Hayatım boyunca okuduğum roman sayısının iki elin parmaklarını geçmeyeceğini itiraf ederek başlayayım sohbete.
Buna rağmen edebiyata ilgimin taa lise yıllarından beri var olduğunu da ekleyeyim.
Lisedeki öğretmenimiz (Ali Emir Osmanoğlu) Cumhuriyetin ilk yıllarında öğretmenlik yapan o büyük edebiyat ustalarından biri gibiydi. Sonradan üniversiteye intisap eden Hocam hakkında hala aynı kanaati taşımaktayım. Galatasaray Lisesi’ndeki Tevfik Fikret, Robert Kolej’deki Refik Halit, Kayseri Lisesi’ndeki Faruk Nafiz, Erzurum Lisesi’ndeki Tanpınar, Gazi Lisesi’ndeki Arif Nihat Asya ve diğer pek çok edipten yeteneği değil belki de sadece şöhreti eksikti.
Akıcı ve merakı tahrik edici bir konuşma şekli vardı Hocanın. Hani Sezai Karakoç, “ben şiir yazmadım, yazdıklarım şiir oldu” der ya, Ali Emir Hocanın konuşmaları da öyleydi. Şiir gibi konuşurdu. Onu derste dinlerken bir taraftan öğrenir, bir taraftan içimdeki tarifsiz duygular kıpır kıpır harekete geçer ve edebi zevkler coşar bir taraftan da dingin bir derinliğe dalar gibi olurdum. Sesi hala kulaklarımdadır.
İlahiyat ve ilk öğretmenlik yıllarımda edebiyat, sadece “tahsiniyat” kabilinden yer aldı duygu dünyamda. Şiir, diğer edebi türler içinde birkaç adım önde oldu. Çile’yi notlar alarak iki defa hatmetmem, Erdem Bayazıt’ın Sebep Eyy’ini her daim yakınımda bulundurmam ve Sezai Karakoç’un Gün Doğmadan’ına “elli dört farz” muamelesi yapmam bundan olsa gerek.
Ama son yıllarda roman hariç diğer türler ilahiyat okumalarını dengeledi ve hatta geçti diyebilirim. Gogol, Orwell, Zweig, Ömer Seyfettin, Kutlu, Tanpınar derken bir de baktım elimde Yahya Kemal’in “Portreler” kitabı.
Portreler’e geçmeden değinmem gereken birkaç husus var.
Niçin edebiyat sorusu önemli.
Kanaatim, sanatın tüm alanlarında olduğu gibi edebiyat türleri de insanın içinde var olan ulvi zevki uyandırıyor. Onu coşturuyor. Ona tarifsiz hisler, duygular ve hazlar lütfediyor.
Fakat bu kadarla yetinmiyor sanat. Yaşanan hayata dair olumlu olumsuz, iyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış ne varsa onu kah notalara döküyor, kah bir tuvale yansıtıyor, kah bir manzume veya bir heykeltıraşın elindeki işlenmiş mermer olarak duygu dünyamızın derinliklerine salıveriyor. Böylece sanat kendisinde taşıdığı “güzellik ve hayranlık” hissini, gönlümüze ezelde nakşedilmiş kökleriyle buluşturuyor. O kökleri yeşertecek ışık oluyor, su oluyor ve güneş oluyor.
Bazen de hayatın çelişkilerini, acılarını, zulüm ve haksızlıklarını çarpıyor müstekbirlerin suratına. Belki de orası daha çok cezbediyordur mustazaf insanı.
Nasıl ki Muallaka-i Seb’a’dan İmrul- Kays’ın şiiri cahiliye muhayyilesini paramparça ediyorsa bugünün dert sahibi şairi de saplıyor şiir mızrağını modern zulmün bağrına. Bundandır şiire olan sevgimiz.
Fakat sonu gelmeyen zulümler şairleri de pes ettirir.
“Gün gelir şairlerin de dili tutulur,
Sözler seçilir sözlerden, gerisi unutulur.” (M.İ)
…
Okudukça içinde yaşadığımız coğrafyanın hazin teslimiyetini ve bunun bir sonraki aşaması olan destopik hakimiyeti görüyoruz satırlarda. Orwell’in “Hayvan Çiftliği”nden “1984”e doğru yol almayalım diye çırpınıyoruz belki de!
Çıldırmış gibi, nereye gittiğini bilmeyen insanlığın sarhoşluğunu görüyoruz Zweig’in “Amok Koşucusu”nda. Değerleri linç edilmiş, algıları sömürülmüş, vicdanı sökülüp alınmış ve bu yüzden nihilist derekelere yuvarlanmış insanı.
Bu kadar haksızlığın, hukuksuzluğun, dinsel mobingin tarihte ilk olmadığını öğreniyoruz “Vicdan Zorbalığa Karşı’dan. Sebastian Castellıo gibi “hakikati aramak ve onu kendi düşündüğü gibi ifade etmek asla suç olamaz” diye haykırmak istiyoruz.
Orta Doğu halkalarının yaşadığı iki yüz yıllık tarih dışılığı, sefaleti ve cehaleti, adeta Gabriel Garsia’nın “Yüz Yıllık Yalnızlık”’ta anlattığı lanetlenmiş aileyi okur gibi yaşıyor ve seyrediyoruz. Sonra da soruyoruz kendi kendimize; Buendia ailesinin işlediği günahı biliyoruz, peki Orta Doğu halkları ne günah işlemişti de bu laneti hak etti? Diye.
Yine Zweig bir türlü dillendiremediğimiz, içimizdeki mezara diri diri defnettiğimiz teolojik içsesleri yüzümüze haykırıyor Rahel’in dilinden. Onu Tanrıyla hesaplaştırarak bizim kendimizle yüzleşmemizi istiyor. Sahte huzuru sahici gerçekliğin önüne bırakıveriyor ve ne yapacağımızı izlemeye koyuluyor adeta.
Ve yine, yaşadığımız coğrafyanın, üzerine ölü toprağı serpilmiş insanını elinden tutup kaldıracak, silkelenip kendisine getirecek, önce yıkıcı sonra da yapıcı bir öz eleştiri ile rotasını tespit etmesine yardımcı olacak sanatçıları, bilim insanlarını, dürüst siyasetçileri “Palto”sundan çıkaracak “Gogolvâri” bir toplumu arıyor insan okuduklarında.
…
Sadece hikaye değil sanatın tüm alanları coşku veren girdap gibi. Başta sanatçıyı sonra bizi çepe çevre kuşatıveriyor, içine çekiyor, büyülüyor. Yaptığı heykelin karşısına geçip “Haydi Musa, konuşsana” diyen Michelangelo, yazdığı roman kahramanını gerçek zanneden Balzac, oynadığı rolle kendisini özleştiren N. Şaşmaz gibi.
…
Edebiyatın, sanatın büyülü dünyası bizi yazmak istediğimiz yazıdan uzaklaştırdı.
Artık Yahya Kemal’in “Portreler”i bir sonraki yazıya kaldı.
Kalın sağlıcakla…