde tahıl koridorunun açılmasında öncü rol oynadığımız gibi süper güç olduğumuzda da hiç kuşkunuz olmasın âleme yeniden nizam vereceğimiz muhakkak. Zaten 2002 sonrası Yeni Yüzyıl Türkiye’sine girdiğimiz şu süreçte ihracat rakamlarında rekorlar kırılıp artış kaydedilmesi bize bu ümidi veriyor.

         Madem Yeni Yüzyıl Türkiye’sine girmiş durumdayız, o halde ‘Devlet-Millet-Özel” üçgeninde üç sektörlü endüstriyel katılımcı bir kalkınma modeli ile birlikte uluslararası küresel boyutta ağırlığımızı koymak pekâlâ mümkün. Dahası Yeni Yüzyıl Türkiye ekonomisini hem devlet sektörü, hem özel sektörü hem de millet sektörü ekseninde yürütüp çağ atlamamız gerekir.  Dahası Devlet devletliğinin bilincinde, özel sektör girişimciliğinin bilincinde,  millet sektörü de sivil katılımcılığının bilincinde olacak şekilde üç sacayaklı katılımcı sivil model oluşturulması olmazsa olmaz şartımız olmalıdır.  Ki,  oluşturulacak sivil katılımcı modelini Yeni Yüzyıl Türkiye’sinde milletimize iki başlık altında şu şekilde sunmalıdır: 

       Birincisi servetin belirli ellerde sınırlı kalmasının önüne geçilip tabana yaymak, ikincisi çalışanların yönetime katılma ve kâra ortak olma ilkesidir. Nitekim çağımızda, sosyal adaleti sağlayacak sanayileşmiş bilgi toplumu olmanın iksiri bu iki unsurda gizlidir. İşte bu yüzden çalışanların iş hayatında kâra ve yönetime katılmasına “Endüstriyel katılım” diyoruz. 

       Kapitalist sistemde işçi ile işveren arasında dostça ilişkiler kurulamadığı bir vaka. Oysaki bizim Yeni Türkiye Yüzyılında ortaya koyacağımız sivil katılımcı endüstriyel modelde ise işçi ile işveren arasında Peygamber kavlince emeğinin karşılığını alın teri kurumadan hakkının verildiği, işçinin işverenine şefkat baba gözüyle baktığı, işverenin de işçisine evladı gibi muamele gördüğü ilkeler manzumesi esas olacaktır. Şu bir gerçek çalışanların robotik olarak çalıştırıldığı işletmelerde işçi ile işveren arasında dostluk ve dayanışma bağının oluşturulamayacağı muhakkak.  Hem kaldı ki çalışma barışın olmadığı bu tür işletmelerde çalışanlar değil kendi işyerine yaşadığı topluma da yabancılaşıp sosyal huzuru bozucu unsurlar hale gelebiliyorlar. Madem öyle iş hayatında kapitalist sistemin ürettiği yabancılaşmayı, yani değim yerindeyse şairin dediği “kendi öz yurdunda garipsin öz vatanında parya” misali kendi iş hayatında da yabancılaşma durum yaşamamak için Yeni Türkiye Yüzyılında mutlaka Milli-İslam- Sivil katılımcı ve Sosyal iktidar modelini tam tekmil pratik hayata geçirmekte fayda vardır. Şayet tam tekmil Milli, İslami, Sivil katılımcı ve Sosyal iktidar modelini pratik hayatta uygulandığında biliniz ki gerçek anlamda endüstriyel katılımcı modelden söz etmiş olacağız demektir.

                                    Endüstriyel Katılımcılık ve Demokrasi

        Servetin tabana yayılmasına yönelik endüstriyel katılımcı modeliyle tekelleşme eğilimlerinin önüne geçilip toplumun büyük bir kesiminin refah seviyesi yükseltilebileceği gibi sivil toplumun yönetimde söz sahibi seviyeye gelmesiyle birlikte demokratik katılımda sağlanmış olacaktır. Böylece endüstriyel katılımcı modelin pratik hayata uygulamasına paralel olarak insanımız sürekli güdülen, sürekli yönetilen konumundan çıkıp yönetimde söz sahibi olma imkânına kavuşmuş olacaktır.

      Endüstriyel alanının çok karmaşık yapıda olması işletme ahlakının gerekliliğini zorunlu kılmaktadır.  Gerçekten de üretim araçlarının kimin mülkiyetinde olduğu konusundan daha ziyade bir işletmenin nasıl etik bir şekilde yürütüleceği, kimlerin daha iyi idare edebileceği ve bir işletmeden kamu yararına en iyi şekilde nasıl istifade edilebileceği konusu daha çok önem arz etmektedir. Madem öyle, Yeni Türkiye Yüzyılında endüstriyel alanında sosyal adaleti sağlayacak projeleri de ortaya koymalı ki hem devlet sektörü,  hem özel sektör hem de millet sektörü üçlüsünün uyum içerisinde birlikte endüstriyel katılımcı bir anlayışla üretim faaliyetlerini yürütebiliyor olsun.

        Evet, sanayileşmeyle birlikte tüm toplum katmanlarında sosyal adaletin sağlanıp sağlanmadığı konusu çok önemli dert davamızdır.  Öyle ya, madem sosyal adalet konusu çok önemli dert davamız o halde önemine binaen hem ücret politikaları, hem vergi politikaları hem de yürütülecek olan mali politikaları sosyal adalet çerçevesinde uygulayacağımız endüstriyel katılım modeli ile çözüme kavuşturmak pekâlâ mümkün.  Düşünsenize sosyal adalet çerçevesinde endüstriyel faaliyetlere can suyu verdiğimizi, bak o zaman çalışanların kâra ve yönetime katılması sonucu aldığı maaşta herhangi bir kesintiye uğramadan alacağı kâr pay sayesinde mülk sahibi olabileceği gibi, aynı zamanda çalışanların çalıştığı iş yerine yabancılaşması denen meselede çözüme kavuşmuş olacaktır. Maalesef şimdiye kadar yapılan özelleştirmelerde bu mesele çözüme kavuşturulmadığından çalışanların üretime ve yönetime katılımının önü kapatılmıştır. Oysaki Almanya bu işi ta baştan halletmiş bile. Nitekim Almanya sanayileşmeye girdiği süreçte bir sivil toplum örgütü olarak Alman Sendikal Birliği (DGB) hem büyük bir sendikal mülkiyet oluşturmuş hem de milyonlarca işçinin mülk sahibi olabileceği dev bir teşebbüs hale gelmiştir. İşte böylesi bir örgütlenme modeli sayesinde bir bakıyorsun işçi çalıştığı işyerinin mülki söz sahibi olabiliyor. Üstelik işçinin çalıştığı işyerinin mülki söz sahibi olduğu böylesi bir modelde işçinin grev hakkı saklı da tutulmaktadır. Hakeza aynı şekilde Almanya’da memur yapı tasarrufu sandığı da bu model kapsamında üçüncü büyük yapı tasarruf sandığı olarak adından söz ettirmiştir.  

        Öyle anlaşılıyor ki;  gelinen noktada insanoğlu servetin tabana nasıl yaygınlaştırılacağı hususunda Yüce Allah’ın (c.c) Kur’an’da beyan buyurduğu: “Ta ki o mal, sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın” (Haşr, 7) hükmüne ta 1400 yılı aşkın öncesinden kulak vermiş olsaydı servetin belirli ellerde tekelleşmesinin önüne çoktan geçmiş olacaktı.                                                                              

                                                        Katılımcı Sektör

         Malumunuz Turgut Özal döneminde serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte ekonomide çığır açıldığı gibi özgürlüğü kısıtlayan Türk ceza kanunun 141, 142 ve 163. maddelerini kaldırılaraktan da serbest düşüncenin önü açılıp böylece bu sayede sivil, demokratik katılımcı ve sosyal iktidar anlayışın egemen olduğu bir sürece doğru ilerlemiş olduk.  Derken birey devlet için değil devlet birey için var olmalı anlayışı kabul görür iklim doğuvermiş oldu.  Öyle ya madem devlet varlığını tebaasına borçlu, o halde devletin devlet sektörü olarak idare ettiği tebaası için sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda yürüteceği faaliyetlerinde buyurgan bir anlayışla değil yönlendirici ve hakemlik rolü üstlenmesiyle yönetmesi esas olmalıdır. Özel sektöründe ülkenin menfaatini kendi çıkarları üstünde gören bir anlayışla girişimcilik faaliyetlerinde bulunması esas olmalıdır.  Hakeza endüstriyel katılımcı sektöründe işçinin ve diğer çalışan sosyal kesimlerin yönetime ve kâra katılmasını sağlayacak bir anlayış doğrultusunda faaliyetlerde bulunması esas olmalıdır

        Hiç kuşkusuz bu üç sektörün kendi alanlarında göstereceği sosyal, kültürel ve ekonomik faaliyetler uygulamaya geçtiğinde ne kapitalizmin sosyal adaletsizliği,  ne komünizmin köleliği, ne de faşizmin führer devlet dayatması bizim can Türkiye’mizde neşet bulamayacaktır. Neşet bulmaması içinde devletimizin sermaye birikimini geniş tabana yayacak şekilde her türlü girişimin önünü açacak sistemi ortaya koyması gerekir. Dahası devlet bir yandan sanayileşmemizi gerçekleştirmekte öncü rol oynarken diğer yandan da kültürel alanda da aktif rol oynamalı.  Hem kaldı ki sanayileşmiş bilgi toplumlarında ortaya çıkan özünden kopuşlar kültür politikalara ağırlık vermeyi gerektiriyor. O halde kimlik bunalımı denen özünden kopma problemiyle karşı karşıya kalmamak için devletin kültür faaliyetlerine hız vermesinde her halükarda fayda vardır. 

       Velhasıl-ı kelam özünden kopmaksızın sanayileşmiş bilgi toplumu olma yolunda ilerlemek istiyorsak her şeyden önce maddi ve ma­nevi kalkınma seferberliğine hızla uygulamaya koyulmalıyız.  Hatta bu da yetmez  “sanayi ve bilgi ötesi” bir geleceğe de yönelmeli. 

        Vesselam.