Selim Gürbüzer


TOPLUM DAYANIŞMASI VE AYDINLAR

Toplum yapımız dayanışmacı karaktere sahiptir. Tarihi kimliğimize uygun dayanışmacı özelliğimiz ne var ki batılılaşma sürecine girdiğimiz günden bugüne bozulmaya yüz tutup toplumsal yapıda çok büyük derin yaralar açılmasına yol açmıştır.


        Toplum yapımız dayanışmacı karaktere sahiptir. Tarihi kimliğimize uygun dayanışmacı özelliğimiz ne var ki batılılaşma sürecine girdiğimiz günden bugüne bozulmaya yüz tutup toplumsal yapıda çok büyük derin yaralar açılmasına yol açmıştır.

        Malumunuz Manas destanı, Türeyiş Efsanesi, Dede korkut hikâyeleri ve Orhun abideleri vs. her biri toplumu diri tutan kültür hazinelerimizdir.  Ama gel gör ki;  bir kısım aklı evvel yarı aydınlar kültürel hazinelerimize burun kıvırdıklarından yaşadıkları toplumun temel dinamikleriyle doku uyuşmazlıkları söz konusudur. Dolayısıyla geleneksel değerlere bağlı halkımız ile yarı aydın kesim arasında yaşanan bu kültürel doku uyuşmazlığı ister istemez birlik ve dirliğimizi zaafa uğramakta. Ve bu zafiyet hali Yeni Türkiye Yüzyılında devam etmekte de.         

       Ülkemizde batı kültürüne hayranlık duyan bir avuç seçkinci grup bu kültürel doku uyuşmazlığı nedeniyle kendi halka yabancıdırlar. Tabii bu denklemde kendini elit olarak gören seçkinci tabaka, aslında bizim düşündüğümüz manada bir seçkin tabaka değildirler elbet. Tam aksine onlar halka tepeden bakan, aynı zamanda halkla doğrudan münasebette bulunmayı gurur kırıcı telakki eden tabakanın ta kendisidirler. Her ne kadar eski sol tüfekler, Marksist proletarya manifesto gereği sömürülen halklardan dem vursalar da realitede halkın çok uzağında bir hayat yaşadıkları artık bir sır değil. Malum bir zamanlar filtresiz ‘Birinci’ marka sigara ve ‘Bitlis’ marka sigara tüttürmekle kendilerini ‘halkçı’  olarak takdim eden bu aklı evvel sözde proleter aydınlar, sonradan anlaşıldı ki bunların çoğu sırça köşklerde Marlboro sigara tüttürerek yaşamış insanlardır. Gerçekten de söyledikleriyle yaşadıkları lüks hayatın çelişikliğine baktığımızda bunlar kim halkçı olmak kim. Neyse ki komünizm Sovyet Rusya'da çatırdayıp tüm dünyada dağılmaya yüz tuttu da gerçek kimlikleri daha net bir şekilde ortaya çıkmış oldu.  Görüldü ki bunlar proleter düşkünü insanlar değilmiş gayet bir eli yağda bir eli balda insanlarmış meğer. Ama bu yeni durum karşısında onlara yeni kartvizit gerekti ki, zaten bulmakta da zorlanmadılar. Malum, yeni kartvizitin adı Kemalizm’dir. Yeni hedefleri ise Kemalizm kılıfı altında memleketin kaymağını yemektir. Adamlar ne yapsınlar varlıklarını sürdürmek için bu kartvizite sarılmaya mecburdular. Hatta öyle görünüyor ki, ellerine tutuşturulmuş bu yeni kartvizitle epey bir zaman oyalanacak gibiler de.  Tâ ki, yeni bir kılıf kimlik edinmenin şartları hâsıl olana kadar bu kartvizitle işi idare edecekler. İşte bu noktada biz, bu tür ortama göre şekil değiştiren aydınlara bukalemun ya da pragmatist tip aydın diyoruz.  Tabii bu demek değildir ki memlekette sadece bu tip aydınlar var, hele şükür halkın değerleriyle barışık hatırı sayıda aydınlarımızda var elbet. İyi ki de varlar, aksi takdirde Tanzimat’tan bugüne batı hayranı toplum oluşturma çabaları meyve verip tavan yapacaktı. 

        Şu bir gerçek;  durduk yere hiç kimse kendine göre vazife çıkarıp milletin değerleriyle alay edip  “bireysel takılmak özgürlüktür” ya da “benim hayatım sadece beni ilgilendirir” mantığından hareketle habire ruhumuzu çalmaya hakkı yoktur. Belki bireysel takılmak batının yaşadığı hayat modeliyle özdeş olması hasebiyle onlar açısından bir derece kabul edilebilir bir durumdur, bizim için asla. Hele birde bunun üstüne üstük batı hayat modelini Türk toplumuna aşılamak, hatta dayatmaya kalkışmak bizi daha da çileden çıkarmaya yetiyor. Malum toplum yapımız kolektivist ve dayanışmacı özelliğe sahip, bu gerçekleri bal gibi bildikleri halde ısrarla bireysel hayat modelini dayatmaktan geri durmuyorlar. Oysa bizim komşuluk ilişkilerimizden tutunda, geçmişte Ahi Evran’ın kurduğu ahi teşkilatından kalan “Ben siftah yaptım, diğer alışverişi de siftah yapmayan komşumdan al” anlayışı dâhil bir dizi vakıf kültüründen miras kalan aça aş, çıplağa giysi, yuvası olmayana sıcak yuva, yakacağı olmayana yakacak vermek gibi sosyal dayanışma hasletlerimiz vardır. Dahası bu hasletler sosyal hayata önce canan, sonra can şeklinde yansımıştır. Bir başka ifadeyle cemiyet hayatı bireysel hayatın hep önünde seyretmiştir. Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v)’in bu hususta; “Komşusu açken tok olarak yatan kimse bizden değildir” (Hakim, Müstedrek, 4/183, h,no:7307) diye beyan buyurduğu buyruğu var, hem nasıl komşu hassasiyeti olmasın ki. Anlaşılan kültürümüzün temelinde İslam’ın o engin hoşgörü anlayışının baskın olması, dayanışmacı yapımızı daha da zengin kılmaya ziyadesiyle yetiyor artıyor da.

         Bakınız Müberra dinimiz de sermayenin sırf zenginler arasında dolaşan bir meta olmasına müsaadesi yoktur. Sadece tekelleşmeyi önlemeye yönelik zekât müessesesinin işletilmesine müsaadesi vardır. Hiç kuşkusuz gerek Marksist anlayışla gerekse vahşi kapitalist anlayışla toplumsal dayanışmanın sağlanamayacağı gayet açık ve nettir. Beşer idrakinin ortaya koyduğu suni reçeteler bırakın toplumun kanayan yaralarını sarmayı kendi yaralarına bile merhem olamadıkları aşikâr bir vaka. Sovyet Rusya’da komünizmin yıkılışı bunun bariz göstergesi zaten.  Beşeri ideolojiler bugün var yarın yok, geçicidirler hep. Kalıcı olan ise her çağ insan idrakinin üzerinde vahiy ve sünnettir.  . 

          E. Durkheim; ‘Meslek ahlakı’ adlı eserinde toplumsal dayanışmanın ahlaki temeller üzerine oturtulması gerektiğini savunmuştur. Dahası Fransa’da iş hayatının etik olarak gerçekleşmesi için ancak tarihi Fransız loncalarının harekete geçirilmesiyle mümkün olacağını dile getirmiştir. Bu hususta yerden göğe haklı da. Zira modern dünya etik değer üretmek yerine habire ideoloji üretmekte. Oysa ideoloji gölgesinde ortaya konmak istenen suni ahlak girişimlerinden elle tutulur  daha henüz  bir toplum dayanışma örneği noktasında sonuç alınamamıştır. Elbette alınmaz,  bir kere kaynağı ilahi olmayan suni modellerle hangi toplum olursa olsun nasıl dayanışma içerisinde bulunsun ki.  Kaldı ki herhangi bir topluma tepeden inme yöntemlerle suni ahlak modeli dayatılmaya kalkışıldığında toplum nezdinde kabul görmeyeceği muhakkak. Her ne kadar kapitalizmde bir ideolojik akım olmasına rağmen iyi analiz edildiğinde bu ideolojik akımın hamurunda Protestan ahlakının varlığını görürüz.  Nitekim bu gerçeği Alman düşünür Max Weber dile getirmişte zaten. O halde, beşer idrakinin her halükarda dine kayıtsız kalamayacağını rahatlıkla ifade edebiliriz. İdeolojik akımda olsa bir noktada ilahi soluğa ihtiyaç duyulabiliyor. 

         Bizim kendi öz dünyamıza baktığımızda ise batı normları bizim olan topraklara yabancıdır. Dolayısıyla bu normlar bizim coğrafyamıza birebir aktarılmaya çalışıldığında birtakım problemleri beraberinde getireceği muhakkak.  Bir kere batıcılık güden bir takım yarı aydın aklı evveller, ilk evvela güttükleri batıcılığın hangi noktasında durduklarını bir görseler çok daha iyi olur.  Durdukları yer besbelli, batıya köle ruhuyla körü körüne satıh üstü teslim olmaktan başka bir şey değildir. Hem bu nasıl batıcılık davası gütmekse en basit hadiseleri bile analiz edebilecek donanımdan yoksun haldelerdir.  Bir aydın yakayı baştan efendilerine kaptırmaya bir görsün, istese de kendi iradesi doğrultusunda efendisinden izinsiz olayları analiz edecek beyanda bulunamaz da zaten.  Hem kaldı ki durduk yerde olayları enine boyuna kafa yorup rahatını bozmak yerine efendisine kayıtsız şartsız köle ruhuyla bağlı kalmak daha çok işine gelebiliyor. Hiç kuşkusuz bu köle ruhu bağlılığın temelinde kültür yozlaşması vardır.  Ne diyelim, işte görüyorsunuz kendi toplumuna yabancılaşan yarım akıl aydın tipi budur. Maalesef batının neyi var neyi yok, hepsini coğrafyamıza taşıma misyonu yüklenen bu yarım akıl aydın güruhu yarınlarımızı karatmak sevdasındalardır.  Dayanışmacı bir toplumun yarım akıl bu sözde aydınlardan kopması gayet tabiidir. Çünkü batı değerlerini topyekûn kabullenmenin adı çağdaşlık olarak ilan edilmiştir.  Oysa bu ilan körü körüne batıya teslim olmanın mankurtluğudur. Umulur ki, yol yakınken güttükleri bu batıcılık sevdasından vazgeçerler. 

      Peki ya,  bizim aydınlarla olan derdimiz ve beklentimiz nedir ne değildir derseniz, hiç kuşkusuz bizim derdimiz bağcıyı dövmek değil üzüm yemektir. Beklentimiz ise milletimizle hemhal olacak aydınların çoğalması için gereken şartların oluşturulmasıdır. Malum bizim moralimizi batı dünyasının aydınlarından daha çok bağrımızda barındırdığımız halka tepeden bakan bir avuç yarı aydın zümresi bozmakta.  Hele yarı aydın kesimin halka karşı burun kıvırmalar yenilir yutulur cinsten değil elbet. İster istemez bu aksi tutumları kendilerine karşı nefret uyandırmakta. Bu yüzden diyoruz ki, halk nezdinde gerçek aydın demek hem kendini aydınlatan hem de kucağında yaşadığı halkı aydınlatan demektir. Ama gel gör ki, batı tarzı hayatı topluma enjekte etmeyi biricik ülkü edinen bir kısım aklı evvel yarı aydınlar, toplumda var olan o müthiş dayanışma ağını, çatışmaya dönüştürecek misyonu üstlenmişlerdir. Üstelik bu aklı evvel yarı aydınlar Japonya’nın kalkınmasında etken unsur olan hem batı tekniğine açık anlayışını hem de Japon yerel değerlerin bir yansıması olan ‘yamato’ geleneğini sürdürmeye yönelik ortaya koydukları örnek toplum modelinden de ders almazlar. Malumunuz Japon piyasa ekonomisinin temelinde hem dayanışmacı toplum ruhuna sadık kalmak var hem de evrensel değerlere uyum sağlamak vardır.  Madem öyle ülke olarak bizimde dayanışmacı ruhumuza uygun bir yönetim modeli ortaya koyup serbest piyasa ekonomi şartlarında hedefimiz Türk Rönesans'ını gerçekleştirmek olmalıdır. Bunu gerçekleştirmeye mecburuz da. Zira ülke olarak tarihi süreç içerisinde bir hilal uğruna nice canlar feda etmişliğimiz söz konusudur.  Ki, bunu bir âlem bilir birde vatan sevdası bağrı yanık gönüller bilir. Düşünsenize geçmişte ‘Hakkıdır Hakka tapan milletimindir’  hissiyatıyla yedi düvele karşı göğsünü siper edip toprağın bağrına şehit düşenlerimiz olduğu gibi Yeni Türkiye Yüzyılına ramak kala 15 Temmuz direniş destanıyla da havadan ve karadan bombardımanlar altında toprağın bağrına 251 şehit vermişliğimiz de oldu. Böylece şehitler tepesi yine boş kalmayıp yine yedi düvele karşı yıkılmadık ayaktayız diyebildik. Düşünsenize bu azim ve kararlı duruşumuzla bir zamanlar Nizam-ı âlem tutkusuyla üç kıtayı aydınlatırdık bile. Böylece gök kubbede ışıyan üç tuğlu hilalimizle cümle âlem insanlık nedir öğrenmiş oldu. Ne var ki şimdilerde Nizamı âlem ülkümüz kendi öz yurdunda garip bir haldedir. Baksanıza yaşadığımız dünya öyle madden ve manen kirlenmiş bir hale geldi ki, maalesef bizim olan topraklara da bu kirlenmişlik sıçramış durumda.  Tabii hal vaziyet böyle olunca her yanımızda cirit atan iç ve dış mihraklara gün doğmakta.  Belli ki dünyanın nizam bulması için, yeniden Osmanlının aydınlık adaletine ihtiyaç vardır. Öyle ya madem insanlığın adil nizama ihtiyacı var, o halde dostlar daha ne duruyoruz,  tez elden yüreğimizin sinesinde kodlu olan Nizam-ı âlem tohumlarını küreselleşmiş dünyada gittiğimiz her yere savuralım ki hem iç dünyamız yeşerip aydınlansın hem de tüm insanlık. Ancak bunun içinde önce kendimizi nizam vermekten başlayıp öyle yola koyulmalı. Aksi halde kendimize çeki düzen vermeden insanlık asla nizam bulamaz. O halde yeniden Nizamı âlem ülküsü heyecanıyla güneş gibi cihana yeniden doğalım ki insanlık kurtuluşa erip aydınlanabilsin.  Bunda umut varız da. Zira yaşadığımız çağda Nizam-ı âlem gönüllüleri var oldukça ve kadim bereketli toprağın bağrında kültür harcımızı iri ve diri tuttukça âleme yeniden nizam vereceğimize inancımız tamdır.  Ki,  ümidin tükendiği yerde toprak yeşermez. 

          Hâsıl-ı kelam gelecekten ümit var olarak şunu çok rahatlıkla diyebiliriz ki aydınlık yarınlar çok yakın, belki yarından da yakındır. 

           Vesselam.