Selim Gürbüzer


SOY SOP FASLI

İnsanoğlu temelde tek tip biyolojik bir varlık olmasına rağmen değişik ırklara mensup topluluklara ayrılmışlardır. Aslında hepimiz aynı Âdem ve aynı Havva'nın evlatlarıyız.


      İnsanoğlu temelde tek tip biyolojik bir varlık olmasına rağmen değişik ırklara mensup topluluklara ayrılmışlardır. Aslında hepimiz aynı Âdem ve aynı Havva'nın evlatlarıyız. Madem öyle bu çeşitlilik niye diyebilirsiniz.  Bir kere Yüce Allah (c.c) böyle murad etmiş, hikmetinden sual olunmaz. Elbette ki Allah dileseydi tüm insanlık tek çatı altında toplanabilirdi. Belli ki Yüce Allah (c.c) birbirimizle tanışalım diye insanlığı kavim kavim, kabile kabile, şube şube,  millet millet ayırmış.  Zaten Kur’an salt bir ırkı muhatap almaz.  Zira muhatabı tüm insanlıktır.  Asla dil, renk ya da fiziki farklılıklar herhangi bir ırka üstünlük vermez.  Bir insan hangi ırktan olursa olsun şişmanı, zayıfı, kölesi ve efendisi hiç fark etmez, Allah indinde eşit olarak hesaba çekilip o hesap gününde insanı diğer insandan sadece takva ölçüsü ayıracaktır. Malumunuz takva ruhla alakalı bir kavramdır. Bu bakımdan ruhun ırkı yoktur, olamaz da. Yüce Allah (c.c) rûz-i mahşerde kalıbımıza bakmayacak, doğrudan kalbe bakacak. Kaldı ki soy sop farklılıkları birinin diğerine karşı üstünlük yetkisi vermiyor. Her ırk, her insan Yüce Allah’a kul olup hizmet ettikçe değer kazanmakta. Şu da bir gerçek ahrette peygamber bayrakları dışında hiçbir bayrağa yer olmayacak,  her ümmet kendi peygamber bayrağı altında toplanacak. Peki ya biz? Bizlerde en son ümmet olmamız hasebiyle Resulullah (s.a.v)’in ‘Livâ-i Hamd’  sancağı altında cem olacağız. Umut edilir ki inşallah o sancağın altında toplanıp kurtuluşa ve felaha erenlerden oluruz. 

        İnsanoğlu yaratılış bakımdan ete kemiğe bürünmekle aslında fiziki bakımdan eşit sayılır, fakat ahlaki bakımdan öyle değildir. İnsan dünyada ne ekerse öte âlemde onu biçecek hükmü yaşadığı hayat tarzı ile ilgili bir husustur. Bu yüzden tüm insanlığı hayat tarzı bakımından eşitlemeye kalkışmak insanlığa yapılacak en büyük zulüm olacaktır. Bir kere tam eşitlik insanın fıtratına ters düşen bir durumdur. Hem nasıl ki beş parmağın beşi bir olmadığı gibi aynen öyle de karakterlerde bir değildir. Hani zırva tevil götürmez ya, aynen öyle de bir insan düşünün ki güya kendi aklınca başkalarını kişilik testine tabii tutup  ‘falan kişi güzel ahlaklıdır, o halde şu ırktandır ya da falanca adam çok kötü, o halde şu ırktandır’ deme cüretini kendinde bulabiliyor. Tıpkı bu Milli Şef İsmet İnönü’nün 1926 Kasım ayında Türk Ocakları üçüncü kurultayında “Vazifemiz, Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Ülkeye hizmet edeceklerde her şeyin üzerinde aradığımız, Türk olmalarıdır”  şeklinde yaptığı konuşmasında ki gibi zırvalamak olur. Düşünsenize bu tür düşüncelere sahip insanlar hangi yetkiyle kendi dışındaki insanları soy sop faslıyla aşağılamak hakkını kendinde görür, doğrusu şaşmamak elde değil.  Kaldı ki bir insanın huyunu ve karakterini bir ırkın genetiği ortaya koyamadığı şundan besbellidir ki aile fertleri ve aynı ortak baba ve anneden gelen kardeşler arasında bile karakteristik farklılıklar söz konusudur. Hadi bundan vazgeçtik diyelim, bir kerecik olsun hiç kimsenin doğum öncesi kendi ırkını belirleme şansı da yoktur.  Hem nasıl belirleme şansı olabilsin ki, bakın bilimsel çalışmalar bize gösteriyor ki ana rahminde yarı anneden yarı babadan gelen kromozomlarla hem fenotipimiz hem de genotipimiz şekillenip böylece dokuz aylık embriyolojik gelişim evresinden geçip öyle dünyaya adım atmış oluyoruz. Üstelik doğuma kadar ki hayat sürecinde bir sıkıntı yaşamadığımız gibi, her şey normal akışında seyretmekte de. Asıl anormal olan husus insanın dünyaya geldikten sonra birilerince farklı muameleye tabii tutulmasıdır. Ne diyelim farklı muameleye tabii tutanlar utansın. Onlar yaptıklarından utanmasalar da biz yine de diyeceğimizi demek durumundayız. Madem öyle diyeceğimizi bir takım yaşananlardan örneklendirerek şöyle demiş olalım: 

     -Bir kız çocuğunu diri diri toprağa gömmek kimin haddine. Örnek mi,  işte cahiliye dönemi bunun en tipik örneğini teşkil eder. 

     -Bir Yahudi’yi diri diri fırına atmak kimin haddine. Örnek mi, işte Hitler'in Nazi Almanya’sı bunun tipik örneği zaten. 

      -Kendi dışındaki başka kavimleri küçük görüp kendi kavmini göklere çıkarmak kimin haddine. Örnek mi, işte Emevi ırkçılığı da bunun tipik örneğidir. 

     İşte bu tipik örneklerden de anlaşılacağı üzere  “İnananlar kardeştir” ilahi hükmü cahiliye devrinin düştüğü soy sop faslı türünden övünmelere geçit vermeyen tek rehber kaynağı ölçümüzdür. Madem hüküm böyle, o halde inananları,  Türk, Kürt, Fars,  Acem vs. diye birbirine düşman kılmak niye.  Hakeza aynı safta Allah’ın huzurundan beraber olmak varken, Kâbe etrafında bir olup gönül halkası oluşturmak varken birbirimizi hor görüp kırmak niye. Düşünsenize Kâbe etrafında farklı ırktan gelen insanların dillerinin tek kelimede ‘Lebbeyk Allahumme Lebbeyk’ nidalarıyla gök kubbede hoş bir seda bırakması ve Arafat’ta çokluk içinde birlik esprisiyle kalplerin bir noktada birleşmesi bizim kardeş olduğumuzun bariz göstergesidir.  Bu yüzden Hac için birlik ve dirliğimizi gösteren bir ibadetimizdir dersek yeridir. Dolayısıyla üstün ırk saplantısına İslam’da asla yer yoktur.  Malumunuz şeytanı Dergâh-ı İlahi’den tard edilmesine neden husus üstünlük taslamasıdır. Şöyle ki; 

       Allah (c.c) şeytana:

       - Âdem’e secde et dedi.

       Şeytan ise kıyas yapıp: 

       -O topraktan ben ateşten, bu yüzden secde etmem der. 

      Tabii şeytanın sonu malum,  boynuna ebed'ül ebed lanet halkası geçirilip nâr-ı cehennemlik halde ilahi huzurdan kovulmak olur. İşte had ve hududu aşıp ateşle toprağı kıyaslamanın karşılığı budur. Hadi İblis'i anladık, o şeytanlığının gereğini yaptı, peki ya bizler? Maalesef İblis’in düştüğü kıyas örneğinden yeterince ders almamış olsak gerek ki şeytani yöntemlere heveslenip ‘şu ırk kötüdür, bu ırk üstündür’ şeklinde kıyas yapabiliyoruz. Hatta kimin Türk olduğunun bilinmesine yönelik bir bakıyorsun Afet İnan’ın öncülüğünde 64 bin insan denek olarak kullanılıp kafatası ölçümü denen antropometri anketine tabii tutulması ve 1935 yılının Ağustos ayında Mimar Sinan’ın kemikleri mezardan çıkarılıp sonrasında kafatasının kayıplara karışması gibi bir sürü soy sop faslı araştırması çılgınlıklara sessiz kalabiliyoruz. Oysaki Kur’an’ın mesajları herhangi bir ırkın kabına sığacak kadar dar değildir. Kelam-ı Kadim çağlar üstüdür. Muhatabı tüm insanlık olup on sekiz bin âlem vahyin soluğu ile soluklanmakta. Yeter ki insanoğlu Kur'an'ın mesajına kulak versin bak o zaman tüm insanlık gerçek anlamda insan olmanın erdemliliğini özünde hisseder de.  Şu iyi bilinsin ki;  her hangi bir ırka mensup olmakla itibar kazanılmaz. Hakeza ırk ibaresi biyolojik bir kavram olması hasebiyle insan şeref ve haysiyetini de belirleyemez. Hiç kuşkusuz insana insanlığını kazandıracak olan takvadır. Mizanda insanın kalıbı tartılmayacak, bilakis dünyada işlenen ameller tartılacak. Eğer iyi amel işlediysek ne ala, yok eğer kötü amel işlediysek vay halimize. Dahası mizanın bir kefesine şişman adam,  bir kefesine zayıf adam konsa hangisinin ağır basacağını dünyadayken işlediği Salih ameller belirleyecek.  Hakeza bir kefesine Acem, bir kefesine de Arap konduğunda da bu böyledir.  Mizan öyle bir hassas terazidir ki; dünyadayken zerre miskal hayır işleyen de, zerre miskal şer işleyen de karşılığını bulacak bir skaladır. Madem ruhun soyu sopu yok,  madem ırk davasıyla menzile varılamıyor,  o halde onca soy sop faslıyla ahkâm kesmek niye? 

            Vesselam.