Selim Gürbüzer


TARİHLE YÜZLEŞMEKTEN NEDEN KORKULUR Kİ?

Şayet gerçek Türklükten bahsedeceksek Erol Göka’nın; ‘Türkler uygarlık sentezci yönüyle tarihe damgasını vurmuştur’ sözlerini referans almak gerekir. İşte her şey bu tanımın içerisinde kodlu.


Şayet gerçek Türklükten bahsedeceksek Erol Göka’nın; ‘Türkler uygarlık sentezci yönüyle tarihe damgasını vurmuştur’ sözlerini referans almak gerekir. İşte her şey bu tanımın içerisinde kodlu.  Dolayısıyla Türklük kavramını da bu tanımın mana ve ruhuna uygun olarak tanımlamamız icab eder.  Hele tarihe şöyle objektif pencereden bakıp bir bütün olarak ele aldığımızda Cumhuriyeti kuranların Osmanlı medreselerinden yetişmiş kadrolar olduğunu görürüz. Kökse, Cumhuriyetin kökü Osmanlıya dayanmakta zaten. Öyle ki Osmanlı medreselerinden yetişen kadrolar kucağında büyüdüğü Osmanlının meclisini, basınını ve tüm müesseselerini devr alarak Cumhuriyeti kurmuşlardır. 

       Düşünsenize Milli mücadele öncesi adının önünde ‘Türkiye’ ibaresi olmayan “Büyük Millet Meclisi” ifadesinden maksat hem İstanbul’da ki meclisi hem de Ankara’da ki meclisi kapsayan büyük meclis olmasıdır. Hakeza kutlanılan milli bayramlarda Osmanlıdan devr alınmıştır. Nasıl mı?  Tarihler 1908 yılını gösterdiğinde II. Meşrutiyetin ilanının akabinde kullanılmaya başlayan Iyd-i Milli-yi Osmanî (Osmanlı Millî Bayramı)  ile Meclis’in açılış Günü’nün (Meclis-i Millî’nin Yevm-i Küşâdı’nın) Osmanlıdan mülhem bir şekilde 1936 yılına dek kutlanıyor olması Cumhuriyetin Osmanlının devamı olduğunun bariz göstergesini teşkil eder. Tabii bu sıradan bir devir olmayıp tam aksine maziden atiye uzanan bir devir teslimidir. Nitekim meşruiyetçiliği kendine ilke edinmiş Mustafa kemal Atatürk,  ilhamını aldığı köklü mirastan beslenerek Cumhuriyeti kurduğunda sil baştan yeni bir millet yarattık dememiş, bunun yerine eski cemaat toplumundan modern bir toplum meydana getirdik demiştir. Dahası askeri üniformasını çıkarıp darbeciliğe değil meşruiyetçi bir çizgi ekseninde bir yol takip ederek gelişmeciliğe vurgu yapmıştır. Zira kurulan yeni devlet Osmanlının bir tür değişikliğe uğramış devamı niteliğinde bir devlettir.  Her ne kadar birileri Osmanlı’ya redd-i miras eylese de, biz dünyanın gözünde halen Osmanlıyız da.  Öyle ya, madem dünya Osmanlıyı unutmamış gözüküyor,  o halde biz nasıl unutabiliriz ki?

        Elbette ki, tarihi vakaları değerlendirirken maksadımız kişileri övmek veya yermek,  ya da bir ırkı övmek veya yermek değildir,  temel gayemiz geçmişten ibret alıp tarih bilince erişebilmektir. Her ne kadar resmi tarih ve resmi ideoloji tarih şuuru edinmemizin önüne engeller koysa da temel gayemizden asla sapmayız.  Bizim için önemli olan ortak tarihi hafızamızı diri tutabilmektir. O halde bir kısım kifayetsiz aklı evvellerin tarihi gerçeklerle yüzleşmekten neden korkar haldeler doğrusu anlamakta güçlük çekmekteyiz. Baksanıza birilerinin tarihi gerçeklerle yüzleşmekten korktukları o kadar kendini besbelli ediyor ki,  bir bakıyorsun tuğralar ve kitabelerin oyulup kazınarak tahrif edildiği, camilerin, medreselerin, tekkelerin,  vakıf eserlerin ve tarihi evrakların açık artırmayla yok pahasına satıldığı artık bir sır değil, maalesef tarihi mirasımızdan korktuklarından bu dönemleri bize acı acı yaşatmışlardır.  Nitekim arşivlerin uzun bir süre incelenmeye açılmamasının arka planında yatan asıl etken unsurun tarihi gerçeklerle yüzleşme kaygısıdır. Düşünsenize bazı gerçekler ortaya çıkmasın diye acı ama gerçek 1950 yılına kadar bu ülkede zihinlere pranga vurularak fiili hatırat yasağı getirilmiştir. Oysaki korkunun ecele faydası yoktur,  bir şekilde er geç tarihi hatıratlar ortaya çıkabiliyor,  gereksiz bir kaygıdır bu. Sadece hatırat mı? Bu ülkede resmi tarihin dışında alternatif tarihe de ipotek konmak istenmiştir. Neyse ki bir şekilde karşımıza geçte olsa resmi tarihe alternatif olarak Kemal Tahir, Kâzım Karabekir, Mete Tuncay, Dr. Rıza Nur, Mustafa Armağan gibi isimlerle pek çok tarihi belgelere dayalı kitaplar artık yayımlanarak tarihi gerçekler gün yüzüne çıkabiliyor. Madem öyle bizlerde resmi tarihin bize dayattığı basmakalıp dogma öğretilerinden kendimizi soyutlayıp: 

     -Tıpkı 1953’de Ali Fuat Cebesoy’un Milli Mücadele Hatıralarını yayımlaması gibi, tıpkı 1962-1963 yılları arasında Rauf Orbay’ın Yakın Tarihim Hatıratını yayımlaması gibi, bizde yaşadığımız ömür içerisinde olacağımız bir takım hadiseleri tarihe not düşecek bir şekilde söz uçar yazı kalır misali mutlaka kaleme döküp kitaplar yayımlamamız lazım gelir. 

     -İcabında bu da yetmez tıpkı Kâzım Karabekir’in 1932 yılında giriştiği İstiklal Harbinin Esasları hatırat kitabını yayınlamak için gösterdiği cesur çıkışlar gibi bizde resmi tarih kitaplarına alternatif olarak tabulardan arındırılmış belgelere dayalı tarihi kitaplar yayımlayarak cesur çıkışlar yapabiliriz pekâlâ. Her ne kadar Kâzım Karabekir Paşamızın ‘İstiklal Harbinin Esasları’ hatırat kitabının yayınlamasına daha fırsat verilmeden matbaada el konulup Bakırköy Kireç ocaklarında yakılıp bir takım tarihi gerçeklerin gün yüzüne çıkılmasının önüne geçilse de, bu elim durum bizim cesaretimizi kıracak derecede alternatif eserler ortaya koymaktan alıkoymamalıdır. 

       Yukarıda da dedik ya, korkunun acele faydası yoktur elbet, cesur çıkışlar yapmakta her daim fayda vardır. Maalesef gel gör ki hala geçmişten gelen bir takım birikmiş korkulardan olsa gerek Hürriyet Gazetesi yazarı Murat Bardakçı Şahbaba’yı yazarken bazı bölümleri çıkarma ihtiyacı hissetmiştir. Yine de her ne sebepten olursa olsun bir şekilde muhteşem mazimizle yüzleşmek gerektir, resmi tarih izin vermese de yüzleşmeye mecburuz da.  İstesek de istemesek de Osmanlı gönüllerde halen taptaze yaşıyor, yaşayacakta. Nitekim bu hususta Sezai Karakoç şöyle der: “Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. Hâlbuki biz sussak, tarih susmayacak. Tarih sussa, hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar hiç mesele kalmayacak. Hâlbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar Tanrı’nın azabından kurtulamayacaklar.” (Bkz. Çağ ve İlham I, Diriliş Yayınları, s.25,1978)”

        Bir başka önemli hususta din’i bir vecibe gereği birbirimize karşı mütevazı olmak dışa karşı ise çetin olmak gerekliliğidir. Düşünsenize habire birbirimizi kırdıkça sürekli kan kaybediyoruz, bundan daha kötüsü dış mihrakları sevindiriyoruz. Mademki müminler kardeştir, o halde Türklük kavramını simgesel olmaktan çıkarıp asline döndürmek gerekir.  Böylece okyanus ötesine yeniden Nizam-ı âlemce vira vira yelken açıp gerçek Türklüğü idrak etmiş oluruz. Hele ikide bir düşman hobisi ile akşam yatıp sabah kalkmakla ya da hop oturup kalkmakla nereye varabiliriz ki. Kaldı ki içimize yerleşen o düşmanlık dürtüsü kardeş coğrafyalarda yaşayan halklara kucak açmamıza mani olmakta da.  Nitekim bu tür ufuksuzluğun ve dar kalıpların yansıması olarak   ‘Mehmetçiğin Yemende, Lübnan’da, Suriye'de ne işi var’ gibi yaklaşımlara şahit olabiliyoruz.  Artık dört tarafımız düşmanla çevrili çığırtkanlığına son vermek zamanı geldi, geçti bile. Tarih boyunca edindiğimiz kesretten vahdete  (çokluk içinde birlik)   diyebileceğimiz ileriye yönelik o kadar ötelere sıçrama engin birikimimiz varken durup dururken dar alanda manevra yapmakta nedir doğrusu şaşmamak elde değil.  Hem kaldı ki içe kapanmanın bize hiçbir getirisi yoktur, hem dışa açılmak varken başımızı kuma gömmek niye? Artık gün başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarmak günüdür.                                                          

           Vesselam.