Tabana dayanmayan siyasi hareketler, tepeden oluşturdukları bir takım oligarşik yapılarla katılımcı demokratik anlayışın önüne sed çekebiliyorlar. Malum çıkara dayalı ilişki ağları bunu gerektirir, onlardan başka ne beklenirdi ki zaten. Maalesef huylu huyundan vazgeçmediği içindir tabana dayanmayan siyasi oluşumların iktidara gelmeleri hep çıkmaz bir kuyu olmuştur. Halkı dışlamakla bir yere varılamayacağı muhakkak. Varılsa da, varılacak yer besbelli, siyasi alanda havlu atmak olacaktır. Bir siyasi parti düşünün ki geleceğini liderin iki dudağı arasından çıkacak cümlelere bağlamış durumda, elbette böyle bir partinin eninde sonunda siyasi arenada havlu atması kaçınılmazdır. Ki, bu durum Duverger’in dilinde ‘Halksız demokrasi’ diye tanımlanır.
Şu da var ki, halka rağmen halksız oluşturulan yapılanmaların demokrasiyi kesintiye uğratıp güç kazanmalarında hantallaştırılmış hale bürünmemizin etkisi çok büyük. Baksanıza geldiğimiz noktada hala tam manasıyla sivil örgütlenmemizi tamamlamış değiliz, dağınık derbeder bir görünüm haldeyiz adeta. Artık her ne sebepten hantallaştırılmış olsak da bir an evvel üzerimizdeki miskinliği atmak gerekir. Dahası ‘Ey Türk titre ve kendine dön’ misali dirilişe geçmemiz gerekiyor. Aksi halde bir takım mahfiller halkın organize olmamış halini fırsat bilip siyasi partilerin ve diğer sivil toplum oluşumların yönetim kadrolarını istedikleri biçimde dizayn etme cesaretini kendilerinde bulacaktır. İcabında bununla da yetinmeyip siyasi arenada ki boşluktan istifade ederekten tüm siyasi ve sivil organizasyonların vitrinini tepeden inmeci elitist (ayan-eşraf) zihniyetteki insanlarla donatacaklardır. Ki, jakoben zihniyet halkla barışık olmayan bir zihniyettir. Onlar sadece batıyla barışıktırlar. Ancak bu nasıl batıyla barışık olmaksa tavaf ettikleri batı dünyası kendi kültürel ve yerel değerlerini modernleşmenin önünde engel görmedikleri gibi kendi ruh köklerine asla taviz vermeksizin kökten bağlılarda. Nasıl mı? İşte Protestan ahlaktan beslenen kapitalizm bunun en tipik göstergesi. O halde şimdi sormak zamanıdır, kültürel değerlere sıkı sıkıya bağlı olan halkımız mı medeni, yoksa batıyı körü körüne taklit edip kendini elit sanan bir avuç tabaka mı medeni? Değim yerindeyse Mısırda ki sağır sultanda bilir ki, asıl şimdiye kadar ferasetiyle pek çok olayın üstesinden gelen halkımız medenidir. Yine aynı şeyi medeniyetler arasında sorguladığımızda Türk-İslam Medeniyetinin diğer medeniyetlerden en dikkat çeken yanı, engin birikimini fark ettiren medeniyet olmasıdır. Kaldı ki, fark edilmese de gücü etkisinde gizli bir medeniyettir.
Bakınız İbn-i Haldun medeniyetlerin kuruluş, yükseliş ve düşüşünü sosyolojik açıdan dile getirirken, asabiyetin (toplum dayanışmasının) zayıflamasını tıpkı günümüz üstatlarından Cemil Meriç’in ifade ettiği şekliyle bir kavmin yaptıklarının ve ürettiklerinin bütünü, içtimai ve dini düzen, adetler ve inançlar anlamında 'umran'ın yıkılışına neden olacak sosyolojik bir vaka olarak izah eder. Ancak şu da var ki, asabiyetin zayıflamasının ardından gelen çöküşler aynı zamanda yeni bir kutlu doğumun muştusu da olabiliyor. Zira Osmanlı ansızın kendi kendine doğa gelmemiştir, hiç kuşku yoktur ki kendinden önce çöküş sürecindeki Selçuklunun ardından bıraktığı medeniyet birikiminden aldığı ilhamla doğa gelmiştir. Nitekim Osmanlının doğuşunda Selçukludan devr alınan 260 yıllık çok büyük tecrübe edilmiş bir medeniyet birikiminin varlığı söz konusudur. Ve bu engin birikim Osmanlı’yı yeni ufuklara kanatlandırmaya ziyadesiyle yetmiş artmışta. Hiç kuşkusuz Selçukluda kendi kendine doğa gelmedi, bilakis Selçuklunun doğuşunda Asyatik kültür kodlarının çok büyük etken unsur olmuştur. Zaten Osmanlı’ya gelen tüm halkaları bütünleştirdiğimizde başta İslami değerler olmak üzere hem Asyatik kültür kodlarının hem Selçuklu kültür ve medeniyet kodlarının Türk-İslam Medeniyetinin olgunlaşıp dal budak salmasında en önemli tecrübi birikim olduğu ortaya çıkar. Ve kökü mazide olan bu tecrübi birikimler Devlet-i Aliyye'yi üç kıtada cihanşümul devlet yapar da.
Osmanlı devlet teşkilatına baktığımızda gerek askeri kanat olsun, gerekse idari kanat olsun hiç fark etmez, sonuçta teşkilat şeması reayanın (halkın) ruhuna uygun bir yapıda olduğu görülür. Hem bu öyle bir teşkilat ağıdır ki, Osmanlı'yı altı yüz yıl ayakta tutmaya yetmiştir. Ne mutlu bu teşkilat ağının tabanında bulunan tebaaya ki, Allah’a itaati mutlak manada esas kabul etmek kaydıyla Ulu’l Emre tabii olmuşlardır.
Peki ya Divan-ı Hümayun? Adı üzerinde Divan-ı Hümayun, dolayısıyla devletin en önemli karar organı merkezi bir teşkilat olması bir yana geçmişinden gelen büyük bir birikim ve İslam’ın öngördüğü ilkeler doğrultusunda halkın hizmetkârı bir rol üstlenmiş Osmanlı hükümetidir. Bu bir anlamda hadim devlet (halka hizmetkâr) rolünün yerine getirmenin ifasıdır. Bir başka ifadeyle halkın devlete olan candan bağlılığını karşılıksız bırakmayan bir anlayışın uygulanış biçimidir. Zaten Osmanlının amaç edindiği Nizam-ı âlem ülküsü denen hadise Asyatik kültür, Selçuklu kilimi ve İslam’ın kattığı o engin hizmetkârlık bilincinin ortaya koyduğu üçlü sacayağı bileşkesi uygulamasından başka bir şey değildir. İşte Osmanlı bürokrasisi bu üçlü sacayağı senteziyle yoğrula yoğrula topluma dayalı teşkilatlanma projesi ortaya koyup böylece Nizam-ı âlem ülküsüne derinlik katmıştır. Düşünsenize Osmanlı kuruluş aşamasında Söğüt’te otağında 200 çadırlık yerel beylik halde iken bile Moğol kasırgasının etkisiyle sınır uçlarına yerleşen Gaziyan-ı Rum, Ahıyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum gibi organize olmuş teşekküllerle hareket edip öyle cihanşümul devlet olmuştur. İyi ki de bu tip organize olmuş teşekküllerle hareket etmiş, aksi halde o büyük dayanışma, o büyük diriliş gerçekleşemezdi. Hele bunlar içerisinde Ahıyan-ı Rum örgütlenmesine şöyle bir göz attığımızda, ahi ocağının köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşıp sınır boylarında güvenlik koridoru oluşturmasından tutunda başta ticari faaliyetler olmak üzere hemen her alanda aktif rol üstlendiği görülecektir. Ama bu aktif teşkilat varlığını nereye kadar sürdürülecektir derseniz, Osmanlının kuruluş mayasını oluşturan o müthiş toplumsal dayanışma ruhunun (katılımcılık ruhunun) aşınacağı döneme kadardır maalesef. Derken bu dayanışma ruhunun aşınmasıyla birlikte yükselişteki organize teşekküllerin yerini ayanlık ve feodalleşme eğiliminde olan bayağılık alacaktır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz merkezi teşkilat yapımızın güçlü olduğu dönemlere bir bakıyorsun asla ve kat’a feodal yapılanmalara geçit verilmezdi. Kahır ekseriya tüm işler ağırlıklı olarak merkezden yürütülürdü hep. Ne zaman ki, merkezi sistem çatırdamaya başlar, işte bu çatırdamalar eşliğinde hem çevre teşekküllerle yüzleşiverdik hem de âdem-i merkeziyetçi anlayışın gün yüzüne çıktığına şahit olduk. Tabii bu durum merkez çevre çekişmesini de beraberinde getirir. Zaten Celali ayaklanması bunun ilk tipik örneğini oluşturur. Ama bu çekişme devlete karşı bir isyan anlamında değil, merkez çevre çelişikliğinin bir sonucudur. Hele ki âdem-i merkeziyet yapılar güç kazandıkça çevrenin önde gelenleri (ayanlar) kendi ismiyle sahne alır da. Şu bir gerçek ayanlar sadece nüfuzlu insanlardan gelen teşekkül değildi elbet, icabında ulema ve kapıkulu ocağı ağalarından da ayan çıkabiliyordu. Ki; bunlar kalemiyye, ilmiyye ve seyfiyye sınıfı olarak kategorize edilen teşekküllerdir. Sonuçta ayanların kökleri hangi teşekkül ocağına dayanırsa dayansın bir bakıyorsun zaman içerisinde güçlenip eyalet yönetimlerini ele geçirebilecek düzeye gelebilmişlerdir. Mesela 1807 Senedi İttifakına bu yönden baktığımızda bunun bir güç gösterisinin ta kendisi bir vesika olduğunu görürüz. İşte bu ve buna benzer padişahların mutlak otoritesini sınırlayıcı örnek uygulamalar ayanların devlet ve toplum nezdinde statü kazanmasının yolunu açacaktır. Ve yeni oluşan bu statü Osmanlı sistemiyle uyumlu hale geldiğinde âdem-i merkeziyetin varlığı kabul görüp taşrada etkisini gösterdikten sonra resmiyet kazanır da. Böylece ortaya çıkan bu yeni durum merkeze bağlı bir çevre yapı olarak addedilir. Zaten Fuat Köprülü de böyle yapıları sonradan türemiş olmaları hasebiyle asalak kümeler diye tasvir etmiştir. Keza ayanlar için nüfuzlu kişiler manasına “Eşraf” da denmiştir. Şu da var ki; etiketlenmiş isimlerde zaman içerisinde ufak tefek değişikliklere uğrayabiliyor. İşte Fatih döneminin o güçlü merkezi yapı içerisinde Lonca ahi etiketiyle teşkilatlanma varken, gerileme sürecine girilen devrede ise Lonca ayanları etiketiyle teşkilatlanma vardır. Keza eğitim alanında da devşirme sisteminden okullaşma sistemine geçiş etiketlenmesi vardır.
Malumunuz devşirmeler Enderun teşkilat yapısı içerisinde yetişerek Osmanlı bürokrasisinde önemli yerlere gelmişlerdir. Ve bu sisteme dâhil olmak için sırf devşirme olmak yetmez, illa ki sarayın bir bölümünde kurulu Enderun Eğitim müesses nizamın kural ve kaideleri doğrultusunda en iyi bir şekilde yetişmekte gerekir. Nitekim yükseliş döneminde Enderunlu olmanın en temel gayesi çok büyük donanımlı iyi bir kumandan ve iyi bir yönetici yetiştirmek esastır. İşte bu amaç doğrultusunda Enderunlu olmak için ilk başta esir, devşirme ve köle olma şartı aranır. Sonrasında ise malum eğitim sürecini başarıyla tamamladığında Devlet-i Aliyye'nin hizmeti için kendini adamak vardır.
Şu da var ki; XIX. Yüzyılda milliyetçi akımların tüm dünyayı etkisi altına almasıyla birlikte sarayların ve konakların iç konakların iç bölümünde yer alan Enderun eğitim müesseseleri kuruluş gayesinden uzaklaşıp zaman içerisinde Enderun mektebine alternatif olarak okullaşma süreci hız kazanacaktır. Böylece bu süreç yerli yöneticilerin yetişmesini beraberinde getirecektir. Hele dünyada ki imparatorluklardan kopan bağımsız devlet yapılanmaları gün yüzüne çıktıkça milli duyarlılıkta o oranda artış kaydedecektir. Dolayısıyla dünyanın gidişatı okullaşmanın lehine işleyen bir sürece doğru evirilecektir. Her ne kadar dünyada okullaşma yönündeki gelişmeler Enderunların pek hoşuna gitmese de yeni anlayışlar tercihini okullaşmadan yana kullanacaktır. Öyle ki zihinlerde ümmet anlayışın yerini milli anlayışı egemen olmaya başlayınca Osmanlıda ister istemez bu yeni durum karşısında kendi öz yerli yönetim kadrosunu yetiştirme çabası içerisine girecektir. Derken Osmanlının gözünde çok büyük öneme haiz Enderun eğitim müessesi okullaşma dönüşümünün yaşandığı süreçte varlığını yitirivermiş olacaktır. Ama şu da var ki günümüzde Enderun eğitim sistemi şeklen olmasa da zihin kodları bakımdan mevcudiyetini sürdürmektedir dersek yeridir. Nasıl mı? İşte Güneydoğu’daki aşiret yapıları Enderun sisteminin iz düşümünden geriye kalan bir tür değişik zihin kodunun yansıması organize teşekküllerdir diyebiliriz pekâlâ. Zira bu zihin kodunun yansıması bilhassa Osmanlı’nın son dönemlerinde çevre merkez ikilemini de beraberinde getirmiştir.
Peki ya Cumhuriyet dönemi? Elbette ki; Cumhuriyet döneminde su yüzüne çıkmış aydın halk yabancılaşma olayı, tipik bir Enderun usulü zihniyetin değişime uğrama biçimidir. Hele bilhassa ülkemizde bir çok batı kaynaklı yabancı okullara baktığımızda bu misyon üzerine kurulduklarını görmekteyiz. Nitekim yabancı kolejlerden mezun olanlar yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisini oluşturmakla kalmamış kozmopolit bir yapı ortaya çıkarmıştır. Şöyle ki, bu okullarda eğitim görenler Türk öğrencisi, ama kendi öz kimliğine yabancı öğrenci olarak mezun oluyorlardı. Yani bu kez bir başka Enderun anlayışı hortlamış oluyordu. Üstelik günümüzde bu zihniyetin uzantısı modernite ve post modern bir kılıfla varlığını sürdürme çabasındadır. İşte bu çabanın neticesinde aydın halk ikilemi tavan yapıp geleneksel ve modern yapılar arasında büyük bir uçuruma yol açmıştır. Kelimenin tam anlamıyla Divan-ı Hümayunu oluşturan azınlık ağırlıklı yöneticilik geleneği, günümüzde bir başka azınlık elit tabaka oluşturmuştur. Bilhassa bir eli yağda bir eli balda diye tabir edilen bu yeni aristokrasi varı yapı bize de bulaşmış durumda. Öyle ki halkın büyük çoğunluğu bu zihniyetle fena halde derttedir. Bu yeni Enderun takımının en belirgin özelliği halk arasında grand tuvalet görünüm vermesidir. Gerçekten de giyim kuşamlarına baktığımızda adam sanırsınız, oysa onlar içi boş süs mankenleridir. Hani Nasreddin Hocanın şu meşhur “Ye kürküm ye” deyişi var ya, aynen dediği şekliyle bir yapıdır bu. Öyle anlaşılıyor ki Enderun sisteminin Osmanlı yönetiminde hissettirdiği ağırlığını bu kez okullaşma dönemine girdiğimiz süreçte bir başka şekilde varlığını hissettirmiştir. Yani Enderun eğitim müesseseleri şeklen var olmasa da gölgesi var olmuştur dersek yeridir. Yine de işin şakası bir yana, ah bir gölge etmeseler bak o zaman Yeni Yüzyıl Türkiye’sinde çağlar üzerinden sıçrama hedefine çok daha emin adımlarla ilerleyeceğimiz muhakkak.
Şu bir gerçek toplumla taban tabana zıt aktarma formüllerle kim ne bulmuş ki bizde bulalım, topluma tepeden bakan jakoben anlayışın sinemizde çok derin yaralar açtığı apaçık ortada. Ki, bu yara Tanzimat’tan günümüze kadar devam eden bir yaradır. Tanzimat bu kapıyı açtı da ne oldu halkla diyaloğa girmemek üst perdeden entellik sanıldığından halk sadece seçimden seçime hatırlanıp ziyaret edilen merci olarak görülmüştür. Neyse ki Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesiyle birlikte toplum gerçeklerini dikkate alan anlayış gelişebildi. Baksana adamlar her girdikleri seçimlerde kaybediyorlar, bu yüzden halka şirin görünmek adına halkçı kesilebiliyorlar.
Tarihi süreç içerisinde bir zamanlar dünyanın çok milletli imparatorluk şartlarında Enderun modelinin Osmanlı sarayların harem ve hazine dairelerin bulunduğu bölümlerde uygulanır oluşu doğru bir metot olarak kabul edilebilir, ama XIX. yüzyıldan itibaren milli devletlerin doğduğunu gördükten sonra aynı tutumda ısrar etmenin hiç bir anlamı yoktur. Oysa bu noktada milli devlet çatısı altında tarihi kimliğimizle barışık ve katılımcı yeni yönetim modeli ortaya koyabilirdik pekâlâ. Meğer bu ülkede batıdan ithal edilen modellerin dışında bir modele geçit verilmeyerekten sözde demokratlık oyunuyla epey oyalandırılmışız. Yetmedi göz boyama tekniklerle halkımız kendi öz vatanında Enderun’ca bir uygulamayla parya durumuna düşürmüşlerdir. Daha da yetmedi vesayet odakların gölgesinde meclisten çıkarılan kanunlarla aba altında sopa gösterilerek halkımıza güdülen koyun muamelesini reva görmüşlerdir. Ta ki 2002 sonrası iş başına gelen iktidar dönemine dek bu oyun sürdürüldü de. İyi ki de bu oyunu bozan iktidar geldi de halk kendine gelebildi.
Evet, Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesiyle halk olarak şunu fark ettik ki; meğer yıllardır bize giydirilmeye çalışılan bu elbise bize dar geliyormuş, böylece bize dar gelen bu elbiseyi üzerimizden atma gerektiğinin sinyalini almış olduk. Hatta fırsat bu fırsat deyip Tanzimat’tan bu yana boynumuza geçirilmeye çalışılan her ne çeşit tasmalar varsa boynumuzdan çıkarmanın şimdi tamda sırası deyip milletin adamını her seçimde başa getirmiş olduk. Dedik ya, meğer halkın yıllardır bu kokuşmuşluktan sürekli dert yanması boşa bir yakınma değilmiş. Tepeden model dayatmalar can sıkmaya başlayınca insanımız artık sivil inisiyatifini ortaya koyabilecek tavır sergiler hale geldi. Hem de bu tavır sabrın en son taştığı noktada büyük bir sabr-ı cemille sandıkta kendinden olanı iktidara taşımakla ispatlanmış bir tavırdır. İşte sandık bu anlamda dayanışmacılık ruhumuzun dışa karşı sivil toplum yansıması bakımdan bizim için kıymet değer hal çaresi iken halka tepeden bakanlar içinse korkulu rüya görmek gibi bir kâbus olmuştur. Bakmayın siz öyle halkımızın sessiz duruşuna, icabında yeri gelir herhangi bir taşkınlığa meydan vermeden meseleyi sandıkta çözer, yeri gelir kendini tankların önüne atarak darbeye geçit vermeyerek ağırlığını ortaya koyar. Yeter ki halkımız kökleri derinlerde dayanan engin tarihi tecrübe ve tarihi dayanışma ruhunu yitirmesin bak o zaman sonsözü halkın kendisinin söyleyeceği muhakkak. İyi ki de tarihte büyük bir öneme haiz ahilik ve vakıf ruhu günümüze de yansıyıp değişik alanlarda örgütlenmiş sivil kuruluşların teşkilatlanmasında ilham kaynağı olmuşta halkımız bu sayede madden ve manen sivil inisiyatif gücünü artık ortaya koyabiliyor. Bu demektir ki, sivil inisiyatif olgusu sadece batıya has bir olgu değil, zaten öteden beri bizim genlerimizde mevcut bir dayanışma ruhudur. Şayet toplum olarak sevinçte ve tasada birlikte hareket ediyorsak, biliniz ki köklerimizden aldığımız ilhamın yansımasıdır bu. Darda kalanın derdine derman olmak için elimizden ne gelirse onu yapmak ruh köklerimizde var olan dayanışmacı mayamızın gereği bir karakteristik özelliğimizdir. Madem öyle bu karakteristik özellikteki mayamızı her daim mayalamak gerekir. Bu arada unutmamak gerekir ki, Japonlarda da tıpkı Türk milletinin yapısına benzer dayanışmacı karakteristik özelliğe haiz bir toplumdur. Zaten Japon imparatorun ülkesi uğruna yahut bir Japon'un gurubu uğrunda kendini feda etme türünden gösterdikleri ilkeli tutumları bunun en bariz örneğini teşkil eder. Besbelli ki Japonlar muhafazakâr oldukları kadar teknolojik yönden de bir o kadar batıya açık bir toplumdur. Kelimenin tam anlamıyla sosyal ve kültürel alanlarda kendisi gibi hareket edip ferdiyetçi ve rekabetçi batıdan kendini ayırmış durumda, ekonomide ise dışa açık bir tavır ortaya koymaktalar. Böylece Japon toplumu kendi içinde dayanışmacılık örneği sergilerken dışta ise teknolojik gelişmelere bir ülke olarak adından söz ettirmiştir.
Türkiye olarak elbette ki bizim de Japonya’dan çıkaracağımız birçok dersler var. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Japonya’yı süper güçlerle yarışır konuma getiren asıl etken unsur, teknolojide batıya açık, yerel değerlerinden ise asla taviz vermeyen bir tutum sergilemesidir. Ah, keşke bizde Tanzimat modelini bu kurgu üzerine kurabilseydik, bugün çok daha farklı bir konumda modernleşmemizi tamamlayabilirdik. Ne var ki biz değişimi sadece kılık kıyafet devrimi olarak algılamışız. Yetmemiş ninelerimizin örttüğü başörtüyü mesele haline getirmişiz. Üstelik bu konu ülke gündemini uzun bir süre meşgul etmiş bile. Aman Allah'ın neydi o 28 Şubat postmodern darbe zihniyeti günler, yürekleri dağlayan günlerdi. Ümit ederiz ki bir daha o günlere dönmeyiz. Bir kez daha ümit ederiz ki üniversite kapısında başörtüsü özgürlüktür diye feryat eden genç kızlarımızın yaşadığı o dramatik sahneler bir daha yaşanmasın. Aslında gök kubbeyi çınlatan o feryat bir özgürlük direnişiydi. Düşünsenize batıda kılık kıyafet mesele olmazken o yılların eski Türkiye zihniyetinde laiklik bahanesiyle bireysel haklar ihlal edilebiliyordu. İlginçtir eski Türkiye yıllarında muhafazakâr ya da siyah Türkler dedikleri insanlar suskun dünyanın hür sesi, modernleşme ve bireysel özgürlüklerin savunuculuğunu üstlenmişlerdi. Kendilerini modernliğin, Cumhuriyetin ve laikliğin öncüleri tanıtanlar ise yasakçı bir anlayışla etrafa korku salıyorlardı. İşte bu yüzden o yıllarda başörtü meselesi kimlerin hangi noktada durduğunu ve kimin özgürlükten yana olduğunu göstermesi açısından turnusolümüz olmuştur. Sadece başörtüsü mü, elbette ki hayır, teknolojik alanda da bağnazlık söz konusuydu. Delil mi istersiniz, işte 12 Eylül sonrası genel seçimlere gitme aşamasında köprüyü satarsın satamazsın tartışmasında bunu çok daha iyi anlayabiliyoruz. Hatta buna dünyadaki küresel gelişmelerden ürken zihniyeti de eklediğimizde eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki farkı çok net bir şekilde ayırt etmiş oluruz. Yine de Yeni Yüzyıl Türkiye’sine geldiğimiz noktada her şey güllük gülistanlık sayılmaz elbet. Şu bir gerçek hala aramızda satıh üstü batıcılık güden kesimler var. Bakalım bu inat nereye kadar devam edecek, doğrusu bizim içinde merak konusudur. Onlar bu inatlarından vazgeçmeye dursun, şurası muhakkak genel itibariyle Türk halkının sağduyusu doğuya kapalı olmayan, batıya da açık yönde işleyen bir duruştur. Tabii bu duruş bizim avantajımıza bir durumdur. Madem öyle Milletimizin o engin bakışından hareketle yeniden o diriliş ruhunu canlandırmak zamanıdır. Zaten Yeni Türkiye Yüzyılında titreyip kendimize geldiğimizde biliniz ki yeniden doğuş denen Rönesans hadisesi bir hayal değil gerçeğin ta kendisi diriliş muştumuz olacaktır. Buna inancımız tam da.
Velhasıl-ı kelam; Tarihi kimliğimizle barışık ve dayanışmacı ruhumuza uygun katılımcı demokrasiyi ikame etmekte yarar var, çünkü tarihi kimliğimiz gereği bunu yapmaya mecburuz da.
Vesselam.