Bir önceki yazıda “Arap-Fars ve Türk Aklı ve Müslümanlık Tasavvurları” bağlamında İslamiyet ve sonrasını Arap-Fars ve Türk Akıllarının ortaya koyduğu müslümanlık tasavvurları olarak incelediğimizi belirtmiştik. Türk Rönesansı/Aydınlanmasının 11. Asırdan itibaren de (1050) başlayıp, XVI. asırda kadar devam ettiği vurgusu yapılmıştı.
İslam daha doğrusu Hz. Adem’den itibaren gönderilen ilahi mesajların sonuncusunu getiren Hz. Muhammed (sav) öncesinde Türklerin inandığı diğer ilahi mesajlar ve bunların Türk Metafiziğine olan tesirleri neler olabilir, bunun üzerinde durmak gerekir. Çünkü bize göre Müslüman olmayan (gayr-i müslim) Türklerin Türkçe ve farklı bir alfabeyle hatta farklı bir dil ile ürettikleri de Türkçe felsefedir. Çünkü Türk Müslümanlık Tasavvurunu Arap ve Fars Aklının ürettiği tasavvurdan farkını korurken, Hz. Muhammed (sav) getirdiği sistemden önceki Peygamberlerin öğretisine sahip olan Türklerin de ister farklı alfabeyle Türkçe ürettiklerini Türkçe Felsefe ve Türk Felsefesi, farklı dil ile ürettiklerini de Türk Felsefesi içinde görülmesi gerekir. Niçin mi? Çünkü Taşağıl’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, “İslam Öncesi Türk Tarihi, Türkiye Cumhuriyeti başta olmak üzere bütün Türk kökenli toplulukların erken tarihinin hepsini içine alacak bir biçimde kapsar.” (Ahmet Taşağıl, Kök Tengri'nin Çocukları, Avrasya Bozkırlarında İslam Öncesi Türk Tarihi, (İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınevi, 5. Basım 2015, 19)
Türk Metafiziğin bu bağlamda temelleri olarak Hz. İsa ve Hz. Musa’nın getirdiği ilkelerin tutarlı olduğuna inanan Türklerin ortaya koyduklarına bakmanın yanısıra, Soğdlular, Harezmliler ve Türkler gibi birçok etnik kökenin yaşadığı Maveraünnehir’de İslam öncesi Soğd (Aryen) kültürü Zerdüştlük (Mecusilik), Maniheizm, Budizm, Mazdeizm ve kısmen Şamanizm öğretilerinin etkisini ayrıntılı olarak incelemek gerekir.
- Hikmet Tanyu ve Mübahat Türker Küyel Hocamlarıma Rahmetler Olsun
Ankara ilahiyat fakültesinden benim mezun olduğum sene emekli olan hocamın birkaç örnek dersine girmiştim. Tanyu (1918-1992) hocama rahmetler dileyerek ondan uzunca bir alıntı ile Hz.Muhammed öncesi Türklerin Tek tanrı inançlarını vermek istiyorum ki, Musevi geleneğini benimseyen Türklerin “Hazar Barışı” nı sağladıkları, İsevi geleneğin Nasturi Hristiyanlık tasavvuruna Türklerin 9.yüzyılda benimsediklerini, Uygur alfabesiyle Türkçe dini metinler üretmesinin arka planı anlaşılsın.
“Türklerin bilinen dini tarihleri içinde bir “arketip” (ilk örnek) oluşturan ilk önemli özellik Gök Tanrı inancıdır. Göktürk kitabeleri ve daha sonra türlü Türk kavimlerine ve Moğollara dair İslam kaynaklarında verilen haberler İslamiyet’in ortaya çıkışı sıralarında Şamani Türklerin bir tek tanrıya inandıklarını ve buna binaen bu dinin, din tarihçilerinin ileri bir inanç merhalesi olarak kabul ettikleri, monoteist (vahdaniyetçi) bir seviyeye eriştiğini açık olarak göstermektedir.
Gök, yer ve mahlukların yaratıcısı olarak telakki edilen bu Tanrı’nın bir hususiyeti varsa o da vahdaniyetçi olan Musa dinindeki Yahudilerin Yahovası gibi, Türkleri başka kavimlerden üstün tutmasıdır. Orhun kitabelerine göre bu Tanrı güçlük zamanlarda Türklerin imdadına yetişir, üzerlerinde semavi bir menşeden gelen bir kahraman tayin ederek onları yok olmaktan korur. (Türk bodun yok bolmasun tiyin Türk Tanrı…) Ve nihayet kendi necip kavmine dünyadaki kişileri idare etme hakkını bağışlar. Orhun Yazıtlarında Türklerin Tanrı (Tengri) adı verilen bir yaratıcıya inandıkları açıkça görülmektedir. Ayrıca bu yazıtlarda Tanrı’nın ezeli ve ebedi olduğu herşeyi yaratanın, yaşatanın, öldürenin Tanrı olduğu kudret, irade ve kelam sahibi olduğu esirgeyici, koruyucu, duaları kabul edici ve her şeyi bilen olduğu açıkça belirtilmiştir. (Hikmet Tanyu, İslam’dan Önce Türkler’de Tek Tanrı İnancı, AÜİF Yayını, Ankara,1986: 33)
23. Ekim 2022 tarihinde vefat eden Mübahat Türker Küyel hocam ise benim Farabi’yi bütün okumalarımın merkeze almama vesile olandır. Bu yazı bağlamında söyleyecek olursak, Kutadgu Biliğ’i doğru okuyarak ve dilini doğru anlayarak Tanrı-evren-snsan-toplum’u anlamanın mümkün olduğunu söyler.
“Bilge Kağan Bir “Filozof Arhut mudur?” başlıklı makalesinde Bilge Kağan ve Tonyukuk yazıtlarını okumanın önemi üzerinde durur. Çünkü bu taşlara nakşedilmiş bu yazılar temelde bir uygulama-aksiyon(praxis) felsefesi olup, hem “tarihin doğru okunması” hem de “tarihin değiştirilme anı” anlamak demektir. Çünkü filozoflar tarihi anlamaya çalışmış ama artık sıra değiştirilmesine gelmiştir.
Küyel’e göre, bu aşamada bir de “insanın epopesi/destan” anlamında “tarihteki hikmet” veya “tarihin hikmeti”ni anlamak sorunu vardır. Oradaki praksise bakarak bir teoriyi görebiliriz. Örneğin Buda dini, VI-VIII. asırlar esnasında, Orta-Asya’da yayılma faaliyetine girişirken Gök-Türk hüküm darı Bilge Han ve onun hakîm veziri olan ve Çin adetleri, zihniyeti ve siyaseti ile saray entrikalarını iyi bilen Tonyukuk bu dinin kabulünü reddetme gerekçelerine bakabiliriz. Budizm’in temelde yumuşaklık ve miskinlik telkin ettiğini, savaşı ve hayvan kesmeyi yasaklayarak Türklerin hayat şartlarına uymadığını, mücadele güçlerini bozacağını düşünmüş, Çinliler karşısında istiklâlimizi korumakta zorluk çekileceğini söylemiştir. Bu teori ve pratik uyumunu gösterir. (Mübahat Türker Küyel,Bilge Kagan Bir “Filozof Arhut mudur?”, Ankara: XI Türk Tarih Kongresi TTK Basımevi,1994) II/455–464)
Bu çerçevede oz-ozlaşmak-ozan ve svestika terimlerinin İslam öncesi ve sonrasına dair metafizik temellendirmenin Varlığın Birliği öğretisiyle netleşeceğini, Timur’un bu simgeyi bundan dolayı Ahmet Yesevî türbesinin ana kapısının sağ duvarında nakşettirdiğini söylüyoruz.
- Mahiyeti Türk, Hüviyeti Farklı Kavimlerin Ürettiği Felsefi Fikirler
İslam yani Hz. Muhammed (sav) getirdiği sistem öncesini “Tengrici mümin”, sonrasını ise “müslim ve mümin dönemi” diye okumayı tercih ediyoruz. Kök/Tek Tanrı inancı zamanla farklı dönüşümlere uğradığı gibi, ibrahimi geleneklerden İsevi ve Musevi şeriatlara uygun yaşadıkları dönemler de olmuştur. Bazı Türk boylarının bu açıdan farklı şeriat (din demediğimize lütfen dikkat buyurunuz) göre yaşadıklarını, zamanla dillerini de değiştirdiler.
Bu açıdan Müslüman Türklerin ister Arapça, ister Farsça isterse Türkçe varlık-bilgi ve değer üzerine ürettikleri düşüncelere; ister gayr-i müslim Türk boylarının veya şaman geleneğine bağlı Türk boylarının şimdiki konuştukları dilde ürettiklerini de Türk Felsefesi kavramı içinde değerlendirmenin gerekli olduğunu söylüyoruz.
Bununla birlikte mahiyeti Türk; ama hüviyeti farklı olan ve farklı dillerde hakikat tasarımını sunanların ayrıca çalışılması gerektiğini vurguluyoruz. Örneğin Çuvaşlar, Yakutlar, Batı Kumanlar, Peçenekler Karamanlılar ve Gagavuzlar/Gökoğuzlar Hristiyanlığı yüzyıllarca önce benimseyen Türk halklarıdır. Çünkü “Hun adındaki ilk Türk kavmi Güney Rusya ve Macaristan’da bir Türk imparatorluğu kurmuştur. Sonra Orta Asya’dan Göktürklerin baskıyla kaçan Apar’lar (Juan juan) 6.asırda aynı yerlere görülmüşlerdir.
7.asırda Hazar Türkleri, 9. Asırda Peçenek Türkleri 12. Asırda Kuman Türkleri hep aynı yolu takip etmişlerdir. Ayrıca Tengrist, Budist, Zerdüşt ve eski Şaman inançlarını sürdüren Türkler vardır. Hristiyan Türklerin %90’ı Ortodoks, geri kalan %10’u Katolik ve Protestan’dır. Bunlardan Hazar Türkleri (Karay-Karayim) Doğu Avrupa’da VIII-IX. yüzyıllar arasında “Hazar Barışı” diye anılan bir çağın öncülüğünü üstlenmişlerdir. Bugün Kafkasya, Ukrayna ve Polonya’da yaşayan Karaylar (Karayim Türkleri) bu soydandır. Hatta Macarlara tarihte önemli bir konum veren Arpad sülalesi Hazarların Kabar kolundan olup, 1870 yılında Türkoloji çalışmalarına başladıkları, 1908 yılında Budapeşte’de Türk Derneği kurulduğu malumdur.
Yukarıda bahsettiğim Yakut (Zhakut=Yakut taşı) Türkleri Rusya Federasyonu’na bağlı dünyadaki en büyük araziye sahip olan Yakutistan Cumhuriyeti’nde yaşar. O kadar ki yüzölçümü Avrupa kıtasına yakındır. Başkenti Yakutsk/Dokuskay’tır.
Çuvaşlar ile Gökoğuzlar/Gagauzlar Hristiyan’dır. Çuvaşça Türk dillerinin Ogur-Bolgar öbeğinden olup Moğolca, Çince, Farsça, Arapça ve İbranicenin bütün lehçelerinden sözcükler içermektedir. İbranice sözcüklerin Musevi Hazar Türklerinden geçtiği sanılmaktadır. Çuvaşların dili, komşuları Tatarlardan bile çok farklı iken Gagavuzca, Rumeli ve Trakya’da konuşulan Türkçeye çok yakındır. Nitekim Gagavuzca, 1995’ten itibaren Türkiye ile aynı alfabeyi kullanmaktadır. (Rene Grousset, Bozkır İmparatorluğu: Atilla, Cengiz Han, Timur, çev. M.Reşat Uzmen, (İstanbul: Ötüken Yayınevi, 8. Basım 2019: 19, Mevlüt Uyanık, Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak -Türk Felsefesine Giriş- Kırmızılar Yayıncılık, Eskişehir 2020), 109 vd)
- “Türk Hıristiyan” ya da “Gayr-i Müslim Türk”
Bunun Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili kısmına gelince, Balkan Savaşlarının ortaya çıkardığı travmayı yani Sırp, Bulgar, Yunan, Arnavut, Arap vs Ortodokslarının milli kiliselerinin yaptıklarına karşı “Türk, “Türkçe konuşan, Müslüman olan ve Türklüğü seven kişi” olarak tanımlanıp, Türk Ortodokslarının farklılığına dikkat etmemiş olabilirler.
Böylece işgale karşı direnişin dayattığı pratik bir gereklilik, ahaliyi savaş için seferber etmenin kestirme yolu olarak da “Türk Hıristiyan” ya da “Gayr-i Müslim Türk” tabirleri birer “oksimoron,” yani birbiriyle çelişen ya da tamamen zıt iki kavram olarak kullanılarak terimler arası bir çelişki olarak sunulmuş da olabilir. Nitekim kimi tereddütlere karşın Türkçe konuşan Hıristiyanların zorunlu nüfus mübadelesine dâhil edilmesi, ancak Milli Mücadele sırasında hâkim olan bu milliyet varsayımı üzerinden anlamlandırılabilir.
1920’lerin ikinci yarısından itibaren Türklüğün daha laik bir tanımına doğru yaşanan kayma ve etnisist temaların öne çıkışı, Türkdil Hıristiyanların Türk ulusuna kabulünü, hiç değilse teorik olarak kolaylaştırabilirdi. Böylece Türk ve Müslüman Kültürü ile Yunan ve Ortodoks kültürü arasında sıkışıp kalmazdılar. Burada Rum, diyar-ı rum ve Bizans kavramlarına dikkat edince, Ortodoks Türklerin Yunanlı olarak görülemeyeceği de ortaya çıkar. Cumhuriyet döneminde Gökoğuz (Gagavuz) Türklerin de Anadolu’ya getirilme çabası da bu bağlamda önemliydi, ama olmadı.
Özetle “Türkdil Hıristiyanlar”, Türk milliyetçiliğinin seküler ve etnik sınırlarının anlaşılması açısından önemli olup, öncelikle Türkçe konuşan farklı alfabeyle yazanlar öncelikli Türkçe ve Türk Felsefesi içindedir. Örneğin “Türkdil Anadolulu Ortodoks mübadillerin göç acısını, vatan hasretini ve asıl olarak da Yunanistan'da yerleştirildikleri mahallerdeki koşulları ve sıkıntıları dile getirdikleri Türkçe şiirlerinden bir seçki olan “Muhacirnâme-Karamanlı Muhacirler İçin Şiirin Sedası, (haz. Evangelia Balta ve Aytek Soner Alp, İstanbul: istos yayın, 2016) incelenebilir. Başka dil ve dine mensup diğer Türklerin yazdıklarını da Türk aklının ürünü olarak görüp Türk Felsefesine katkı olarak değerlendirmenin de bu sekuler ve etnik sınırların anlaşılması açısından önemlidir.
Jeo-felsefe kavramını merkeze almamızın nedeni de tam olarak da budur. Çünkü “Balkanlar’da Türkdilli olan ve Türkçe yazmak için Kiril alfabesini kullanan Slav topluluklar mevcuttu. Hatta Türkçe yazmak için Ermeni alfabesini kullanan, Türkçe konuşan Ermeniler Anadolu’daki Ermeni nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturuyordu. (Foti Benlisoy-Stefo Benlisoy, Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol, Hıristiyan Türkler ve Papa Eftim, (İstanbul: İstos Yayınevi, 2016), 8-11, 348
Sonuç olarak, Türk Müslümanlık Tasavvurunu Arap ve Fars Aklının ürettiği tasavvurdan farkını korurken, Hz. Muhammed (sav) getirdiği sistemden önceki Peygamberlerin öğretisine sahip olan Türklerin de farklı alfabeyle Türkçe ürettiklerini Türkçe Felsefe ve Türk Felsefesi içinde, farklı dil ile ürettiklerini de Türk Felsefesi içinde görülmesi gerektiğini söylüyoruz.