Selim Gürbüzer


TARİHTEN BUGÜNE DEMOKRATİKLEŞME

Aslında demokrasinin ilk kaynağı Sümerlerdir.


     Aslında demokrasinin ilk kaynağı Sümerlerdir. İşte bu yüzden Samuel Noah Kramer meramını şöyle ifade eder; “M.Ö 3000 tarihlerinde ilk parlamento merasimle toplandı. O da iki meclisten mürekkepti. Bunlar: yaşlılar meclisi (Senato) ve vatandaşlar meclisidir  (Aşağı meclis). Bu vaziyet karşısında insan kendini eski Atina’da veyahut Roma’nın eski cumhuriyet döneminde zanneder. Oysa o Yakın Doğudur.” 

        Evet, şu da var ki günümüze gelinen noktada baktığımızda ülkemizde demokrasi yakın doğu toprağının meyvesi olarak yeşermemiş,  bilakis dışardan ithal edilmiş haliyle günümüze taşınmış durumdadır. 

       Düşünsenize Ayan ve Mebusan'dan (senato ve millet meclisi) kurulu ilk parlamento 5000 yıl öncesinde Sümerlerde varmış zaten. Hakeza Orta Asya göçebe Türk aşiret beylerinin halk tarafından seçildiği ve bu uygulamanın Oğuzhan devrinden itibaren bir kanun haline getirilişi de öyledir. Dolayısıyla Avrupa’da sağduyu sahibi birçok aydın eski Türk idaresinin bir “mutlakiyet” idaresi olmadığı,  tam aksine demokrasiyi çağrıştıran bir model olduğunda hemfikirlerdir.   Ama gel gör ki, bizim yerli aydınlarımızın çoğu hâlâ demokrasinin yepyeni bir akım olduğu zannındalar. Oysa yukarıda da belirttiğimiz üzere karşımızda 5000 yıl öncesine dayanan bir Sümer modeli var. Kaldı ki çok eski tarihlere gitmeye de gerek yok, önümüzde UNESCO’nun “Çok seslilik, tek bir dünya” parolasını gerçekleştiren bir Osmanlı modelimiz var. Üstelik bu model batıya ışık tutmuş da. Hatta bugün ABD’nin süper güç olmasının temellerinde Osmanlı modelinin katkı payı çok büyüktür. 

      Anlaşılan o ki,  Türkler tarihte sadece devlet kurmakla kalmamış kurdukları devlet yönetimlerinin birçoğunda insanlığa demokrasi modeli kaynağı da olmuşlar. Ve bu demokratik modelinin izlerini bazen kurulan devletin adından, bazen idare eden ve edilen ikilisinin yaşayış tarzlarından, bazen bürokratik mekanizmaların işleyiş yapısında görmek pekâlâ mümkün.  Nasıl mı? İşte “Uygur” kavramı bunun bariz göstergesi. Zira bu kavram İngiliz lisanında “civilization-uygarlık” manasına gelirken, Arapça lisanında  “Medeni” kavramına karşılık gelir.  Kaldı ki Arapçada  'Medine' şehir demek olup şehirli insana da 'medeni' denmektedir. Batı’nın sıkça kullandığı “civil” kavramı Yunanca 'civitas'  kavramından türemiş olup daha çok vatandaş, nazik, uygar ve modern anlamlarını çağrıştırır. İster adına 'şehirlilik' denilsin ister 'modernlik' ya da başka bir şey denilsin hiç fark etmez, sonuçta bizim köklerimizde medeniyet ruhu var zaten. Zira Resûlullah (s.a.v) “Bedeviliği bırakın Medeni olun” diye beyan buyurması bunun bariz delilidir. Allah Resulünün bu çağrısı Müslümanlar için hep mihenk taşı olmuştur. Nitekim İbn-i Haldun bu hadis-i şerif ışığında yaşadığı topluma yönelik “Bedeviyetten hadariyete” geçiş çağrısı yapmış, keza Mevlâna'da Türkmen’leri göçebelikten yerleşikliğe davet etmekle aynı yolu izlemiştir. Amma velâkin her iki bilge dehada kimi çevrelerce yanlış anlaşılmıştır. Oysa İbn-i Haldun bedevi Arapları bedevi özelliklerine binaen eleştirmiş, Mevlâna’da Türkmenlerin göçebe hayat tarzı yaşamaları hasebiyle öz eleştiri yapmıştır. Dikkat edin öz eleştiri diyoruz. Niye derseniz,  çünkü bu tür öz eleştirileri birtakım aklı evveller birini Arap düşmanlığı olarak, diğerini Türk düşmanı yaftasıyla karalayabiliyor. Belli ki her iki bilge dehanın da böyle bir eleştirme getirmelerinden amaç beraberce yaşadığı topluma karşı düşmanca tavır takınmak değildi elbet,  bilakis içinde bulunduğu toplumu bedeviliği ve göçebeliği terk etmeleri yönünde telkinde bulunmaktır temel amaç.  Dahası medeni ve sivil olmalarını sağlamalarına yönelik bir çabadır. Öyle ki İbn-i Haldun bu meyanda  “İnsan çamurdan yaratılmış dünyanın cilası olmuştur”  demekten kendini alamamıştır. Gerçekten de insan odur ki icabında kirlenmiş dünyanın cilası olabiliyor, böyle bir insana iyi ki varsın demekten başka daha ne diyebiliriz ki.  Aynen öyle de milletler de eski alışılagelmiş basmakalıp alışkınlıklarını terk edip medeniyet olabiliyorsalar, ancak o zaman aydınlık yarınlardan daha nice aydınlık yarınlara koşacağından söz edebiliriz. Besbelli ki,  tarih boyunca süregelen hak ve hakikat arayışına yönelik tüm engellere rağmen sonuçta bir şekilde değişim olgusu kendine oluk bulup yoluna devam edebiliyor. Ta ki göçebe dinamizmi belli bir süreç içerisinde cilalandıktan sonra ancak kendini dönüştürüp yerleşik düzene geçilebiliyor. İyi ki de yerleşikliğe adapte olmuşuz. Her ne kadar geçmiş tarihimizde demokrasi ve cumhuriyet ismen ve şeklen olmasa da öz itibariyle incelendiğinde yerleşikliğe adapte olmakla demokratik yapılanmanın var olduğu gözüküyor. Elbette ki “cumhuriyet ve demokrasi ancak sivil güçlerin etkili olduğu ortamlarda yeşermekte” sözü günümüz şartları için söylenilse de, bu söz aynı zamanda bize geçmişte ‘Reaya (halka) hizmetin Allah’a hizmet olacağının’ bilinciyle hareket eden Osmanlı hakanlarının o engin ufkunu hatırlatıyor da. Hem nasıl hatırlatmasın ki,  değil Osmanlı dönemi,  hatta Osmanlı dönemi öncesinde bile beyleri hakan yapan kurultaylar, hakanlara özgü müşavere meclisleri, divan gibi kuruluşlarımız vardı. Hakeza yine eski Türklerde şehzade ve beylerin en büyüğü bildiğimiz Yabgu tarzı bir yapılanmamız varken İslam’la şereflenmiş Türklükte ise Melik’imiz vardı. Tabii her şey baş yöneticilerle sınırlı değildi,  eski Türk hakanları müzakereler için oluşturduğu Kurultay müesseseleri de vardı. Ne zaman ki tarih sahnesinde Selçuklu ve Osmanlı yer alır,  işte o zaman kurultayın yerini   “Divan” almıştır.

      Aslında idari mekanizmaya sosyoekonomik politik yönden ele aldığımızda Türklerin şu aşamalardan (devirlerden) geçtiğini görürüz;

        - Tudunluk  (boy aşireti veya köy devleti),

        - Yabguluk  (şehir devleti veya ilhan),

        - Hakanlık  (daha ileri gelişme seviyesinde devlet yapısı),

        - Sultanlık (saltanat).                                                                                                                   

        İşte aşma aşama bu tür örgütlenmelere baktığımızda ise kendi içinde şu yapılanmaların varlığını da görürüz;

        -Tudunluk aşamasında lider Tudun olup meclisi ise Boy beyleri meclisidir.

        -Yabguluk aşamasında başta Yabgu olup meclisi ise Divan üyeleridir.

         -Hakanlıkta lider Hakan olup kurultay meclisi ise Müşavere heyetidir. 

         -İmparatorlukta (Saltanatta) lider Padişah olup meclisi ise Divan meclisinin yanı sıra Şeyhler, Müderrisler, Âlimler, Komutanlardan müteşekkil heyetlerdir. 

        Eeeh ne diyelim, işte görüyorsunuz ya, yukarıda madde sırladığımız her bir yapılanmanın adı demokrasi olmasa da demokrasi sadece Batı ülkelerine has bir yönetim modeli olmadığı anlaşılır. Örnek mi? İşte Osman Gazi’nin kuruluşta Şeyh Edebali ile birlikte Söğüt’te o günkü toplum önderleriyle   “kurultay” yapıp bir sivil katılım olgusunun varlığını ortaya koyması,  o şartlarda nasıl bir demokratik bilince sahip olduğumuzun bir işaretidir.  Hele bize ait bir istişare kültürümüz vardı ki, sırf bu istişare kültür harcımız bile tek başına demokratik standardımızın batı ülkelerinin standartlarının çok üstünde olduğunu göstermeye yeter artar da. Dolayısıyla istişare deyip işi geçiştirmemek gerekir,  sonuçta istişareyle işbaşına gelen yöneticilerin yönetim üzerinde ki etki gücünü de pekâlâ  “demokrasi” diye tanımlayabiliriz. Belli ki Osman Gazi İslam’ın istişare hükmünden hareketle devletin ilk kuruluşunda; 

          - Ahıyan-ı Rum  (Esnaf teşkilatı), 

          - Bacıyan-ı Rum  (Yörük kadınları),

         - Gaziyanı Rum (Alperenler-gazi dervişler),

         -Abdalan-ı Rum (Abidler-ibadet edenler) gibi Türkmen obası teşkilatlarla birlikte katılımcı model nasıl olurmuş bunun en güzel örneğini sergilemesini bilmiştir. Bu arada sanırım zikrettiğimiz teşkilat isimlerinden geçen 'Rum' ibaresini merak etmişsinizdir. Malumunuz Rum tabiri sadece gayrimüslimleri kapsayan bir ibare değil elbet, bu aynı zamanda cihan hâkimiyetini amaçlayan bir Anadoluluk ruhunu ifade eden bir ibaredir. Öyle ki, bu ibareden yola çıkılarak sultanlarımıza Sultan-ı Rum (Rum Sultanlığı), coğrafyasına İklim-i Rum veyaDiyar-ı Rum (Rum Ülkesi) demişiz de.  Yetmemiş âlimine Mevlâna Celaleddin-i Rum-i, Eşref-i Rumi demişiz. İşte bu nedenledir ki Anadolu deyince anaç ya da doğurgan topraklar olarak algılarız biz. Derken Anadolu deyince bir ananın evladına kucak açmasında olduğu gibi tüm medeniyetlere kucak açan bir kızıl elma gerçeğiyle yüzleşmiş oluruz. 

         Şu da var ki Türkler Orta Asya’da iken de Anadolu ruhunun o doğurgan ve anaçlığına yabancı değildi. Dolayısıyla Türkleşmiş coğrafyalar oldubitti bizim açımızdan toprak ana olmuştur hep. Elbette ki böyle bir bakış açsıyla toprak anayı kim olsa bağrına basmaz ki.  Bakınız Ziya Gökalp ne diyor: “Eski Türkler başlangıçta cumhuru ve demokratik idiler, halk hakaret görmezdi. Bir demokratik bilinç mevcuttu.”  Hakeza Fransız De Gaulle de şöyle der; “Yabancı erkânı ‘fantaneblau’ da misafir ederek krallarımızın iki imparatorumuzun, cumhur reisimizin oturduğu yerleri görsünler dedim.”   İşte tarih şuuru budur, bilmem bu sözlere daha ne eklenebilir ki. 

     Peki ya Selçuklu?   Malumunuz Selçuklu sultanlarından I. Gıyaseddin Keyhüsrev şehit olunca, yerine geçecek olan halefin “kurultay” tarafından seçilmiş olması kayda değer demokratik atılımdır. Her ne kadar bunu bir atılım olarak yorumlasak da kimileri Selçukluların sırf Sünni siyaset bir yol izlemelerinden hareketle bizim bu yorumumuza katılmayabilir.   Onlar katılmayadursun uygulanan Sünni bir siyasette olsa sonuçta kendisi dışında başka türlü düşünen insanlara karşı bir tür koruyucu demokratik kalkan bir uygulamasıdır bu. Keza Osmanlıda aynı siyaseti izlemiştir. Örnek mi?  İşte bu noktada Molla Kaabız İslam inancına aykırılığıyla güya Hz. İsa (a.s)’ın bütün peygamberlerden üstün olduğunu savunan Sünni siyasete aykırı bir tutum örneği sergilemiştir. Tabii Osmanlı, Molla Kaabız'ın bu yıkıcı ve itikadı sarsacak ve aynı zamanda vahdet şuurunu alt üst edecek bu söylemlerinden dolayı hemen cezalandırma cihetine gitmez,  gayet soğukkanlı bir tavırla önce söylemlerini ispata çağırmış, sonrasında tartışmaya açmıştır. Şimdi sormak gerekir bunun neresi yanlış uygulama,  tam aksine fikir özgürlüğü noktasında 16. yüzyıl Avrupa’sına kıyasla ne kadar ileri noktalarda olduğumuzu gösteren bir fiili uygulamadır. Üstelik Molla Kaabız’a, hatasından geri döndüğü takdirde serbest bırakılacağına dair güvencede verilmiş, ama o reddetmiştir. Derken hakkında hemen hemen tüm yollar denenip sınandıktan sonra idam kararı verilmiştir. Ki, önce kendisinin savunması alınmış, sonra Kemal Paşazade ile bu konuda ilmi tartışma fırsatı da tanınmıştır. Üstelik bu tartışmanın kaybeden tarafı olmasına rağmen o inadım inat dercesine önüne konan tüm fırsatları geri tepmiştir. Tabii durum vaziyet böyle olanca büsbütün cezasızda kalamazdı ya, en nihayetinde hakkında idam kaçınılmaz hal alır. Hele ki o günün şartlarında düşünüldüğünde böyle bir tehlikenin göz göre de beslenmesi kendi ayağımıza kurşun sıkmışçasına akıl tutulması olurdu.  Netice itibariyle hukukun tüm kuralları işletildikten sonra hakkında idam hükmü icra edilmiştir. Hiç kimse Türkler hakkında barbar yaftalamasıyla ortalığı velveleye verip hiç boşa heveslemesin,  temiz pak tarihimizde düşünceyse düşünce, fikirse fikir ilk olarak bizim yeşerttiğimiz topraklarda hayat bulmuştur,  insanlık nedir,  medeniyet nedir bu hususta elimize hiç kimse su dökemeyeceği gibi hiç kimse de fikir hürriyeti konusunda bizimle asla boş ölçüşemez. Zira kendi tarihlerine baktıklarında Vahşi Batı’da bir zamanlar Katolik inancına uymayanların diri diri yakıldıklarını göreceklerdir.

                                                                    (Haftaya Osmanlı Şemsiyesi başlığı altında devam edecek)