Yavuz Gezer


Şehit

Şehidin helvası sizin evinizde kavrulmadıkça, size hep tatlı gelecek.”


Şehidin helvası sizin evinizde kavrulmadıkça, size hep tatlı gelecek.”

Bir Şehit annesi

Sıcak yakınsanız yakar, uzaklaştıkça etkisi azalır ve sadece ısıtır. Bir anlıktır hissettiğiniz acı...

Anlatabilmenin en zor olduğu şeyi yazmak, duyguları beyaz kâğıda dökmek...

Çoğumuzun canını acıtan fakat bazıları için acıdan çok fazlası olan...

Aslanların vatan uğruna şehadet şerbetini içtikleri...

Halkımızın içini defalarca ezen başsağlığı mesajları, milletin tüm hassasiyetleri hiçe sayılarak ekranlardan, telefonla...

Sürekli fakir evlere ateşin düştüğü gündeme getirilerek sıvasız evler, deprem çadırları güzellemeleri...

Bunlar sizin sorumluluktan kurtulmanızı ya da haklılığınızı tesciller mi? Sizlerin hiç mi vebaliniz yok? Muhalefetin hangi gereğini yerine getiriyorsunuz da sorumluluktan kaçmanın yollarını arıyorsunuz… Maaşlarınıza yapılan artışları mı reddediyorsunuz? Ya da bir sürünün çitenden çıkarılması benzeri "kışkışlamaya" karşı mı geliyorsunuz?

Asili temsil eden vekiller; Asile neyi soruyor ve onların hangi hassasiyetleri ile hareket ediyorsunuz? Seçilenlerden seçilmişler olarak, kendi ikbaliniz için pozisyon alıyorsunuz. (Bazı vekilleri tenzih ediyorum) onlar anlatıyor, çırpınıyor ve duygularımıza tercüman oluyorlar.

Yani bizler sizlerden daha mı az akıllıyız? Sizlerden daha az kültürlü, strateji, hak ve hukuku, işveren ve işçiyi, yapıyı, binayı çevreyi, işletmeyi, ekonomi ve iktisadı kısaca HAK'KI daha mı az biliyoruz?

BİR ŞEHİT cümlesinin;

"BABAM"

"OĞLUM"

"ABİM"

"EŞİM"

"AŞKIM"

"ARKADAŞIM"

Aslında bir ne kadar çok şeyi ifade ediyor. Siz bunları biliyor musunuz? Bilmiyorsanız lütfen şu satırları okuyun bir zahmet;

Ameliyathane kapısı açılır ve başında bonesi, ağzında maskesiyle bir doktor, açılan kapıdan dışarı çıkar. Koridorda, bir kısmı, çömelip sırtını duvara dayamış bekleşen insanlar, doktora doğru hamle yaparlar. Belli ki uzun zamandır oradadırlar. Yorgun, hatta tükenmişlerdir. Ancak, son bir umutla bakarlar doktora. Ağzından çıkacak her kelimeyi beyinlerine kazıyacak gibi bakarlar. Yaşlılar, iyi duyan kulaklarını doktora yaklaştıracak şekilde kafalarını yan çevirirler. Doktor, bir süre bakar kalabalığa. Sonra, sanki hayattaki son sözleriymişçesine ağır ağır konuşur: “Maalesef, hastamızı kaybettik.” Bekleyen insanların arasından, eldivenlerini çıkararak yürür ve gider. Bunları dedikten sonra doktorun rolü biter. Film, koridordaki diğer insanların rolleri üzerinden devam eder. Kısa bir roldür bu ve doktoru oynayacak kişiyi genelde tanımayız. Bir film sanatçısı bile olmasına gerek yoktur ki çoğu zaman, yaşı geçkin set işçilerinden birisi veya bir figürandır. Gerçek hayatta pek böyle olmaz ama. Bu kısa konuşma, bu kadar kolay yapılamaz. Veya yapılsa bile, sonra hemen kadrajdan çıkıp gidemezsin. Hep o kadrajda hapis kalırsın. O kısa süre içinde yaşadıkların, beynine kazınır. Unutmak isteyip de unutamazsın, tek tek hatırlarsın tüm ayrıntıyı. Geceleri kâbusun olur, bağırarak uyanırsın.

GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi’ndeki asistanlığımı bitirip, taze bir uzman olarak İstanbul Kasımpaşa Deniz Hastanesi Üroloji Kliniği’ne tayin olmuştum. Uzun bir süre pratisyen hekimlik yaptığım için, yeni görev yerinde üroloji dışında başka hasta bakmayacak olmak, oldukça rahatlatıyordu beni. “Bu rahatsızlık, benim uzmanlık alanıma girmiyor, lütfen şu polikliniğe başvurun.” demek, ne büyük bir lükstür bilemezsiniz. Küçük şehir ve kasabalarda, eksik branşları olan sağlık kuruluşlarında görev yapan uzman arkadaşlar ise bu lüksten hep mahrumdurlar. Bununla birlikte, uzmanlık dışı hasta bakmama kolaylığı, ayda iki üç kez tutmak zorunda olduğumuz acil nöbetlerinde bozulurdu. Acilde, bir hafta sonu nöbeti tuttuğum uğursuz kış gecelerinden biriydi. Kış öylesine esir almıştı ki İstanbul’u, gün boyu dört, belki beş gerçek acil hasta dışında kimse gelmemişti. Değil hastane, Kasımpaşa sokakları bile bomboştu. Bir acil nöbetçisi doktorunun en sevdiği havalardan biriydi yani sizin anlayacağınız. Gece yarısına doğru nöbetçi amiri aradı. Hastane nöbetçi amiri, hayırlı bir iş için aramazdı genellikle. Telefonda, bir hastane dışı görevi için ambulansla gitmem gerektiğini söyledi. Bu seferki görev farklıydı. Evden hasta almak için değil, o bölgede oturan bir aileye, oğullarının şehit olduğu haberi verilirken, tıbbi yardım gerekirse hazır bulunmam içindi. Nöbetçi amirinin yanına giderken, canım oldukça sıkkındı. Ben gitmeyeyim başkası gitsin, deme şansım yoktu. Zaten hastanede ikimizden başka doktor da yoktu. Hele “bu benim uzmanlık alanıma girmez ağabey, ne olur sen git” deme şansım hiç yoktu. Nöbetçi amiri, benden oldukça kıdemli bir patoloji uzmanıydı.

“Oğlum, zaten haberi Kuzey Deniz Saha Komutanlığı nöbetçi ekibinden biri verecek. Sen yanlarında hazır bulunacaksın.” deyince, gönülsüz gönülsüz aldım görev kâğıdını. Bir hasta nakil ambulansı hazırlatıp, bir hemşireyle beraber Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Karargâh binasına doğru yola çıktık. Ben, yol boyunca hemşireye: “Eve sen de girersin, ben dışarıda kalırım. Haber verilirken bayılan olursa tansiyonunu ölçer, gerekirse bana haber verirsin.” talimatımın gerekçelerini anlatmaya çalışırken vardık karargâha. Bir askerî cip hazırlanmış, bizi bekliyordu. Dışarı çıkıp, haberi verecek cip komutanı ile tanıştım. Gencecik bir teğmendi. Beraberinde bir de astsubay vardı. İkisinin de yüzünden düşen bin parçaydı. Gülüp oynamalarını beklemiyordum ama onları o hâlde görünce, zaten canım sıkkındı iyice bunaldım. Kar yağdı yağacaktı. Doktor önlüğümün üstüne pelerinimi almama rağmen soğuk içime işliyordu. “Adres neresi teğmenim?” dedim. “Kulaksız’ın arka sokaklarında bir yer komutanım.” diye cevap verdi. Esas duruşa yakın duruyordu karşımda ve ben, ancak böyle zamanlarda, doktor olmamın ötesinde aynı zamanda bir yüzbaşı olduğumu hatırlıyordum. “İyi o zaman, siz önden gidin, biz sizi takip edelim.” dedim. Emredersiniz, diyecek sandım. Demedi. “Komutanım, ben söyleyemem.” dedi. Neyi söyleyemezsin diye sormadım bile. “Teğmenim, şehit ailesine haber verme görevi sizin, ben refakatçiyim.” dedim. Dudakları titriyordu. Soğuktan olmadığı belliydi. “Komutanım... At, deyin atayım; vur, deyin vurayım; öl, deyin öleyim. Ama oğlunuz şehit oldu, diyemem ben.” dedi.

Başka şansım yoktu. Çok düşünecek zamanım hiç yoktu. Hani sonradan yıllar boyu pişman olduğunuz ve keşke öyle karar vermeseydim, dediğiniz anlar vardır ya, işte tam da öyle bir andı. Yol boyunca, felâket haberini aileye nasıl söyleyeceğimi düşündüğümden, hangi caddeden geçtik ne tarafa saptık hiç fark edemedim. Daracık yollardan geçip, direklerdeki lambalarının çoğu kırılmış, karanın karası sokaklardan birine girip biraz ilerleyince, durdu önümüzdeki cip. Pelerinime sarınıp ambulanstan inmeden, son bir kere, teğmenin bana verdiği mesaj emrinin yazılı olduğu kâğıda baktım. Baba adı, doğum yeri ile başlayan künyesi yazılıydı şehidin. “Vatanını kahramanca savunurken...” diye devam ediyordu. Dışarıda sulu kar yağmaya başlamıştı. Sokak arası olmasına rağmen, kuvvetli rüzgâr, kar tanelerini oradan oraya savuruyordu. Vakit, gece yarısını çoktan geçmişti ancak, evlerin ışıklarının bir kısmı hâlâ yanıyordu. Ambulansın ışıklarını kapattırmıştım şoföre, sirenini zaten hiç açmamıştık. Hem yollar boştu hem de bangır bangır “biz geliyoruz” demenin bir gereği yoktu. Bununla birlikte, ışığı yanan pencerelerden birkaç meraklı yüzün, bize baktığını gördüm. Adresin yazılı olduğu şehit evi, karanlıktı. İki katlı evin bahçe kapısını usulca açıp içeriye girdik. Giriş kapısındaki zile basmadan, avucumdaki kâğıda bir kez daha baktım. O zamana kadar hâlâ ne diyeceğimi hiç düşünmemiştim. Karar veremeden, zile basmış bulundum. Yardım ister gibi, arkamdaki teğmene baktım. Yüzü kireç gibi bembeyazdı. Astsubay hemşire ile birlikte, bahçe kapısına yakın bir yerde duruyorlardı. Değil yardım edecek, kaçıp gidecek gibi bir hâlleri vardı.

Kapı, umduğumdan daha çabuk açıldı. Üstünde, uzamış kolları parmaklarının ucuna kadar inen mavi renkli bir kazak; ayağında, dizleri yer etmiş eşofmanıyla, 45 yaşlarında bir adam: “Hayırdır?” dedi. Ben kendimi tanıtırken, hemen arkasına, aynı yaşlarda bir kadın geldi. Kadının ayağında, adamınkiyle aynı renkte bir eşofman ve kırmızı çorapları vardı. Çoraplar, plastik terliklerin açık uçlarından görünüyorlardı. Kadın, şaşırmış gözlerle bir yandan bize bakıyor bir yandan da başörtüsünü bağlıyordu. Oğlunun adını söyleyip de adama, “babası mısınız?” diye sorduğumda, keskin bir çığlık attı kadın. Başörtüsü, elinden yere düştü. “Maalesef oğlunuz” ile başlayıp, “şehit düştü” ile biten cümleyi söylerken, kadının çığlıklarından, ben bile duyamadım söylediklerimi. Adam, anlamamış gibiydi. Kahverengi gözlerini kocaman açmış, bana bakıyordu. Şaşırmış mıydı korkmuş muydu kızmış mıydı anlamadım. Bir elini başına öyle bir vurdu ki ses yankılandı kapı aralığında. Dökülmüş saçlarından bir tutam daha kopardı. Boyun damarlarını patlatırcasına “oğluuuuum” diye uzun uzun bağırdı. Haykırışını sadece mahalleli değil, tüm Kasımpaşa duydu. Sonra bana ve hemen arkamdaki teğmene döndü. Kahverengi gözleri, artık sadece kızgınlıkla bakıyordu. “Ben oğlumu size emanet etmiştim!” dedi…

Gerçek hayatta işte tam da böyle olur. Bu yarım yamalak yaptığın kısacık konuşma, yaşamında seni en çok etkileyen konuşma olur ve sen rolün bitince kadrajdan çıkıp gidemezsin. Yıllar boyu o kadrajda hapis kalırsın. O kısa süre içinde yaşadıkların, beynine kazınır. Unutmak isteyip de unutamazsın, tek tek hatırlarsın tüm ayrıntıyı. Kırmızı çoraplı kadının, rüzgârda salına salına düşen başörtüsü, boynuna dolanır, nefes bile alamazsın. Mavi kazaklı adamın alev saçan kocaman gözleri, kâbusun olur, bağırarak uyanırsın.

"VATAN SAĞOLSUN" O KADAR KOLAY SÖYLENMİYOR...

Not: Şehit haberinin verilişi gerçek yaşanmışlıktan alıntı yapılmıştır.