Sokaklar tenha bugün… İnceden bir hüzün saklı… Kurbanın gözü yaşlı olur sözünü ilk annemden duymuştum ben. Belki de her şey çok daha masumken.
Sokaklar tenha bugün. Güneş karşılık alamamış selamına. Oradan buradan birkaç kişi… Suratlar asık. Selamsız sabahlardan biri daha lakin bugün çok incitici…
Gözler şiş… Gece geç yatılmış, sabah erken kalkılmış… Tatlı uykular alınamamış belki. Günlük sıradan kıyafetlerle bir angarya… Aşkın peşinden koşanlar nerede, hani!
Cami tenha bugün… Dokunsan ağlayacak. Oysa Diyanet, yıllardır eylem planlarında… Başta çocuklar olmak üzere camiler dolup taşacak.
“Bayramları tatil planına çevirmeyin” diyor imam efendi; zinhar çevirmeyin!
Hutbenin de esası oymuş; “Bayramları, birbirimizden uzaklaştığımız tatil günleri olarak görmeyelim” cümlesi neresinden tutulursa artık. Çünkü gidenler, tatil planında gitmiş zaten. Geride gitmeyenler ve gidemeyenler kalmış.
Cami gerçekten çok tenha bugün, “teşrik tekbirleri” öksüz, teşrik tekbirleri cılız ve sessiz… Cemaat nerede? Bir kısmı birbirinden uzaklaşılan tatil günlerinde, bir kısmı kurban telaşında ya! Kalanlar mahcup. Bir kurbana yetmeyen bayram ikramiyesi, emekli maaşıyla geçim düşüncesinde. Namaz dönüşünde torunlara verilecek -ya da verilemeyecek- harçlık derdinde. Mis gibi kavurmalar, hak getire…
İnsanlar nerede? Hani çocuklar, gençler? Diyanet yıllardır eylem planlarında, dindar gençlik yetiştirme çabalarında değil miydi?
“Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes, Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;” Diyen Merhum Şair, bugünlerde olsaydı yazabilir miydi o muhteşem eseri…
Bu tenhalıktan, bu sessizlikten çıkabilir miydi o şiir…
Ha! Bir de, “Dünyalık bütün makamlardan sıyrılarak omuz omuza verdik,” cümlesi var ki, geç onu hocam, lütfen geç! Öyle olsaydı, olabilseydi… İşte o zaman kurban olurduk. Aşkın sesiyle gök kubbeyi çınlatırdık.
Caddelerden araçlar çekilmiş, trafik sakin bugün. Oysa sabah modern kurban kesim yerlerinde ağır bir telaş sarmıştı her yanı. Şimdi “iş” bitmiş… Etler parçalanmış, donduruculara, derin donduruculara istiflenmiş. Duşlar alınmış, kavurmalar yenmiş. Bayram ziyaretlerinde doğal olarak “kurban” sohbet;
“Kurban kestiniz mi?”
“Hayvanı kaça aldınız?”
“Şu kadar kilo et.”
“Fakir fukaraya dağıttık.”
Oysa “k-r-b’den” geliyordu kurban sözcüğü; karib… Yaklaşan, yaklaşmak, yakınlaşmak… Yoksa onların etleri, kanları[1] ulaşacak değildi.
Oysa aşkın gereği önce secdeyle yaklaşmak… Değil miydi?
[1] “[Fakat unutmayın ki,] onların ne etleri Allah’a ulaşır, ne de kanları; lakin O’na ulaşan, yalnızca sizin O’na karşı gösterdiğiniz bilinç ve duyarlıktır. İşte bu amaçla, onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, size ulaşma yolunu, yordamını gösterdiği (her türlü rahmet) için O’nun yüceliğini saygıyla anasınız. Öyleyse, o iyilik yapanları müjdele.” (Hac Suresi, 37. ayet)