Ulaş Salih Özdemir


SEYYANEN ZAM

Ben bir memur emeklisiyim. 2023 Temmuz ayında yaşanan ve hâlen giderilmeyen bir hukuksuzluğu dile getiriyorum. Bu mesele bireysel bir serzeniş değil; anayasal hakların, kazanılmış hak ilkesinin ve sosyal devlet anlayışının açıkça ihlal edilmesidir.


Ben bir memur emeklisiyim. 2023 Temmuz ayında yaşanan ve hâlen giderilmeyen bir hukuksuzluğu dile getiriyorum. Bu mesele bireysel bir serzeniş değil; anayasal hakların, kazanılmış hak ilkesinin ve sosyal devlet anlayışının açıkça ihlal edilmesidir.

Türkiye’de memur ile memur emeklisi arasındaki maaş ilişkisi tesadüfi değildir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu birlikte değerlendirildiğinde, memur emekliliğinin aktif memurluğun devamı niteliğinde olduğu açıkça görülür. Nitekim uzun yıllar boyunca memura yapılan maaş artışları —ister oranlı ister seyyanen olsun— emekli maaşlarına da yansıtılmıştır. Bu uygulama bir “iyi niyet” değil, yerleşik hukukun sonucudur.

Anayasa’nın 10. maddesi çok açıktır:

“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”

Aynı statüden gelen, aynı kamu hizmetini sunmuş, aynı prim ve kesinti sistemine tabi tutulmuş memur ile memur emeklisi arasında maaş yönünden ayrım yapılması bu maddeye açıkça aykırıdır.

Yine Anayasa’nın 49. ve 60. maddeleri sosyal devlet ilkesini düzenler. Devletin çalışanları ve emeklileri koruma yükümlülüğü vardır. Emeklilik, lütuf değil; uzun yıllar verilen hizmetin karşılığıdır. Anayasa Mahkemesi kararlarında da defalarca vurgulandığı üzere, “kazanılmış haklara müdahale edilemez” ve sosyal güvenlik hakkı daraltılamaz.

Buna rağmen 2023 Temmuz ayında görevdeki memurlara yaklaşık 8 bin lira tutarında seyyanen zam yapılmış, bu artış memur emeklilerine yansıtılmamıştır. Üstelik bu düzenleme geçici değil, kalıcı sonuçlar doğurmuştur. Bugün gelinen noktada seyyanen zammın memur maaşlarına toplam etkisi 19–20 bin lira seviyesine ulaşmıştır. Bu fark, memur emeklisinin hayat standardını doğrudan etkilemektedir.

Seçim döneminde bu adaletsizliğin giderileceği yönünde açık vaatler verilmiş, ancak aradan geçen yaklaşık üç yıla rağmen herhangi bir yasal düzenleme yapılmamıştır. Bu durum yalnızca ekonomik değil, hukuki güvenlik ilkesini de zedelemektedir. Hukuk devleti, öngörülebilirlik ve eşitlik üzerine kurulur. Bugün memur emeklisine “bekle” denilirken, aktif memura yapılan artışların tüm sosyal haklara yansıtılması çifte standarttır.

Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan “Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir” hükmü, tam da bu tür durumlar için vardır. Sosyal hukuk devleti, güçlü olanı değil; korunmaya muhtaç olanı gözetir. Enflasyon karşısında maaşı eriyen, ek gelir imkânı olmayan memur emeklisi bu korumanın merkezinde olmalıdır.

Geriye dönük olarak faiziyle birlikte yaklaşık 400 bin liralık bir alacak ortaya çıkmıştır. Ancak meseleyi salt parasal bir talep olarak görmüyorum. Ben bu bakiyeyi şahsım için istemiyorum. Talebim çok daha ilkeseldir: Seyyanen zam, gecikmeksizin memur emeklilerine de yansıtılmalıdır. En azından Ocak ayı itibarıyla bu adaletsizlik son bulmalıdır.

Bu çağrı bir tehdit değil, bir hatırlatmadır. Hukuk sustuğunda adalet yara alır. Devletin itibarı, verdiği sözleri tutması ve anayasal ilkeleri herkese eşit uygulamasıyla ölçülür. Memur emeklisi sadaka değil, hakkını istemektedir. Bu hak da anayasa ve kanunlarla açıkça teminat altındadır.

HAYAT: BİRİKTİRDİKLERİMİZ VE TÜKETTİKLERİMİZDEN İBARETTİR 

Geçen gün bir vesileyle, kıymetli dostum, gördüğüm en iyi matematikçilerden biri olan Gökmen Yüzügüllü hocamla sohbet ediyorduk. Her zamanki gibi, lafı dolandırmadan, matematik netliğiyle bir cümle bıraktı masaya:

“Hayat, biriktirdiklerimiz ve tükettiklerimizden ibarettir.”

Cümle öyle sade, öyle iddiasızdı ki insanı çarpması biraz zaman aldı. Hani bazı sözler vardır; ilk anda geçip gider, sonra içinizde yankılanmaya başlar. Bu da onlardan biri oldu. Dayanamadım, “Hocam bu söz birine ait mi?” diye sordum. Çünkü böyle cümleler ya bir kadim bilgenin mirasıdır ya da çok yaşamış bir insanın kısa özeti. 

Gerçekten de hayat, belli bir süre etrafımızda biriktirdiğimiz insanlarla doluyor. Kimi kan yoluyla bize ekleniyor; aile diyoruz, kader diyoruz. Kimini biz seçiyoruz; dost, arkadaş, yol arkadaşı diye yanımıza alıyoruz. Kimini ise zaman ekliyor; mecburiyetle, iş gereği, aynı koridorlardan geçmek zorunda kaldıklarımızla.

Ama hayat devam ettikçe şunu acı bir netlikle görüyoruz:

Biriktirdiklerimiz, birer birer tüketilmeye başlıyor.

Çok vefalı sandığınızın nankörlüğüne şahit oluyorsunuz.

“İyi insandır” diye kefil olduklarınızın, menfaat köşesinde nasıl şekil değiştirdiğini görüyorsunuz.

Dün omuz omuza yürüdüğünüz insanlar, bugün sizi sadece bir “işlev” olarak hatırlıyor.

Hele bir de sizi gelecek aparatı olarak gördüklerinde… İşte orada hikâye tamamen değişiyor.

İnsan, bazen tükettiğini sanıyor ama asıl tüketilen kendisi oluyor.

Zamanını, emeğini, iyi niyetini, sabrını…

Bir bakıyorsunuz, yıllarca biriktirdiğiniz şeylerin geriye sadece yorgunluğu kalmış.

Belki de mesele şurada düğümleniyor:

Hayat bize, neyi biriktireceğimizi sormuyor.

Ama neyi tüketeceğimizi, kime harcanacağımızı mutlaka soruyor.

İşte bu yüzden, yaş aldıkça insanın muhasebesi sertleşiyor.

Çember daralıyor.

Kalabalık azalıyor.

Ve geriye kalanlar, gerçekten kalanlar oluyor.

Belki de hayat dediğimiz şey, sonunda şu basit ama ağır soruya indirgeniyor:

Biz kimi biriktirdik, kim bizi tüketti?

Ve daha önemlisi…

Biz kendimizi, kime ve neye tükettik?