Selim Gürbüzer


VAKTAKİ BİR ZAMANDA PAPA 16. BENEDİKTUS’UN BİZİ DÜŞÜNDÜREN ZİYARETİ

Slavlar hakkında gerek siyasi teşkilat gerekse devlet kurma bakımından kabiliyetsiz bir ırktır dersek yeridir.


          Slavlar hakkında gerek siyasi teşkilat gerekse devlet kurma bakımından kabiliyetsiz bir ırktır dersek yeridir. Esclave (slav) köle demektir zaten. Düşünebiliyormusunuz Slavlar adına uygun davranıp tarihin belli dönemlerinde Türk ve Cermen idareleri altında yaşayarak ancak varlıklarını koruyabilmişlerdir. Yine de devletsiz birilerinin himayesi altında yaşamalarına rağmen ileriki dönemlerde coğrafyanın getirdiği bir takım avantajları kullanaraktan iyi bir konuma gelebilmişlerdir. Hele bilhassa Rus Prenslerinin Bizans’tan hem Ortodoks Hıristiyanlığını ve kültür yazıtlarını kapmalarının yansıra birde bunun üstüne üstük Altınordu Hanlığının parçalanmasıyla birlikte doğu ve güneye doğru yelken açıp eski Türk ülkelerini istila edecek fırsatını yakalamış olurlar. Tabii bizim açımızdan bu durum Moskof çizmesi altında yaşamanın getireceği sancılarla baş başa kalacağımız bir tablo ortaya çıkarır.  Hatta bu arada Slavlaşan bir kısım Türkler, Balkanlarda Bulgar devleti kurar kurmasına ama bu da bir başka yeni sıkıntılara kapı aralayacak bir tablo oluşturur.  Öyle ki Çarlık Rusya’sı gücüne güç kattıkça Çarlarda o ölçüde sıcak denizlere inme hevesi ile yanıp tutuşacaklardır. Derken bu hevesle Moskof Patriğinin eliyle sıcak denizlere inme ideallerini taçlandırırlar da. Böylece giydikleri tacın İsa’nın tacı olduğunu, dolayısıyla kendilerini İsa’nın temsilcisi olduklarını ilan etmekte beis görmeyeceklerdir. Tabii hal vaziyet böyle olunca,  Moskof Patriğinin de canına minnet Hıristiyanlığa öncülük etmenin Çarların hakkı olduğu savını zihinlere işleyecektir habire.  

          Ne diyelim işte görüyorsunuz Patrik bu ya,  işine geldiğinde hemen alelacele cihan hâkimiyeti yolunda Çar'ları Hıristiyan âleme böyle takdim ederken Türkiye ise Lozan koridorlarında ter döküp misakı milli sınırları içerisinde kalmayı kendi halkına züğürt tesellisi babından zafer olarak takdim edecektir. Yetmedi hilafetin ilgası kararını alaraktan İstanbul’un artık İslam âlemine yönelik birleştirici dini merkez konumumuzu masada kendi elimizden çıkardığımız gibi Ortodoks patrikhanesinin statü kazanmasına ise ses çıkarmayıp gönüllerini hoş tutmuşuz da. Bu durumda bağımsızlıklarına kavuşan tüm Ortodoks milletleri Fener Rum Patrikhanesinden ayrılıp milli Patrikhanelerini kurar hale gelmişlerdir. Şimdi gel de tüm bu olup bitenler karşısında eseflenme. Düşünsenize bir zamanlar Katoliklerin baskıları karşısında soluğu Osmanlı şemsiyesi altında alıp dini ayinlerini özgürce yaşar hale gelen Ortodokslar, bir bakıyorsun Osmanlı hasta yatağına düştüğünde ahde vefasızlık bir tutum içerisine girebiliyorlar. Kaldı ki onlar:

     -Alman Protestanlarını bağrımıza basıp kucaklayışımızı da unutmuş gözüküyorlar.

     -Amerikalı Osmanlı tarihçisi Roderie H. Davison’un kaynak araştırmasıyla ortaya çıkardığı dört dilde tercüme edilen Küçük kaynarca Anlaşmasının 7. maddesine baktığımızda Babialinin  (Osmanlı hükümetinin) söz verdiği Hristiyanları ve kiliseleri koruyacağına dair himaye hakkının da metinde yer aldığından bihaber unutmuş gözüküyorlar.

      -Hakeza Küçük kaynarca Anlaşmasının antlaşmanın 3. Maddesinde geçen ilk kaybedilen Müslüman toprağımız olan Kırımdaki Müslümanların dini himaye hakkının da bize ait olduğu metne bağlandığını unutmuş gözüküyorlar. 

       Onlar unuta gözüke dursunlar, aslında biz biliyoruz ki Hıristiyan Papalık başlangıçta dünyaperest Roma’ya karşı dini hassasiyetle kurulmuş müesseseydi. Ne zaman ki kilise otoritesine boyun eğip dünyevi olan her şeye müdahale eder hale gelir, işte o zaman toplumun tüm kesimlerin tepkisini çekeceklerdir. Zira kilisenin bu tutumu Avrupa’nın sefalet bataklığı içerisine düşmesine yol açan bir durumdu. Öyle ki Avrupa o yıllarda kilisenin bu tutumu yüzünden karanlık ortaçağını yaşayacaktır. Düşünsenize o çağlarda bilimden söz eden derhal giyotinle ölüme mahkûm edilebiliyordu. Tabii giyotine kurban verilenler çoğaldıkça o ölçüde de yeni arayışlarda beraberinde gelecektir. Neyse ki batı dünyası daha öncesinde bize karşı düzenlediği Haçlı seferlerle bilerek ya da bilmeyerek de olsa cephede İslam medeniyetiyle yüzleşme imkânı bulmuşlardı. Böylece bizden aldığı medeniyet aşıları sayesinde debelendikleri ortaçağ karanlığından çıkmış olacaklardır. Derken kilise ile olan çatışmadan akıl galip çıkıp kendi Rönesans’larını gerçekleştirmiş olurlar.  Ancak ne var ki Avrupa bu seferde pozitif aklın esiri olacaktır. Yani ruh köklerinden yoksunluk batı insanını ruhi bunalıma sürükleyecektir.  İşte bu noktada ruhi bunalıma düşmüş batı toplumu kurtuluşu yeniden Papalık müessesinde arayacaktır.  Öyle ki Papalığa sadece dini lider sıfatı gözüyle bakmayıp aynı zamanda devlet başkanı gözüyle bakar konuma da gelirler. Nitekim bu durumu İstanbul Fener Rum Patriğinin Papayı davet ettiği yıllarda tüm çıplaklığıyla yakinen görmüş olduk bile. Zaten o günleri yaşayanlar çok iyi bildiği gibi görünürde nazik davetmiş gibi gözüken bu hadise aslında Türk kamuoyu nezdinde kuşku uyandıran hadise olarak karşılık bulur. Bu durumda elbette ki Türk Dışişlerimiz kamuoyunun bu endişelerini dikkate almazlıktan gelemezdi. Öyle ya bizim devlet anlayışımız gereği devlet başkanı sıfatı taşıyan bir kişi ancak devlet düzeyinde çağrılmasını gerektirirdi. Dolayısıyla böyle bir durumda sessiz kalmak Fener patriğinin ekümenik iddialarını onaylamak anlamına gelirdi ki, Allah’tan Hariciyemiz kamuoyunun hassasiyetine ters bir tutum içerisine girmedi. Hiç kuşkusuz böyle durumlarda kılı kırk yarıp kırk düşünmekte gerekti.  Dolayısıyla olayı bütünüyle baktığımızda bu meselede kim bilir belki de Patrikhane konumuna güç katmak amacıyla Papayı davet etmiş olabileceği gibi bir taşta iki kuş vurmanın hesabıyla Ortodoks ve Katolik âleminin birlikteliğine yönelik bir amaçta gütmüş olabilir. İşte bu yüzden her ihtimali düşünüp öyle hareket etmekte fayda vardı elbet. Hele ki günümüz dünyasında kim dost kim düşman belli değil,  artık at izi it izine karışmış durumda. Öyle ya tarihten bugüne baktığımızda sureti haktan görünüp de bizi arkadan hançerleyenlerin haddi hesabı yoktur dersek yeridir. Şimdi gel de tüm bu yaşananlardan sonra Papanın gelişinden kuşkulanma. Kaldı ki bizi asıl düşündüren bir başka husus ise Papa 16. Benediktus’un Türkiye ziyaretinin evvelinde Batı dünyasıyla İslam ülkeleri arasında mevcut husumetin zirveye ulaştığı noktada gerçekleşmiş olmasıydı. Zaten Time dergisinin bu meseleyi kapak konusu yapması endişe etmekte haklılığımızı ortaya koyan bir durumdu. Nitekim Papanın daha önce İslam Dinine yönelik sarf ettiği sözlerini hesaba kattığımızda,  o malum derginin Papa 16. Benedictus’un ilk kez Müslüman ülkeye gittiği algısını habire zihinlere ballandıra ballandıra işleyip dünya gündemine taşıması pekte hayra alamet bir ziyaret olmadığı besbelliydi. Kaldı ki Avrupa’da bile Papa’nın daha öncesinden İslam karşıtı dile getirdiği sözler tasvip görmezken biz nasıl olurda ansızın böyle bir ziyaret kararı karşısında endişe duymayalım ki. Derken bu endişeler eşliğinde yediden yetmişe hemen herkes artık bu ziyaretin İslam âleminde nasıl karşılanacağı merak konusu bile olur. Malum bu endişelerin bir öncesi birde sonrası vardı. Ki, bunun öncesinde Salman Rüştü’nün Şeytan ayetleri kitabı skandalı patlak vermişken sonrasında ise Danimarka krizi patlak verir. Hele ki doğrudan Peygamberimizi hedef alan Danimarka krizinin ümmet üzerinde oluşturduğu gerginliğinin harareti daha henüz soğumamışken tüm bu infial uyandıracak hadiselerin üstüne birde kendisinin papalığa getirilmesi ister istemez endişelerimizi kat be kat artmasına daha da yetmiştir. Hele ki Peygamberimiz (s.a.v)’e yönelik hakaret içeren cümleleri bir düşündüğümüzde tüm bu yaşananları öyle yenilir yutulur cinsten sıradan hadiseler olarak düşünmek akla ziyan tutum olacaktır. Hiç kuşkusuz böyle profile sahip bir insanın Papalık rütbesiyle topraklarımıza adım atıyor olacak olması Müslümanlarca hoş karşılanmasını beklemek hayal olurdu.  

          Artık olan olmuştu bir kere, bu noktadan sonra iç ve dış kamuoyu Papanın Türkiye’ye yapacağı ziyaretine çevirmişti ki;  o yıllarda bir de baktık ki tüm beklentilerin aksine sanki eski papa gitmiş, yerini başka bir papa almıştı. Yani bu kez bambaşka bir portreyle karşılaşmış olduk.  Değim yerindeyse her bakımdan kemale ermiş, sempatik tavırlara bürünmüş yeni bir Vatikan lideri karşımızda vardı.  Tabii,  bu gördüklerimiz bir oyun mu yoksa geçmişte sarf ettiği sözlerinden pişmanlık duyup özür dileme görüntüsü müydü pek bilinmez ama şu bir gerçek iç ve dış kamuoyunu şaşırtan bir görüntü olduğu muhakkak.  

        Öyle ya,  bayram değil seyran değil,  Vatikan ne oldu da 180 derecelik ani bir dönüşle, ülkemize yaptığı ziyaretle Müslümanlarla Hıristiyanların sıcak temas içerisine girercesine göz kırpabiliyor, doğrusu şaşmamak elde değildi. Hiç kuşkusuz Sultanahmet camiinde Papanın saygı duruşu bir tutum sergilemesi de izleyenleri şaşırtacak cinsten bir hadiseydi. Her ne kadar görünen manzaranın arka planını bilmesek de sonuçta daha öncesinde kamuoyunun hafızasında yer etmiş olan olumsuz havanın silinmesine yetecek bir örnek tutumdu diyebiliriz. Ama yine de ihtiyatı elden bırakmamak gerekti. Zira o yıllarda zihinler hala pek berrak sayılmazdı. Hem nasıl berrak olsun ki, bir kere Papanın yanında en yakın danışmanlarından biri vardı ki,  o isim Ortadoğu ilişkileriyle yakından alakadar olan Henry Kissinger'den başkası değildi elbet. Ki,  bu adam bir zamanlar Nazi soykırımından kaçmış Musevi bir ailenin çocuğudur. Tabii Papanın bir diğer başka danışmanı daha vardı ki, o da medeniyetler çatışması teziyle isim yapmış şu meşhur Bernard Levis'ti elbet.  İşte tüm bu örnekler hala ortada dururken Papa hakkında nasıl ihtiyatlı olabilirdik ki. Malum nice Papalar, nice Hıristiyan misyonerler bizim olan diyarlardan gelip geçmişler ve bu geçişlerinin çoğu da belli bir planın yürürlüğe konuluşu geçişlerdi. Bize ait olan topraklarda önce ellerinde İncil sonra tüfeklerle geldikleri bir sır değil artık. Ardından bıraktıkları içi boş bir kilise, taş bir kule ve bronz bir çanla yaptıkları karalama kampanyaları da işin cabasıydı. Öyle anlaşılıyor ki yaptıkları tahribatların izleri öyle kolay kolay silinecek gibi pek gözükmüyor.  Hele bir de buna içimizde yıllar boyu batının Truva atı olarak sızmış FETÖ ihanet çetesinin Papa ile kol kola girip dinler arası diyalog çağrısıyla altımızı oyan planın 15 Temmuz darbe girişimiyle ayyuka çıkması, o çağrıların ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. 

          Evet,  her ne kadar Papa o yıllarda Ortodoks ve Katolik dünyası arasında konsensüs sağlanmasına hizmet olsun diye topraklarımıza ayak basmış olsa da,  halk değimiyle ağzıyla kuş tutsa sırf geçmişte İslam âlemine yönelik sarf ettiği o çirkin sözlerden dolayı yaptığı bu ziyaret Müslümanlara pek inandırıcı gelmeyecektir. Bize sadece tarihler 2013’ü gösterdiğinde Papa’nın görevinden istifa etmesi inandırıcı gelecektir. Çünkü kendi içinde patlak veren bir hadisedir bu. Umarız bundan sonraki adımlarda bu kez oyun kuran biz oluruz. Nitekim Ortadoğu’da Fırat Kalkan, Zeytin Dalı ve Pençe Kilit harekâtlarımızla ezanlarımız, salalarımız Suriye’de, Şam’da,  Bağdat’ta yankılanıp batı dünyasını bu kez biz tedirgin etmiş durumdayız.  Yetmedi tek parti döneminde müze haline getirilen Ayasofya’nın 2020 sonrası itibariyle artık minarelerinde ezanlar okunarak ibadete açılması onları ziyadesiyle tedirgin etmeye ziyadesiyle yetti arttı bile.  Varsın birazda onlar bizden endeşelene dursunlar. Kaygı duysunlar ki, bizimle oyun oynanamayacağını bilmiş olsunlar. 

        Velhasıl-ı kelam onların bir hesabı varsa,  Yüce Allah’ında Müslümanların lehine değişmez hesabı vardır. 

          Vesselam.