Selim Gürbüzer


TARİHTEN GELECEĞE YÖNELMEK

Geçmişe takılıp kalmak, içine düştüğümüz çaresizliğin çıkmaz handikabımızdır dersek yeridir.


       Geçmişe takılıp kalmak, içine düştüğümüz çaresizliğin çıkmaz handikabımızdır dersek yeridir. Oysa içine düştüğümüz karanlıktan çıkmanın tek yolu “Kökü mâzide olan âtiyim olabilmektir.  Bir başka ifadeyle geçmişten geleceğe kanat çırpıp yeni şeyler söylemlerle gündem oluşturabilmektir.  Bakın bu hususta Hz. Mevlâna ne güzel söylemiş; 

     “Dünle beraber gitti cancağımız

      Ne kadar söz varsa düne ait

      Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

      Evet, bu müthiş dizelerden de anlaşıldığı üzere dünde olan bitene takılmak yerine geleceğe yönelik yeniliğe takılmak en makul olanıdır. Ama her nedense muhteşem mazimizin altın sayfalarıyla övünmekle yetinip gelecek perspektifimizi kurgulamayı unutur olduk. Dahası engin tarihimizin ihtişamında büyülenmişiz adeta. Öyle ki, kimi zaman bir kahramanlık olayında kendimizi aradık, kimi zaman her döneme ışık saçan âlimin güzel sözlerine mest olmuşuz, ama ne var ki hiçbir zaman kendimiz ne bir kahraman olabildik ne de âlim. Sonrasında ise geldiğimiz noktada  “bizde aydın yetişmiyor” tarzında bir bahanenin ardına sığınaraktan hayıflanmalarımızın birbiri ardı sıra kesilmez oldu.  Elbette ki bu durumda bizde gerçek anlamda aydın yetişmez. Zira hep maziyle oyalandık durduk, üstelik maziyi geleceğe de taşıyamadık. Ergenekon’da demir döven hakan ve beyleri günümüze yansıtıp “Bir elde Kur’an diğer elde bilgisayar” olan bilge başkan ve bilge erkâna dönüştüremediğimiz gibi at üzerinde kılıç sallayan kahramanımızı da makinenin üzerinde modern gelişmiş teknolojik savaş silahlarını kullanan alperen tipine dönüştüremedik. Attila dedik, Kürşad dedik, Alparslan dedik, Fatih dedik, Yavuz vs. dedik, ama gerisi gelmedi,  yani hep kahraman hakanlarımızla avunup durduk. Hiç kuşkusuz onlar başımızın tacı, ama biz ne yaptık sorusunu bir türlü kendimize soramadık. Evet, sıraladığımız bu isimler sadece bizim değil tüm insanlığın dikkatini çeken mümtaz şahsiyetlerdir.   Ancak iyi hoşta,  peki ya günümüzde yeni mümtaz gözdeler nerede?

       Her ne hikmetse geçmişimizi geleceğin köprü bağlantısı olarak göremedik. Ah bir görebilseydik ne köksüz bir gelecek ne de geleceğe kapalı geçmiş özlemi bir tercihimiz olurdu. Hiç kuşkusuz doğru olan tercih Yahya Kemal üstadın deyişiyle  “Ne hârabî ne harabatîyim Kökü mâzide olan âtiyim” olabilmektir.  

       Şu bir gerçek tarihi vakıaları değerlendirirken analiz metodundan bihaberiz. Dahası tarihin devamlılık içerisinde kendini yenileyerek ilerlediğini analiz edemez bir haldeyiz.  Dolayısıyla bu durumda oluşumuz tarihe sosyolojik olguların yaşanıp biten bir doküman olarak bakan bir sığ anlayışının yer edinmesini beraberinde getirip yarınlarımızı karartmakta. Tabii böylesi bir anlayış zemin bulunca da engin tarihi mirasımıza sırt çevirme sıradan bir vaka olarak görülebiliyor. Oysa tarihi mirasa sırt dönmekle gelecek kurgusu asla inşa edilemez. Maalesef geçmişi hor görüp sırt çevirmenin temelinde ideolojik şartlanmışlıktan ve yanlış uygulanan politikalardan ötürüdür.  Şayet tarihi kültürel mirasımıza sahip çıkılsaydı dünyada bulunduğumuz konum itibariyle çok güçlü stratejik kültürel avantajları çoktan yakalamış olacaktık. Yine de her şeye rağmen bugüne kadar kaçırdığımız birçok tarihi fırsatlar için hayıflanıp ah çekmek yerine “Kökü mazide olan geleceğiz” kurgusu kurmak en akılcı yol olacaktır. Bakın atalarımız “vakit nakittir” sözünü boşa söylememişler, bugünün işini yarına ertelemekle bir yere varamayacağımız aşikâr. Madem öyle, gün bugündür deyip yeniden tarihi tecrübe birikimlerimizi harekete geçirmek pekâlâ mümkün. Her ne kadar yaşanılan o büyük tarihi birikim unutturulmaya çalışılsa da sonuçta genetik kodlarımıza işlenmiş o birikimimiz kaybolmuyor, bir şekilde gün yüzüne çıkabiliyor.  Hakeza günlük meselelerle habire oyalandırılsak da her gün yaşadığımız bir kısım hadiseler bize bir şekilde tarihi takvim yapraklarının ileriye doğru bir bir çevrilip birikimini koruduğunu gösteriyor.  Nitekim her sabah vakti tan yeri ağardığında üzerimize doğan güneş, aslında Allah’ın kullarına  “Her dem canlar yeniden canlanır” mesajını hatırlatan bir tefekkür ışığıdır.  Hatta günler, haftalar, aylar ve yıllarda kendi takvim yaprağı döngüsü içerisinde her an,  her salise yenilendiğini bize gösteren verilerdir.  Zaten düşünen her insan için hayatın her safhası, atalarımızın deyişiyle “Gün doğmadan daha neler doğar”  misali bir yenilenme muştusudur bu. Malum tefekkürden yoksun düşünmeyen insan için ise hayatın her safhası kör kütük stabil kalmaktır.  Oysaki hayatın her safhasındaki yenilenmeye kayıtsız kalanlar bir meçhule doğru sefer yaptıklarının hiç farkında bile değiller. Onlar kayıtsız kaladursunlar, biz her anımızı yeni bir diriliş, yeni bir ufuk turu olarak bilip geçmişi geleceğe köprü kılmak için var olmalıyız. Hatta gelecek projeksiyonu oluştururken de tarihi birikimimizden hareketle devletimizi yeniden yapılandırıp yeni bir veçhe kazandırmalı da. Devletin toplumu dışlayıcı veya buyurgan anlayışla yönetmek yerine, toplumun ‘hizmetkârı’ bir devlet mekanizmasını esas alan anlayışı hâkim kılmalı. Ki,  bu uğurda merhum Adnan Menderes’in start verdiği  ‘Yeter artık, söz milletindir’ diriliş meşalesiyle Tayyip Erdoğan’ın start verdiği ‘Söz de, karar da, gelecek de milletindir’  diriliş meşalesi tam da bize devlet millet kaynaşmasının ne demek olduğunu bize gösteren hadim devlet anlayışının ilk adımlarıdır. 

       Şu da var ki,  tarihte ülkü edindiğimiz cihan hâkimiyet mefkûremiz milleti dışlayan devlet kutsallığına dönüşmüşse suçu tarihte aramamalı, bilakis tarihi objektiflikten uzak zihniyetin yanlış bilgi aktarımlarında aramalı. Hele bir takım malum çevrelere Kanuni Sultan Süleyman’ın; “Hakiki efendi reayadır” sözlerini hatırlatmalı da. Neyse ki bizim hatırlatmamıza gerek kalmadan, hele şükür Turgut Özal ve Tayyip Erdoğan dönemlerinde milleti dışlayan kutsal devlet anlayışı sorgulanır hale gelinebilmiştir. Zira eski Türkiye anlayışının kodlarında devletin topluma yönelik kural koyucu yaptırımlarının varlığı söz konusuydu. Öyle ki gerek ekonomi, gerek siyasi, gerekse kültürel alanlarda topluma kutsal devlet dayatması söz konusuydu. Üstelik o yıllarda devletlüler yetkisini kullanırken milletin tercihleri istikametinde kullanmayıp tamamen kendi içinde organize olmuş buyurgan mekanizmalarla toplum mühendisliği görevi yapmaktaydı. Yani,  buyurgan devlet anlayışı tercihini toplumdan yana kullanmadığı gibi, kendi pozisyonunu da kutsal devlet mantalitesi gereği sorgulanmasına izin vermiyordu.  Oysa hukuk devleti toplumun taleplerine göre şekillenen devlet demektir. 

       Aman Allah'ım! Neydi o eski Türkiye günleri. Elbette ki o günlerde de devletlüler uluslararası iktisadi entegrasyondan ve dünyaya açılımdan dem vuruyorlardı vurmasına ama sergiledikleri icraatlar hak getire,  ortada gözle görülür hiçbir açılıma asla rastlayamazsınız. Hatta zaman zaman yeri geldiğinde tarihi İpek Yolu ve Baharat Yolunun canlandırılmasından söz etmelerine rağmen yine ortada zerre miskal icraat göremezsiniz.  Hem nasıl görebiliriz ki, o yıllarda ‘Devletin malı deniz, yemeyen domuz...’ zihniyeti devletin köşe başlarını tutmuşlardı. İcraat olarak varsa yoksa ‘uyuşturucu yolu’, ‘silah yolu’ 'uyuşturucu trafiği' ve ‘kara para yolu’ tek geçerli fiili icraat olmuştur. Gerçekten de o yıllar tam bir kâbus yıllardı, deyim yerindeyse tüm yollar kervansaraylara, hanlara çıkmıyordu,  kırk harami konaklarına çıkıyordu. Tabii bu bizim bildiğimiz türden konaklar değildi,  bilakis halkın tepesinde vesayet odaklarının emrinde etrafa tedhiş salan sırça köşk konaklardı.  Derken kutsal devlet mantığı onların en büyük silahı hale gelmişti. İşte bu silah sayesinde devlet içindeki gladiolar habire her on yılda bir darbe taşeronluğu yaparak ülke yönetimini kesintiye uğratabiliyorlardı. Tabi hal vaziyet böyle olunca da ‘kutsal devlet baba’ maskesi altında sözde devletlüler köşeyi dönerekten aydınlık yarınlarımızı karartan isimler olarak sahne almışlardır. Ta ki 2002 yıları sonrası lafla peynir gemisi yürünmeyeceği anlaşılıncaya dek bu köşe dönmecilik devam etmişte.       

        Her ne kadar 2002 sonrasında Türkiye peyderpey kendine gelip Yeni Yüzyıl Türkiye hedefi bir gelecek projeksiyon sunsa da bu hedef bizi rehavete sürüklememeli. Bilakis her an aydınlık yarınların bizim olacağı muştusuyla “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış” hükmünce hem dünyevi hem de uhrevi vecibelerimizi bir denge içerisinde yürütüp her dem heyecan tazelemek gerekir. Bu arada gelecek projeksiyonu derken geçmişten kopuk geleceği kast etmiyoruz, elbet,  hiç kuşkusuz kökü mazide olan geleceği kastediyoruz. Madem öyle Mehmet Akif’in şu mısraları kulağımıza küpe olmalı;

       “Zalimi alkışlayamam

        Zulmü asla sevemem

        Gelenin keyfi için

        Kalkıp geçmişe sövemem.”

        İşte bu güzel mısralardan da anlaşıldığı üzere geçmişten geleceğe ve gelecekten ötelere kanatlanmak lazım gelir. Malum ötelerden maksat ahret yurduna tertemiz kanatlanmaktır. Nitekim Allah Teâlâ bu hususta; “Ey iman edenler, Allah’tan korkunuz ve her nefis yarın için ne takdim etmiş olduğuna bakıversin. Allah’tan korkup vazgeçin. Şüphe yok ki, Allah ne yaptığınızdan haberdardır” (Haşr, 18) diye beyan buyuruyor. Önemli olan da yarın için ne hazırlıklar yaptığımızdır zaten.  O halde Allah (c.c) ve Resulünün hakikatleri ışığında kendimizi yenileyip sürekli kendimizi aşmanın yollarını aramak gerektir.       Yaşadığımız her anımız aslında bir aşamadır, üstelik bu aşamaları müsbet yönden aşmak zorunda olduğumuz aşamalardır. Dolayısıyla bu noktada yaşadığımız hayat döngüsü içerisinde geçireceğimiz her aşamayı, İslam’ın o engin ışığından ilham alıp mesafe kat etmek çok büyük önem arz etmekte. Böylece önemine binaen vuslat gerçekleşince kul olmanın idrakine vardığımızı o an anlamış olacağız. Zira Resulullah (s.a.v); “İnsanlar madenler gibidir (altın ve gümüş gibi). İslam öncesi dönemde hayırlı olanlar, İslam döneminde de İslam’ı kavramak kaydıyla hayırlıdırlar (İslam dairesine girdikten sonra o madenlerin güzelliğini idrak edeceklerdir.) Ruhlar, askeri birlikler gibidir. Birbirleriyle tanışan ruhlar, birbirleriyle kaynaşırlar, tanışmayanlar da ayrılığa düşerler” diye beyan buyurmakta. (Buhari, Enbiya 2 (Sdece ruhlar ile kısım Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir.) Müslim, Birr 159,160, Ayrıca bkz. Ebu Davud Edeb 16)        

       Evet,  kahır ekseriyet insanlar genellikle alışkanlıklarını kolay kolay terk edememekte, ama İslam’la şereflenince kötü alışkanlıklarını terk edip kendi öz madenini keşfeder hale gelebiliyor. Dahası İslam insanlara ayna olmakta. Böylece beşeriyet, İslam aynasına baktığında kendi kendinin öz maden keşfini gerçekleştirmiş olur. Hele bir ateistin imana geldiğini bir düşünün, elbette ki baktığı o aynada geçmişine hayıflanıp Allah’a kul olmanın gerçek hürriyet olduğunu görecektir. Hatta kul olmanın idrakine varıp kendi iç dünyasında dirilişini gerçekleştirecektir. İşte bizim gelecekten kastımız, insanın kendi öz madenini keşfetmesi olayıdır. Çünkü insan kâinatın özü denen zübde-i âlemdir.

        Geçmişi geleceğe bağlayacak köprüyü inşa etmek için illa ki Peygamberimiz (s.a.v)’in  “İki günü birbirine eşit kılan ziyandadır” hadis-i şerifinin sırrına vakıf olmak lazım gelir. Peki, biz Müslümanlar olarak bu hadis-i şerifin neresindeyiz derseniz, sorma gitsin. Baksanıza düştüğümüz hallere,  Müslümanlar olarak hadis-i şerifin mana ve ruhuna uygun hareket etmediğimiz o kadar net açık ortadaki Filistin, Ortadoğu, Orta Asya,  Kafkaslar, Balkanlar vs. kan ağlamakta. Şayet Müslümanlar olarak Hz. Mevlâna’nın  “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” mısralarının idrakine erebilseydik şu an dünyaya nizam veren Batılılar değil Müslümanlar olacaktı. Maalesef bizler hep geçmişin ihtişamıyla oyalanıp durduk. Oysa Mevlâna’nın baktığı pencereden bakıp yeniliğe kanat çırpmalıydık. Ama ne yazık ki geçmişin hatıralarını anmakla geleceği çözeceğimizi sandık. Net bir biçimde gelecek ile ilgili tavırlar ortaya koyamadık. Sürekli gelişmecilik kavramının uzağında kaldık. 

        Aydınlık yarınlar ve nurlu şafakların muştusunu, ancak gelişmeci zihniyete haiz insanlar verebilir. Ne düne takılıp kalmak ne de geleceği inkâr eden bir yol haritası. İşte bu noktada Şairin dediği şekliyle şunu rahatlıkla diyebiliriz ki “Kökü mazide olan atiyiz”  bir pusulayla yeni ufuklara kanatlanmamız bize ziyadesiyle yeter artar da. 

        Kendimiz dışımızdakilere mesaj verirken, hep dünün hatıralarına takılarak vermemeli. Geçmişin tecrübesiyle birlikte gelecek kurgusu yaparaktan mesaj vermeli. Nitekim Hz. Ali (k.v) “Beşikten mezara kadar oku” diye beyan buyurmakla bu noktaya işaret etmiştir. Dolayısıyla insan, hiçbir zaman doydum dememeli, açım demeli. Yani, bilim yönünden açım demeli. Açlığımız ilim açlığıdır diye tüm cümle âleme ilan etmeli de.

       Geçmişten kopuk, sırf yenilikten söz edenlere de bir çift sözümüz olmalı. Unutmamalı ki, felaketler de yeni olabiliyor. Her sabah uyandığımızda hiç umulmadık musibetlerle karşılaşmamız an meselesidir. Öyle ki doğal felaketler, cinayetler vs. türü musibetler vuku bulduğunda da bir tür yenilenme yaşanmış olmakta.  Ancak doğal felaketlerin dışında bizim beşeri manada yenilikten anladığımız şu ki;  gerek tarihle barışık yenilik, gerek dinle barışık yenilik,  gerekse kendi öz kaynaklarımızla barışık bir yeniliktir. Tabii bu tür yeniliklerden en mühimi de hiç kuşkusuz ebediyete uzanan bir yeniliktir. Yani Hz. Mevlâna’ya ilham olan  “ölmeden önce ölünüz”  hadis-i şerifin sırrınca ölümü  “Şeb-i Arûs” olarak gören yeniliktir bu. Elbette ki böylesi bir yeniliğe can hayran,  düşünsenize konuk olduğumuz dünyanın öteki âlemle irtibatını sağlayan böyle bir yeniliğe kim olsa can hayran olmaz ki?  Bakınız günler günleri kovalarken yıllar çok çabuk geçip zaman su misali akıp gitmekte de. Ve bu akan zamanı ne istediğimiz yerden durdurma ne de istediğimiz yerden başlatma şansımız vardır.  Üstelik an be an yaşadığımız her hadiseler gözümüzün önünde bir filim şeridi gibi geçip her soluduğumuz nefes sayısı ömürden gidiyor. Ta ki, kabir kapısına dek bu koşuşturma sürüp gider de. 

       Öyle ya, madem sınırlı bir ömre sahibiz,  madem dünya gemisi bir limanda demirleyecek,  o halde daha ne duruyoruz Yunus’un; 

     “Mal da yalan

      Mülk de yalan

      Var biraz da 

      Sen oyalan” dizeleri ruhumuzda yankı bulsun ki; Yüce Allah’a vuslat hâsıl olsun.         Şayet gerçek anlamda yeniliğe yelken açmak diye bir derdimiz varsa,  yıl içerisinde günümüzü har vurup harman savuraraktan ne kadar hayatımızı zayi etmişsek, yılın sonunda da eski günlere dönmemek kaydıyla yeni bir aydınlık hayat başlatabiliriz pekâlâ.  Besbelli ki karanlık hayatımıza ışık salmadıkça aydınlık yarınlara kavuşmak pek mümkün gözükmüyor. 

      Sakın ola ki yenilik derken dış çehremizi allayıp pullamak anlaşılmasın,  tam aksine kendi iç dinamiklerimizi müspet yönde harekete geçirmek anlaşılmalıdır. Kaldı ki kirlenmiş kalbin sahibine faydası yok ki etrafa da faydası olsun.

     Gün yeni bir beyaz sayfa açma günüdür. O halde daha ne duruyoruz, onca yaşanmışlıklardan sonra geçmişten ders alıp geleceğe kanatlanmak zamanıdır.

     Vesselam.